12 Eylül darbesinden sonra Diyarbakır Askeri Cezaevi’nde yönetim anlayışının değiştiğini görüyoruz. 12 Eylül öncesinde cezaevi hayatına uyum sağlamış eski tutukluların yeni duruma alıştırılması ve bu durumu kabullenmeleri planlanmıştı ve bu plan uygulanıyordu. Yeni gelen tutuklular ise cezaevine girişten itibaren bayıltıncaya kadar ağır bir dayakla karşılanıyordu. Arkasından 10 kişilik hücrelere 50 kişi konarak her türlü insani ihtiyacın karşılanamaz olduğu bir ortama sokuluyorlardı ve işkence hücrelerde de sürüyordu. Bu yeni uygulamaya alıştırılmaya başlanan yeni gelenlerin sayısı arttıkça, eski tutuklular üzerindeki baskı da artırılmıştı. Bu politika değişimi, beklenebileceği gibi eski tutukluların direnişiyle karşılaştı. Zaten aksi takdirde tutuklular kendi kendilerini inkâr etmiş olacaktı. Çünkü eski tutukluların hemen hepsi siyasi tutukluydu ve Kürt kimliğinin tanınması veya Kürdistan’ın kurtulması için mücadele eden siyasi örgütlerin mensupları veya sempatizanlarıydılar. Çoğunluğu da PKK’lılar oluşturuyordu. PKK’lıların siyasi görüşlerinin daha az uzlaşmacı ve savaşkan olması ve sayılarının da fazla olması, genel olarak direnişin liderliğini de onların yapmasına yol açtı. Daha önce kısaca değindiğimiz direniş 1981’in ocağında başladı. Bu direniş döneminde tutuklular cezaevi yönetiminin koyduğu kurallara uymayı reddettiler; Kemal Pir, Hayri Durmuş ve arkadaşları ölüm orucuna başladılar ama idarenin kendilerine verdiği sözlere güvenerek ilk ölüm orucunu bıraktılar. Kısa bir süre sonra, idare verdiği sözleri tutmamaya başladı ama itirazlar bir direnişe dönüşemedi ve 26 Mayıs 1981’de bütün tutuklular cezaevinin kurallarına uymayı kabul ettiler. Yani teslim oldular. Bu teslimiyetin arkasından cezaevindeki uygulamaların şiddeti çok arttı.
“Vahşet dönemi” olarak anlatılan bu dönemin en önemli özelliği yemek, su, üşüme, temizlenme, dertleşme, konuşma gibi her türlü ihtiyacın bir işkence vasıtası haline getirilmesidir. Kaba dayak, 5×10’luk kalaslarla ve copla atılan dayaklar ve copla tecavüz uygulamaları büyük bir korku ortamı oluşturmuştur. Tutukluların büyük çoğunluğu sindirilmiş, idareye direnemez hale getirilmiştir. O dönemi anlatan tutuklular bu uygulamalar ilk başladığında kendilerinden istenenleri yerine getirirlerse, kurallara harfiyen uyarlarsa baskının ve dayağın hafifleyeceğini ve işkenceden kurtulabileceklerini zannettiklerini söylüyorlar. Ama zaman geçtikçe, bu düşündüklerinin yanlış olduğunu anlamışlardır. Ne yapılırsa yapılsın, ne kadar itaat edilirse edilsin, işkence etmek ve dayak atmak için bir bahane bulunduğunu kavramaya başlamışlardır. Cezaevi yönetiminin amacının Diyarbakır Askeri Cezaevi’nde askeri bir disiplin uygulamak olmadığını, kendilerini kişiliksizleştiren, kimliksizleştiren (Kürt kimliğinden sıyırmaya çalışan), robotlaştıran ve itirafçılığa zorlayarak yok etmek isteyen bir uygulama olduğunu kuşku duyulmayacak bir şekilde anlamaya başlamışlardır. Tutuklular sürekli olarak küçümsendiklerini, alay edildiklerini, onursuzlaştırıldıklarını fark etmişlerdir. Küfürler, soyma ve çıplak bırakma, her fırsatta makatların fener tutularak aranması, tutukluları birbirini taciz etmeye zorlama, makata cop sokma gibi cinsel tacizler, tutukluların kafalarının kanalizasyon çukuruna sokulması, yüzlerine pislik sürme, ranza altlarına sokma gibi uygulamalar idarenin ne yapmak istediğini açıkça ortaya koymuştur. Vahşet döneminde tutuklulara yapılanlar kuşkuya yer vermeyecek bir biçimde sistematik ve uzun süreli bir işkence uygulamasıdır. Çok ciddi olarak planlanmış ve cezaevi yöneticileri ve gardiyanlar tarafından uygulanmıştır.
Tutuklular, cezaevi yönetiminin niyetinin kendilerini ruhen “yok etmek” olduğunu, itaat etmenin işkenceyi durdurmadığını anlamaya başladıklarında, PKK’nın cezaevindeki lider kadrosu hem mahkemelerde hem de cezaevinde direnmeye tekrar başladı. Mazlum Doğan 1982 nevruzunda kendisini astı; Kemal Pir ve Hayri Durmuş açlık grevinde öldüler; Ferhat Kuntay ve arkadaşları kendilerini yaktılar. Ancak bu direnişler, koğuşlar birbirinden tamamen soyutlanmış olduğu ve haberleşemedikleri için çok kapalı olarak yaşandı. Ama mahkeme süreçlerinin başlamış olması, sınırlı da olsa haberleşmeyi sağladı. Alınan bütün tedbirlere rağmen mahkemeye gidişler sırasında, işkence ve dayak göze alınarak bir haberleşme oluyordu. Olan biten önemli olaylar biraz zaman farkıyla da olsa bütün cezaevinde bilinir hale geliyordu. Giderek ister mahkemede, ister hücrelerde veya koğuşlarda, her direnme çabası tutukluların dikkatini çekmeye başladı. En çok ilgi duyulan konu, 35. Koğuşta ne olduğu, Mahsun Doğan’ın, Hayri Durmuş’un mahkemede ne söylendiği haline gelmişti. Tutuklular kendileri direnemiyor, ama direnen birini de artık duygusal lider haline getiriyorlardı.
Ama esas olarak sindirilmişlik ve korku ağır bastığı için, Mazlum Doğan’ın, Kemal Pir ve Hayri Durmuş’un, Ferhat Kuntay ve arkadaşlarının bu eylemleri o dönemde bir isyana yol açmadı. Sadece yasa ve yol gösterici bir mitolojik kahraman yaratmaya dönüştü. Ama bütünü korumak için kendini feda etmek, ölümü kişiliksizleşmeye ve onursuzluğa tercih etmek anlamına gelen bu eylemler, tutukluların daha sonraki ruh hallerinin ne yönde gelişeceğini belirledi. Bütün tutuklular için ideal bir örnek ve özdeşleşecekleri bir liderlik oluşturdu.
Cezaevi yönetiminin kendi kurallarını kabul ettirmek için yaptığı baskı, tutukluları kısa bir süre içinde cezaevi yönetimine itaate sevk etmişti. Bu durumda cezaevinin bir grup olarak çocuklaştığını ve kendi varoluşunun garantisini babasının koyduğu kurallara uymaya endeksleyen bir erkek çocuk tutumu içine girdiğini görebiliriz. Buna grup regresyonu diyoruz. Regresyon, ruhen daha çocuksu olan dönemlere dönmek demektir. Örneğin bir ortam 4-5 yaş arasındaki çaresizlik ve korku hissini tekrar yaşamamıza yol açıyorsa ve yeterince uzun sürüyorsa, bizi ruhen 4-5 yaşa geri götürür. Düşünce biçimimiz, kavramlarımız, duygularımız o yaş döneminin özelliklerini gösterir. Cezaevi yönetimi kurallara uyanların zarar görmemesini ve tutukluluk hallerinin normal bir biçimde sürmesini sağlasaydı, cezaevi sisteminin dayanıklılığı ve ömrü uzun olurdu. Arkadaşlarının çocuksulaşmasına ve cezaevi yönetimini de babalaştırmalarına, elbette kendi babalarına veya inançlarına ve partilerine çok bağlı olanlar direnecekti. Kendi siyasi hareketlerinin kadrosu durumunda olanlar, kendi “babalaştırdıklarına” sadakati canları pahasına sürdürecekti ve cezaevi yönetimi karşısında onun çocuğu gibi olmayacaklardı. Kendi liderlerini itaat edilmesi gereken “iyi ve ideal baba”, cezaevi yönetimini ise baş kaldırılması gereken “kötü baba” olarak algılayacaklardı. Cezaevi yönetimi tutukluları ruhen “yok etme”ye yönelmeseydi, kadroların direnişi, o günün koşullarında tutukluların bu kadar büyük bir kısmını etkilemezdi.
Vahşet döneminde cezaevi yönetiminin kurallara uymayı temin etmeye değil kişiliksizleştirmeye, ruhen çökertmeye, kendini inkâra mecbur etmeye, kısacası “ruhen yok etmeye” yönelik politikaları tutuklu kitlesinin yönetimle herhangi bir düzeyde ilişki kurmasını engelledi. Bunun anlamı, herhangi bir ruhsal savunma mekanizmasının kullanılabilmesinin mümkün olmaması ve büyük bir ruhsal zararın oluşmasını engellemenin bir yolunun kalmamasıdır. Cezaevi yönetiminin politikaları bu yüzden imha amacı taşır ve insanlık suçu ve insanlığa karşı suç kapsamına girer. Cezaevi yönetimiyle herhangi bir regresyon düzeyinde ilişki kurulamayınca, tutuklular ya ruhen hastalanacaktır ya da birbirlerine, birbirleriyle ilişkilerine yöneleceklerdir. Bu kadar büyük bir baskıya maruz kalan, bir küçük çocuk kadar çaresiz, korku içinde ve kendi dışındaki koşullara bağımlı hale gelmiş tutuklunun ruhsal gerilemesi artar. Yani grup daha bebeksileşir (Ruhsal regresyon).
Diyarbakır Cezaevi’ndeki tutuklular birbirlerine olan bağlılıklarını artırarak kendi ruh sağlıklarını korumaya yönelmiştir. Zaten başka sağlıklı bir çare de yoktur. Bu durumda tutuklu grubunun kendisi anne olur ve üyesini bağrına basarak onu korumaya alır. Fiziksel koşullardan koruyamasa da ruhen korumaya başlar. Bu süreç dışarıdan, tutukluların birbirleriyle dayanışmaları, birbirleri için gözyaşı dökmeleri, birbirlerinin acılarını azaltmak için yaptıkları fedakârlıklarla görünür. Tutuklular arasında, adının konulması yasak da olsa, kendiliğinden ve en sahicisinden bir komün oluşmuştur. Benim param, senin paran, benim acım, senin acın ayrımı kalmamıştır. Bu durumda tutuklu grubu birbirine annelik yapmaktadır. Nitekim cezaevi mağdurları o günleri anlatırlarken, en katlanılmaz durumların arkadaşlarına işkence yapılmasını izlemek olduğunu söylüyorlar.
Tutukluların birbirlerine annelik yapmaya yöneldikleri bu dönemde en zayıf olanların en fazla beslendiğini, koğuş tarafından korumaya alındığını, herkesin birbirinin hayatını kolaylaştırmaya çalıştığını, yaraların bakımının koğuşça yapıldığını, birine bir yardımı dokunanın yardım edilenden çok sevindiğini ve mutlu olduğunu bütün mağdurlar anlatıyor. Yine dikkat çeken bir bulgu, tutukluların annelerinin ziyarete gelmesiyle ilgili anılarıdır. Annelerin ziyaret sırasındaki hallerini anlatırken, eski tutuklular büyük çoğunlukla gözyaşlarına boğuluyorlardı. Annelerle ilgili anıların çok canlı ve duygu dolu olması, büyük bir özlem içermesi, o dönemde tutukluların erken dönem anne-çocuk ilişkisine regresse olduklarının bir başka göstergesidir. Genel olarak tutukluların birbirlerine sevgilerinin ve şefkatlerinin bu dönemde çok arttığını, hatta birçok tutuklunun hayatında bu dönemin bir “altın çağ” olduğunu da söyleyebiliriz.
Bu arada mahkemelerde direnen ve siyasi savunma yapan, cezaevindeki şartlarla ilgili şikâyetlerde bulunan ve cezaevi koşullarını açıklayan tutuklular -ki bunlar cezaevine döndüklerinde yaptıkları açıklamalar ve verdikleri dilekçeler yüzünden işkenceye uğrayacaklarını biliyorlardı- diğer tutukluların gözünde giderek ideal babalara, kahramanlara dönüşüyorlardı. Kemal Pir, Hayri Durmuş, Mazlum Doğan doğal liderler haline gelmişti.
Böylece tutukluların ruhen sağlıklı kalabilecekleri bir matriks oluştu. Tutuklu – Ona annelik yapan koğuş arkadaşları – Direnen ve boyun eğmeyen ideal babalar. Bu koşullarda Diyarbakır Askeri Cezaevi, olağanüstü zor dış koşullarla mücadele etmeye çalışan bir aile haline geldi.
Tutuklu grubu birbirlerine karşı annelik duyarlılığı geliştirememiş olsaydı, cezaevi yönetiminin “ruhen yok etme” amacı gerçekleştirilmiş olurdu. Nazi toplama kamplarından kurtulanların büyük çoğunluğunun normal bir hayat kuramamış, sağ kalanlar arasında çok yüksek oranda intihar görülmüş olmasının nedeni, oradaki kamp mahkûmları arasında bir dayanışmanın ve asıl olarak bir grup regresyonunun oluşamaması, herkesin kalabalıkta çok yalnız kalmış olmasıdır. Bu durum ruhen bir yok oluş ortamı yaratmıştır. Kürtlerin toplum olarak çok kardeşli olması, dayanışmacı bir dünyalarının olması Yahudilerle aralarında mutlaka bir fark yaratmıştır diye düşünüyorum.
Cezaevi yönetimi, tutukluların birbirleriyle dayanışmalarının onları ayakta tuttuğunu bir süre sonra anlamaya başladı. Bu dayanışmayı kırabilmek için tutukluları birbirine dövdürmek, birbirine cinsel tacize zorlamak, birinin hatası ya da ihmali yüzünden bütün koğuşu cezalandırmak gibi politikalar uygulanır oldu. Koğuşlarda yapılan marş ezberleme çalışmalarında marşı bir tutukluya öğretmekle görevlendirilen genellikle yüksek eğitimli tutuklu, marş yanlış söylendiğinde ağır bir biçimde dayak yiyordu ve marşı öğrenemeyen tutukludan nefret etmesi sağlanmaya çalışılıyordu. Fakat bu politikalar etkili olmadı. Tutuklular birbirlerine sıkı sıkıya bağlı kaldılar; gizlice komünler oluşturup aralarındaki fakir ve parasız arkadaşlarının temel ihtiyaçlarını karşıladılar; herkes maddi manevi elindeki her imkânı kullanarak birbirine destek olmayı, birbirine annelik yapmayı sürdürdü. Komün oluşturmak cezaevi yönetimi için ağır bir suç teşkil etmesine rağmen, kendiliğinden bir komün oluşması da engellenemedi.
Bu arada cezaevi idaresi zayıf ve yılgınlaşmış tutukluları üzerlerindeki dayak baskısını artırarak itirafçı ve işbirlikçi olmaya zorluyordu. Yaptığımız görüşmelerde, itirafçı olmaya ikna edilen tutukluların oranının yüzde 10-15 arasında olduğu söyleniyordu. Neredeyse görüştüğümüz bütün tutuklular itirafçı ve işbirlikçi olma teklifi aldıklarını, bu sırada büyük bir korku yaşadıklarını, bu tekliften büyük rahatsızlık duyduklarını anlattılar. Her şeyden önce, böyle bir teklif hakaret gibi geliyordu ve “Bunu bana niye teklif ediyorlar? Çok mu zayıf görünüyorum?” gibi sorgulamalara yol açıyordu. Sanıyorum o ağır koşullarda itirafçı olma teklifi “ya dayanamazsam ve itirafçı olursam” korkusu da oluşturuyordu. Böyle bir teklife maruz kalmak tutukluları gecelerce uykusuz bırakıyordu. Bu tedirginlik en temelde, tutuklular arasında oluşan grup bütünlüğünden ve dayanışmasından kopma korkusudur. Çünkü bu süreçte grup, küçük bir çocuk için annesi ne kadar önemli ise o kadar önemli hale gelmiştir. Tutuklunun ruh sağlığı tamamen grubun üyesi olarak kalabilmesiyle ilgilidir. Bu süreç o kadar etkilidir ki, vahşet dönemi içerisinde tahliye olan tutuklular çok uzun süre, içerde kalan arkadaşlarını düşünmeden bir bardak su içememişler, banyo yapamamışlar, yemek yiyememişler, keşke tahliye olmasaydım demişlerdir. Cezaevinden ayrılmak, tutuklularda ailelerinden, annelerinden ayrılmak gibi bir duygu oluşturmuştur.
Bu anlattıklarımdan, cezaevinde en büyük zararı görenlerin itirafçı olanlar olduğu anlaşılmaktadır. Bu tutuklular 12 Eylül rejiminin Kürtleri kişiliksizleştirme, kimliksizleştirme politikalarının başarılı olduğu gerçek kurbanlardır. Ne yazık ki bu insanlar tahliye olduktan sonra da kendi toplumlarının içinde kalamamış ve onursuzlaştırıldıkları, kendilerinden utanacak hale getirildikleri için muhtemelen “perişan” olmuşlardır. Biz araştırmamızda bu insanlara erişemedik. Çünkü bu duruma düşürülmüş insanlar gizlenir, görünmek istemezler. Dünyada benzer tecrübelerin yaşandığı toplumlardaki araştırmalardan, savaşlarda ölüm korkusuyla, içinde bulundukları birlik için savaşamayacak hale gelen ve birliklerinin bütünlüğünden kopan askerlerin yaşadıklarından biliyoruz ki, bu insanlar kısa süreli psikozlar, ağır depresyonlar, alkol ve uyuşturucu bağımlılığı, cinsel hayatın yaşanamaması, şiddete eğilim, yüksek intihar riski gösterirler. Bütün bu klinik tablolar itirafçı olan insanların çok büyük bir ruhsal zarar gördüklerini ifade eder. Psikiyatri ihtisası yaparken, benim, işkence altında itirafçı ve işbirlikçi olan, arkadaşlarının yakalanması için polislerle operasyonlara katılan bir hastam oldu. Bu hasta intihar etmeye çalışırken yakınları tarafından fark edilerek getirilmişti. Devamlı kendisinin kötü koktuğunu, herkesin ondan çok kötü bir bok kokusu aldığını, kimsenin onu istemediğini, kendisinin de kimsenin yanına gidemediğini söylüyordu. Bu hasta ilaç tedavisinden de yararlanmadı ve taburcu edildikten kısa bir süre sonra kendini asarak intihar etti.
Diyarbakır Askeri Cezaevi’nin en fazla zarar görme olasılığı taşıyan diğer kurbanları, o dönemde orada askerlik yapan ve gardiyanlık görevini, dayak atma görevini yerine getiren erlerdir. Görüştüğümüz eski tutuklular, gardiyanların birer işkenceciye dönüştüğünü anlatıyorlar. Normal bir insan başkalarına zarar vermekten rahatsızlık duyar. Bu duyguya sahip olmayan kişilere sosyopat, veya suç işleme düzeyinde bir bozukluğa sahiplerse psikopat diyoruz. Bu iki kişilik bozukluğu kategorisine giren askerler mahkûmlara şiddet göstermekten, yaptıkları işkencelerden, attıkları dayaktan keyif alarak uygulamaya yöneleceklerdir. Sosyopatik ve psikopatik kişilik bozukluklarını taşıyan gardiyanlar işkence yapmaktan zevk alan acımasız işkenceciler haline gelecektir. Mevcut kişilik sorunları ağırlaşmış, zarar verme eğilimlerini daha benimsemiş olarak askerliklerini bitireceklerdir. Muhtemelen terhis olduktan sonra öfke duydukları ve ötekileştirdikleri insanlara zarar verme eğilimleri yüzünden birer suçlu haline geleceklerdir.
Üstleri tarafından tutuklulara kötü davranması ve işkence yapması beklenen bir genç, kendisinden beklenenleri benimsemezse, istenen özelliklerde bir gardiyan olamaz. Genç askerlere birer işkenceci olmalarını benimsetmek için tutukluların bunu hak ettikleri propagandasının yapılmış olması gerekir. Tutuklular “vatan hainleri ve bölücüler” olarak, yapılan işkencelerse vatanseverlik olarak tanımlanmıştır. Böylece tutuklular gardiyanın gözünde insanlık dışı bir muameleyi hak etmiş olurlar. Bu şartlandırmayı benimseyen genç asker, askerlik yaptığı süre içinde fazla zorlanmadan kendisinden bekleneni yerine getirebilir. Fakat bu propagandanın etkisinin dışına çıktığında, askerlik bittikten sonra iki olasılık oluşur. Ya bu şartlandırmayı kendi kendine sürdürecek, ırkçı bir ideolojik yapılanmayı da muhafaza edecektir ya da yaptıklarından dolayı pişmanlık ve suçluluk hissedecektir.
Eğer terhis olmuş asker, askerlikte maruz kaldığı şartlandırmayı kendi kendine sürdürecekse, hem bağnaz bir ırkçı olacaktır hem de hayatı boyunca öfkesini uyandıran birilerini ötekileştirecek, içindeki öfkeyi bağlayacağı “kötüler” yaratacak, ötekileştirdiklerine şiddet uygulama eğiliminde olacaktır. O zaman yarattığı kötülere işkence etme hakkını kendisinde görecek ve suç işleyecektir veya suç işlemeye eğilimli olacaktır. Kişilikte çok ciddi bir bozulma olmuştur, kişinin sevme kapasitesi azalmıştır. Bu kişi öfkeli, kendini beğenmiş, kavgacı, suç işleme riski yüksek, alkole, kumara, uyuşturuculara eğilimli olacaktır. Askerlikte kendisine dayatılan bakış açısını muhafaza etmeye çalışan kişilerin bazıları da korkuları artmış, takıntılı, vesveseli ve kuşkucu, kimseye güvenemeyen, psikosomatik rahatsızlıklara yatkın, gergin ve huzursuz bir kişilik yapısı oluşturur. Bu her iki tip kişilik bozulması da aslında kişinin çok ciddi bir travmaya maruz kaldığını gösterir.
Pişmanlık ve suçluluk hissedenlerse, aslında işledikleri günahın kefaretini ödeme isteğiyle kendilerine bunları yaptıranlara karşı hissettikleri korku arasında sıkışıp kalırlar. Bu kişilerin bir kısmı kendilerini dine vererek Allah’ın affına sığınmaya, bazen ibadeti kendine eziyete dönüştürerek rahatlamaya çalışır. Çoğunluksa çekingenleşir; insanlara kendisini açmakta, yakınlık oluşturmakta, dostluk yapabilmekte zorlanan bir insan olur. Bunların içinde, farkında olmadan kendi başlarına dertler açan, kendilerini zarar görecekleri durumlara sokanlar da yaygındır. Bir cezaevinde askerlik yaparken işkenceciye dönüşmüş olmanın en az zarar verdiği kişiler bunlardır. Çünkü bu insanlar sevme kapasitelerini kaybetmemişlerdir. Ama kendilerini sevebilmeleri zorlaşmıştır. Bu insanların da askerlik yaparken yaşadıkları bir travmadır.
Tutuklulara verilen zararın bir kısmı da cinsel tacizlerden oluşmaktadır. Bu cinsel tacizler küfürden soyup çıplak hale getirmeye, tutukluları birbirlerine cinsel tacize zorlamaya ve tutukluların makatlarına cop sokulmasına kadar uzanmaktadır. Taciz ortamını oluşturan veya cinsel tacizi bizzat uygulayan gardiyanın, bir süre sonra bu tacizlerden dürtüsel bir haz almaya başlaması olasılığı çok yüksektir. Bu durumda, askerlik yapmakta olan asker sapkınlaşacaktır. Bu sapkınlık ya daha sonraki cinsel hayatının içeriğini bozacaktır ya da fantezi düzeyinde kişinin iç dünyasının bir parçası olacaktır. Dürtüsel haz ile öfkenin ve şiddetin iç içe olmasına sadizm diyoruz. Bu askerlerin gelecekteki eşleri de dolaylı bir zarar göreceklerdir.
Kendisi cinsel tacize maruz kalan tutuklu -cop sokma gibi- bundan ciddi bir ruhsal zarar görür. Bu zarar daha çok onurunun kırılması niteliğindedir. Makattan copla tecavüze maruz kalan tutuklu grubunun çok az bir kısmında istenmeyen mazoşist eşcinsel fanteziler uyanır. Bu durumda, görülen zarar iyice artar, kimlik bütünlüğü bozulur. Hasta kendisinden nefret edebilecek hale gelebilir. Böyle bir özelliği olmayan kişilerde ağır bir narsisistik yaralanma kaçınılmazdır. Nitekim görüştüğümüz tutuklular kendilerine yapılan böyle bir uygulamadan bahsetmeme eğilimindeydiler. Arkadaşlarına yapılanları, gördüklerini anlatıyorlardı ve kesinlikle isim vermiyorlardı. Aralarında muhtemelen olayın yaşandığı dönemlerde oluşmuş olan, korumaya, yarayı kaşımamaya çabalayan böyle gizli bir mutabakat olması dikkat çekiciydi. Sanırım dayanışmalarının bir parçası olan bu tutum, birbirlerinin mahremiyetine saygıyı ve sevgiyi temsil ediyordu ve desteklenmesi gereken bir tutumdu. Bu yüzden, bu konunun kurcalanmasının o dönemi yaşayanlar açısından bir teşhircilik anlamı taşıyacağı ve travmatik olacağı kanaatindeyim.
Diyarbakır Askeri Cezaevi’ndeki 12 Eylül sonrası uygulamaları planlayanların ve bunların uygulanmasında sorumluluğu olanların verdikleri zarar bütün bir toplumadır. Çocuklarını vatan hizmeti yapsın diye askere gönderen ve orduya emanet eden bu halk ve onların vekilleri de bu hesabın sorulmasını talep etmelidir.
Sonuç olarak, özellikle vahşet döneminde cezaevinde bulunan tutuklulara çok yoğun bir şiddet uygulanmış olmasına rağmen, tutukluların ruhsal olarak bu şiddetle orantılı bir zarar görmediklerini tespit ettik. Bu dönemde 60’tan fazla tutuklunun öldüğünü biliyoruz. Bizim görüştüğümüz hemen her tutuklu diş kırılması, kaburga kırığı, kemik kırılmaları, kulak zarı delinmesi, eklem zararları, sigara yanıkları, tırnak dökülmeleri gibi birçok kalıcı fiziksel zararı halen taşımaktaydı. Buna rağmen çoğu eski tutuklu kendi aileleri ile ilişkilerini sürdürmüş, evlenmiş ve evliliklerini götürebilmiş, çocuklarını büyütebilmiş, sosyal ilişkilerini sürdürebilmiş, hatta siyasi bir etkinliğe dahil olabilmişlerdir. Ancak burada itirafçı olmuş olan ve en büyük ruhsal zararı görmüş olmaları beklenen tutuklu kesimine ve ayrıca birer işkenceciye dönüşmüş, gardiyanlık işlevi üstlenmek zorunda kalan askerlere erişemediğimizi bir kez daha hatırlamamız gerekir.
Bu arada travmatik durumların onarımında, dolayısıyla, oluşan ruhsal zararın azaltılmasında etkili olan faktörlere de göz atmak gerekir. Travmanın etkisinin azalmasında suçluların cezalandırılması ve adalet duygusunun tesis edilmesinin çok önemli olduğunu biliyoruz. Ne yazık ki Diyarbakır Cezaevi tutuklularına şimdiye kadar toplum bu borcunu ödemedi. Başka bir olumlu etken, “kazanmış olma, yenmiş olma” duygusudur. Görüştüğümüz neredeyse bütün tutuklular bu duyguya sahipti. Vahşet dönemini sona erdiren 3 Eylül 1982 isyanı, cezaevi yönetiminin bu isyan karşısında işkenceleri ve dayağı bırakması, cinsel tacizlere son verilmesi, koğuşların açılması tutuklularda zafer kazanma duygusu yaratmıştır. Bu duyguyla birlikte büyük bir kendine ve birbirine güven ve saygı duygusu oluşmuştur. Bu duygular da cezaevinin oluşturduğu zararın aşılmasını mutlaka kolaylaştırmıştır. 1982 eylülünden önce tahliye edilen, yani 3 Eylül kalkışmasının zafer kazanma deneyimini yaşayamamış fakat vahşet dönemi işkencelerine ve aşağılanmalarına maruz kalan eski tutukluların daha fazla travmatik bozukluk belirtileri gösterdiklerini gözledim. Bu eski tutuklular dış dünyaya yeniden adapte olmakta ciddi şekilde zorlanmıştı.
Ayrıca Diyarbakır Cezaevi’ndeki uygulamaların hesabının sorulması, tutukluların tazmin edilmesi, devletin tutuklulardan özür dilemesi, travmanın aşılmasını kolaylaştıracaktır. Diyarbakır Cezaevi’nin müzeye dönüştürülmesi bunun en somut uygulaması olacaktır. Diyarbakır Cezaevi’nin müze olması, bütün bir toplumun oradaki vahşeti yaşayanlara borcudur.
Kuşkusuz ki Diyarbakır Askeri Cezaevi’nde tutukluların kişilikleri, kimlikleri yok edilmeye çalışılmıştır. Onları onursuzlaştırmak ve ruhen yok etmek için her yol denenmiştir. Bu uygulama insanlığa karşı işlenmiş bir suçtur çünkü insanları korku içinde yaşayan, kimseyi ve kendisini sevemeyen, köklerine, annesine, babasına, kardeşine, arkadaşlarına, kültürüne ihanete zorlayan bir içeriğe sahiptir. Bu uygulama amacını gerçekleştirirse, insan, insan olmaktan çıkar, bir robota dönüşür ve ne kendine ne de başkalarına bir hayrı olur.
Kaynak: http://erdogancalak.blogspot.com/p/cezaevindeki-uygulamann-tutuklu-ve.html