Öncelikle tutukluların cezaevi kapısına gelene kadar nasıl bir süreçten geçtiklerini hatırlayalım. Tutuklanarak Diyarbakır Cezaevi’ne giren kişiler mutlaka ciddi bir işkenceden geçmiş oluyorlardı. O dönemde gözaltında kalma süresi 90 gündü ve bütün Türkiye’de, özellikle de Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde işkence sistematik olarak uygulanıyordu. Diyarbakır Cezaevi Hakikati Araştırma ve Adalet Komisyonu’nun yaklaşık 450 kişi ile yaptığı görüşmelerde alınan bilgilere göre, tutuklular cezaevine girmeden önce işkence görüyorlardı. Savcılığa çıkmadan önce işkence izlerinin silikleşmesi için bir dönem sıkıyönetimde geçiriliyordu. Gözaltındakilerin tutulduğu bu mekânlarda dayak ve fiziki işkence yoktu. Fakat bu mekânların çok sıkışık yaşanacak kadar küçük tutulması, çok az yemek verilmesi, tuvalete gitmenin engellenmesi ve geciktirilmesi gibi yöntemlerle ihtiyaçlar birer işkenceye dönüştürülmüştü. Böylece sanığın bütün gözaltı süresi boyunca üzerinde hissettiği ruhsal baskı sürdürülmüş oluyordu. Sanık, buradan savcıya ve gözaltı mahkemesinde hâkim önüne çıkıyordu. Mahkemede tutuklananlar askeri cezaevine götürülüyorlardı.
12 Eylül darbesinden hemen sonra Diyarbakır Askeri Cezaevi’nde tutuklulara yapılan baskı artmaya başladı. 1980 kasımında atanan yeni iç güvenlik amiri, sayımlarda tek sıraya geçme, hazır olda bekleme uygulamalarını başlattı ve bu kurallara uymayanları döveceğini söylemeye başladı. Ardından tutukluların saç ve bıyıklarının asker gibi kesilmesi uygulamasına geçildi; yemek duası mecburi hale getirildi. Cezaevine yeni gelen tutuklular, saatlere, günlere yayılan ciddi bir kaba dayaktan geçirilerek cezaevi hücrelerine alınmaya başlandı. Yeni uygulamalara karşı çıkan cezaevinin eski tutukluları ise dövülerek hücrelere atıldılar.
Tutuklular, cezaevi idaresinin bu uygulamaları bırakması için 2 Ocak 1981’de büyük bir çoğunlukla toplu açlık grevi başlattılar. İlk açlık grevi 8 gün sürdü; ikincisi 12. günündeyken, Yedinci Kolordu’dan getirilen inzibatlarla açlık grevindeki tutuklulara cop ve sopalarla dayak atıldı. Dayağa karşı çıkan tutuklular işkenceye dönen dayağa maruz kaldılar ve sürüklenerek hücrelere götürüldüler. Böylece açlık grevini sürdürmek için direnenlerle diğer tutuklular birbirinden koparıldı. Cezaevi yönetimi, direnenleri hücrelere toplayıp liderlik edenleri uzaklaştırarak, koğuşları uygulamaları kabul edecek hale getirmeyi amaçlıyordu. 24 Şubat 1981 tarihine kadar süren bu uygulama ve ayıklama işlemi sonunda direnişçilerin büyük bölümü hücrelere alındı. Bu aşamada cezaevine, iç güvenlik amiri olarak Esat Oktay Yıldıran atandı.
Esat Oktay Yıldıran, öncelikle direnen tutuklulardan arındırılmış koğuşlara yöneldi. Koğuşlarda dua okuma, İstiklal Marşı okuma, görüş yerine giderken askeri yürüyüş yapma, havalandırmada marş eşliğinde askeri yürüyüş yapma, sayımda tek sıraya dizilme, koğuşa asker ve subay girdiğinde ayağa kalkma, birbiriyle konuşmama, birbirinin yüzüne bakmama, gece yatarken hazır olda uyuma gibi kurallar uygulanmaya başlandı. Bu kurallara uyulmaması, bayıltana kadar dayak nedeni olarak tanımlandı. Koğuş sorumluları bu kurallara uyulmasını sağlamakla görevlendirildi. Bütün koğuşlar birbirinden tecrit edilmişti ve mahkûmlar haberleşemiyordu.
Direnişçilerin sayısı 500-600 arasıydı, bunlar kuralların hiçbirine uymuyorlardı. Esat Oktay, direnişi kırmak için hücre salonlarına işkence tezgâhı kurdu. 35. Koğuş olarak bilinen hücre bölümünün salonunda kurulan tezgâh sabah 05.00’te çalışmaya başlıyor, akşam 17.00’de paydos ediyordu. Sırayla hücrelerden alınan tutuklulara teslim olmaları teklif ediliyor ve tutuklu kabul etmeyince işkenceye alınıyordu. Ayakta duramayacak hale gelen tutuklular daha sonra sürüklenerek hücrelere atılıyorlardı.
37. Koğuş olarak bilinen hücre bölümlerinde kalan tutuklular, “dayak düzeni al!” dendiğinde ellerini, bazen ayaklarını hücre parmaklıklarından dışarı uzatıyor ve günün 24 saati, gardiyanların yorgunluk durumuna göre cop ve kalaslarla dayak yiyorlardı.
4 Mart 1981’de, tutuklu Kemal Pir ve Hayri Durmuş önderliğinde bir grup tutuklu 35. Koğuşta ölüm orucuna başladı. Ölüm orucunun 23. gününde, 37. Koğuş denen tecritteki 110 direnişçi de 35. Koğuşa getirildi. Ölüm orucunun 30. Gününde, tutuklu Ali Erek mide kanamasından öldü. Bunun üzerine bir grup tutuklu daha ölüm orucuna başladı ve sayıları 28’e yükseldi. Ölüm oruçlarının 43. gününde Esat Oktay Yıldıran, koğuşa girdiğinde ayağa kalkılması dışında tüm uygulamalardan vazgeçeceğini söyledi; bu söz üzerine ölüm orucu sona erdi.
Kısa süre sonra cezaevi yönetimi kuralları tekrar dayatmaya başladı ve uymayan tutuklulara tekrar işkence yapıldı. 35. Koğuşta kalanlar 26 Mayıs 1981’e kadar direndiler, sonra kurallara uymayı kabul ettiler. Cezaevinde yaşamış olanlar bundan sonraki döneme “teslimiyet dönemi” derler.
Direniş 35. Koğuşta yenilgiye uğradıktan sonra, cezaevinin tüm koğuşlarındaki baskı çok fazla arttı. Yaşamın her anı cehenneme döndü. Cezaevi yönetimi her türlü ihtiyacı bir işkence biçimi olarak kullanıyordu. Su, yemek, uyku, temizlik, mahremiyet, vücut bütünlüğünün korunması, aşırı sıcak ve soğuktan korunma gibi ihtiyaçlar birer işkenceye dönüştürüldü. Diyarbakır Askeri Cezaevi’nin yöneticileri bu konuda dünya literatürüne geçecek bir yaratıcılık gösterdiler. Devamlı dayak atılıyordu, devamlı bir korku ve gerginlik ortamı oluşturulmuştu. Bu döneme, “vahşet dönemi” adı verilmektedir.
Bu dönemi daha iyi anlamak için, cezaevinin bir gününün nasıl geçtiğini görelim. Gün, sabah saat 05.00’te koğuşta nöbet tutan tutukluların “koğuş kalk!” diye bağırmalarıyla başlıyordu. Hızlı şekilde giyinir, tuvalet ihtiyacını gidermek ve tıraş olmak için tuvalet kapısında tek sıraya dizilirlerdi. Tıraş olmak için ayna ve su olmadığından, bütün koğuş en fazla 15 dakika içerisinde koğuşun orta bölümünde toplanır, düzenli sıraya geçerdi. Bu süreçteki her aksama, örneğin tıraş olmamış olmak ağır bir dayak nedeniydi. Herkes belirlenen yerine geçince, koğuş sorumlusu, “rahat, hazır ol !” komutunu verirdi. Daha sonra “yerinde say, dizleri karın boşluğuna çek, çırpınırdı Karadeniz marşına başla!” komutuyla hep bir ağızdan marş başlar ve ayaklar tempoyla yere vurulurdu. Saat 07.00’deki sabah kahvaltısı gelene kadar marş söyleyip yerlerinde sayarlardı. Karavana kapıya getirildiğinde marş söylemeye ara verilirdi; koğuş sorumlusu karavanayı içeri almak için kapıya koşardı. Gardiyana topuk selamı vererek, “karavanayı içeri alabilir miyim” derdi. Gardiyan bazen “al” der, bazen de “alma” derdi. Karavana alındıysa, sorumlu koşarak koğuşa girerdi. Hazır ol vaziyetinde bekleyen tutuklulara önce “rahat, hazır ol” çeker, sonra koro halinde yemek duasını okuturdu. Dua bittiğinde gardiyana “afiyet olsun” demesi için “emret komutanım!” derdi. Gardiyan duanın okunmasını beğenmediyse, “ananızın a… olsun” veya “yar.. başı olsun” derdi. Gardiyanın söylediğine bütün tutuklular “sağ ol” demek zorundaydılar. Gardiyan çoğu zaman bunlarla da yetinmez, ya getirilen yemeği tuvalete döktürür ya da “ranza altı ol!” cezası verirdi. Tutuklular 15 dakika içerisinde kahvaltı yapıp sigaralarını içmek zorundaydılar.
Kahvaltıdan sonra tek sıraya dizilen tutukluların sayımı bazen 1-2 saat sürerdi. Sayım, tutukluların art arda iki sıra olarak dizilmesi, ön sıradaki koğuş sorumlusunun topuk selamı vermesi, kısa künyesini söyledikten sonra diz çökerek oturmasıyla başlardı. Sonra diğer tutuklular numaralarını söyleyerek çökerlerdi, son tutuklu “sondur komutanım” deyince de biterdi. Sayımdan önce tutuklular her sabah bunu kendi kendilerine yüzlerce defa tekrar etmek zorundaydılar.
Sayımlara gelen subay ve komandolar ellerindeki kalasları tutukluların göğüslerine dürterken, tutuklu, numarasını yüksek sesle söylemek zorundaydı. Her sayımda tutuklulara mutlaka toplu dayak atılırdı. “Kocatepe, ranza altı ol!” işkenceleri yapılırdı. Akşam sayımında da aynı uygulamalar yapılırdı.
Duruşması olanlar mahkemeye götürülmek için koğuştan çıkarılıp ara koridora alınırdı; tek sıraya dizilirler ve her tarafları aranırdı. Bazen koğuş gardiyanları domalmış, külotunu indirmiş tutukluların makatına el feneri tutardı. Aramalar bitince tutuklular askeri yürüyüş eşliğinde, marş söyleyerek bekleme koridoruna götürülürdü. Orada saatlerce bekletilip yürüyüş halinde veya yerinde sayarak marş söyletilirdi. Bilekleri kelepçeye, kolları zincire vurulur, başları birbirlerini görmemeleri için öne eğilir, sürekli coplanırlardı. O vaziyette kapalı arabalara konurlardı. Arabaların içerisinde mahkemeye gidene kadar “araba işkencesi” yapılırdı; sürekli coplanır, tekme ve yumrukla hırpalanırlardı. Araba işkencesi bittikten sonra bu sefer mahkeme başlardı. Duruşma salonuna alınan tutuklular başlar dik, gözler karşıda, eller dizlerde, sağa sola bakmadan, ne olursa olsun hiç kıpırdamadan, tuvalet, su, yemek ihtiyacı duymadan put gibi oturmak zorundaydılar.
Bu kuralları eksiksiz yerine getirmeyen tutuklulara mahkeme dönüşü arabada, bekleme koridorlarında, koğuşa konulmadan önce her türlü işkence yapılırdı.
Mahkemeye çıkmayan, koğuşta kalan tutuklular, sayımdan hemen sonra tek sıraya dizilirdi. Koğuş sorumlusu eline bir kitap alır, avazı çıktığı kadar yüksek sesle, tane tane okurdu. Diğer tutuklular aynı şekilde sorumlunun okuduklarını tekrar ederlerdi. Bu uygulama saatlerce sürerdi; eli kalaslı gardiyanlar koğuşu basar, ses kontrolü yapardı. Sesi kısılmış tutukluya “ulan ibne niye sesin çıkmıyor” diye, sesi kısılmayan tutukluya “ulan ibne niye bağırmamışsın” diye dayak atılırdı. Kısacası, ne yapılırsa yapılsın, tek tek veya toplu olarak defalarca dayak yenirdi.
Kitap okumadan sonra tutuklular havalandırmaya tek sıra halinde, tekmil verdirilerek ve kısa künyesi söyletilerek alınırdı. Orada ikişerli veya dörderli olarak dizilir, “rahat, hazır ol” komutu ile yürütülürlerdi. Yürüyüş sırasında dizler karın boşluğuna çekilecek, kollar sallanacak ve göğüs dışarıda olacaktı. Saatlerce marş eşliğinde yapılan bu yürüyüşlerden sonra tutuklular yerlerde süründürülür, üst üste bindirilir, sık sık falakaya yatırılır ya da ellerine 30-40 cop vurulurdu. Tutuklular, “Kocatepe, kule” ve başlarının lağıma sokulması, suratlarına pislik sürülmesine kadar onlarca değişik işkence yönteminden geçirilerek koğuşa alınırlardı. Yarım saatlik bir yemek molasının ardından, öğleden sonra aynı uygulamalara devam edilirdi.
Koğuşa giren tutuklular içeride akşam sayımına kadar sayım çalışması yapardı. Akşam yemeği, dua okuma ve sayım sonrası mutlaka dayakla geçerdi. Yani cumartesi pazar demeksizin, günün tam 12 saati ayakta, nizami bir eğitim yürüyüşü ve pek çok işkencenin ardından büyük bir yorgunlukla bitirilirdi.
Geceleri saat yediden sonra her tutuklu sırtüstü, hiç kıpırdamadan yatağında yatmak, tuvalete gitmemek zorundaydı. Her koğuşta koğuşun büyüklüğüne göre tutuklular en az iki, en fazla beş kişi olarak nöbet tutmak zorundaydı. Geceleri sürekli koğuş baskınları yapılırdı. Nöbetinde sağa sola bakan, nizami yürümeyen, aralarında konuşan, mazgal deliği açıldığında bağırarak tekmil vermeyen nöbetçiler işkenceye tabi tutulurdu.
Günlük yaşam içinde ayrıca hastaneye, banyoya götürülmek, görüşe çıkarılmak, avukat görüşmesine götürülmek gibi her olay bir işkenceye dönüştürülmüştü. Koğuş aramaları kantin alışverişinin yapıldığı günlere denk getirilir ve yiyecekler, giyecekler, deterjan birbirine karıştırılır, kullanılamayacak hale getirilirdi. Tutukluların koltuk altı ve etek kılları çakmakla yakılırdı.
Bunlardan ayrı olarak, her koğuştan, idarenin gözüne kestirdiği bazı tutukluklar itirafçı ve işbirlikçi yapılmak için koğuş dışına alınırdı. Bu tutuklular dayaktan çok korkan, tedirgin ve yılgın olanlar arasından seçilirdi. Bunların üzerine gidilir ve devamlı koğuş kapısının dışında dayak atılırdı. Tutuklu dayakla bezdirildikten sonra rütbelilerin önüne çıkarılır ve koğuşta olanları anlatması istenirdi. İtirafçılığı ve idareyle işbirliğini kabul eden tutuklu diğer tutuklularla birlikte yaşamaya devam eder, onların programına uyar, ancak dayak yemezdi. Mahkemelerde de itirafçı olmaları istenir, mahkemede hangi arkadaşı için ne söyleyeceği, nasıl ifade vereceği idare tarafından dayatılırdı.
Kaynak: http://erdogancalak.blogspot.com/p/cezaevi-ortam-oncelikle-tutuklularn_9.html