ANALİTİK ALAN 3

Şub 1, 2024

3. Hafta 02.03.2023

III-  ALANDAKİ KLİŞELER VE İÇGÖRÜNÜN FELCE UĞRAMASI

Analitik durumun gerileyen (regresif) yönü ve tekrarlayan fenomenlerin önemi onu zorunlu olarak patolojik hale getirir.

Genel olarak bebekleşmek ya da çocuklaşmak işlevlerde bir bozulmaya sebep oluyorsa problem olarak tanımlanır mesela bir insan düğüne gitti dans ediyor veya arkadaşlarıyla kâğıt oynuyor, bunlar işlevlerde bir bozulmaya yol açmadığı için problem değildir. Adaptif regresyon dediğimiz şey insanın içindeki çocuğun ya da bebeğin kullanılmasıyla ortaya çıkan, insanın hayatını renklendiren, içindeki hisleri, duyguları, ihtiyaçları ortaya dökmesine yardımcı olan bir sonuç oluşturur mesela oyun oynarken herkesin içindeki yenme arzusu, rekabet vs. ortaya çıkar, tiyatro yapmak bile bir manada içindeki çocuğun kullanılmasıyla ortaya çıkan bir durumdur. İnsanların içindeki çocuğun veya bebeğin ortaya çıktığı durumlarda işlevler düşer; bir insan düğünde dans ederken muhasebe tutamaz, ama bu dinlenme, yenilenme amaçlı olduğunda içimizdeki zenginliği hayata sokmak amacı güttüğünde buna adaptif regresyon, diyoruz ve problem saymıyoruz ama bu adaptif regresyona girme kabiliyeti yoksa problem olarak algılıyoruz; çünkü bu insanlar kendilerini yenileyemezler, ruhen kendilerini dinlenmiş bir hale getiremezler fazla akli ve kaskatıdırlar bu da onları biraz sıkıcı yapar.

Bu adaptif regresyonu bir kenara bırakırsak; terapi sırasında oluşan regresyonda insan çocuklaştığında ve bebekleştiğinde tedaviciyi giderek ebeveyn yapmaya başlar, ebeveynleri ile olan sorunlarını tedaviciyle yaşamaya başlar ve birçok problemi ortaya çıkar. Ortam bir çocukla bir büyük arasındaki ortama benzemeye başlar; daha önce gizlenen, saklanan, arkaya atılmış ne kadar problem varsa hepsi ortaya çıkar mesela evli bir adamsa karısının daha önce fark etmediği; kıskançlığı, öfkesi, hasedi görünür hale gelmeye başlar veya işinde gücünde bir verim kaybı olur. Dolayısıyla regresif bir duruma girmek işlevlerde verim kaybı oluşturur ama bunun karşılığında sezgileri artar, akli yönü azalır, duygu dünyası eşiyle olan ilişkisine daha fazla girmeye başlar, önceki sıkıcı ilişkinin yerini daha öfkeli, daha problemli, ama daha canlı bir ilişki alır. Dolayısıyla artısı ve eksisi olan karşımızdaki insanın kendi çocukluğunda tıkanmış ve yaşayamadığı birçok şeyin tekrar ortaya çıkmasının ve onların tekrar görünür, yaşanır hale gelmiş olmasını olumlu bir değişiklik olarak algılarız, ama diğer yüzünde de işlevlerde bir kayıp olur.

Normal şartlarda insanlık bir şeyler oluşturmayı ve ayakta tutmayı becerdikçe, uygarlık geliştikçe çok fazla çocuklaşmayı ve bebekleşmeyi de içeren bu durumun artısını ve eksisini göze almayan biri için bu patolojik sayılabilir. Biz şunu bilmeliyiz; hastayı regresyona çektiğimizde hastanın çalışma kapasitesinde düşme olur ama başka kapasiteleri artar bu süreç bittiğinde çalışma kapasitesi tekrar artar. İnsan ne kadar çocuklaşırsa kendisi bir şeyleri oluşturmak yerine her şey ona verilsin diye çevresinden beklemeye başlar. Bir şey oluşturmak veya ortama katkıda bulunmak yerine hep bana verilsin, ben az vereyim, gibi bir tutum arka planda doyurulmamış bir çocuk ve bebek varsa ister istemez görünür hale gelir. Hatta bazen bu durum kişiyi dezavantajlı duruma düşürür, bu durumlara düşürebildiği için kitapta patolojik olarak tanımlanmıştır. Biz bunu işimizin bir parçası olarak algılıyoruz ama eşi “ne oldu buna” diye çok kızıyor olabilir ya da “eşim ne kadar duyarsızdı artık film seyrederken ağlıyor” diye sevinebilir.

Öte yandan bu durum, tedavi amacına ulaşılması ve hastaya yardımcı olmasının temel koşuludur. Gerçekten “sonlandırılabilir” bir analiz mümkün olsaydı, alanın patolojik kristalleşmeler olmadan serbestçe işlediği bir analiz olurdu. Analitik süreç tüm engellerin art arda çözülmesi olarak tasavvur edilebilir ama aslında alandaki iletişim ve hareketlilik defalarca dirençler tarafından engellenir. Eğer, Freud’un tamamlanmamış eserlerinden birinde (1940e[1938]) düşündüğü gibi her savunma mekanizması belirli bir “Splitting” ego içinde bir tür bölünme oluşturur. Bunun anlamı bölünmenin patolojik bir inşa oluşturmasıdır. Bu durum alanın sektörlerinden birinin ana yapıdan ayrılması anlamına gelir ve bu bölüm genel dinamiklerden kaçar ve az çok belirgin bir felç yaratır.  

Bastırma savunmasıyla egonun, anıların veya yaşantıların bir kısmı bastırılır ve devre dışı bırakılır anıların vs. hatırlanmıyor olması bir fakirleşmeye neden olur. Analiz süreci bastırılmış ‘olan’ın tekrar ortaya çıkmasını sağlarken hem kişinin enerjisini arttırır, -çünkü artık enerji bastırma için kullanılmıyordur ve bastırma için kullanılan enerji serbest kalır- hem de kişinin gömdüğü her şeyi ortaya çıktığından iç dünyası daha zengin bir hale gelir. Freud diyor ki; bir savunma kullanıldığında bu bastırılan içerik gömülür ama sadece bastırılan içerik gömülmüş olmaz bir de egonun bir parçası egodan ayrılmış olur -buna siplitting diyor-. Bu siplittinglerin miktarı fazla olursa bu siplittingler kendi içlerinde organize olarak kullanılamayan bir başka patolojik yapı oluştururlar.

Sahada bir miktar hareketlilik olsa bile bölme bölünmüş sektörü izole etme işlevi görür, böylece durumun dinamiklerinin dışında kalır. Bu bölme, bastırma (repression) anlamına gelmez: Bölünmüş sektörün bazı bölümleri bilinçlidir veya kolayca bilinçli hale gelebilir. Diğerleri ise tersine bastırılmıştır ve mevcut bölünmeyi destekleyen daha arkaik bölünmelere karşılık gelirler (M. Baranger, 1960; M. Baranger & Baranger, 1961–1962).

Şöyle şeyler olur; mesela bir insan geçmişinde birçok travmaya maruz kalmış ve diyelim ki bu travmalar nedeniyle kendisini koruyamadığı için veya kendisi annesinin öfkesine maruz kaldığı için annesine bir öfkesi var. Bu çocuk anneye öfkeli olduğunda annenin ona daha çok öfkelendiğini, cezalandırdığını veya “seni artık sevmem”, diye tehdit ettiğini algılar -her çocuk bunu algılar- o zaman içindeki travmatik tarafı ne yapmak zorunda kalır? Kendinden biraz kapatmak zorunda kalır, bunu ya bastırarak yapacak ya da bir ego parçası oluşturacak, o tarafını kendinden ayıracaktır. Bu sefer ayırdığı taraf ne olacaktır? Mesela daha birinci çocuğun altından kalkamazken ikinciyi doğurayım, diyen bir anne gördüğünüzde içinizdeki o ihmal edilmiş, travmatize olmuş olan taraf uyanır, biz bunun aslında kendi annemize olan öfke olduğunu anlamıyoruz ve bu öfkeyi o kadına kaydırıyoruz veya çok sık rastlanan bir şey; bazı insanlar içlerindeki o mağdur tarafı hayvanlara yansıtıp onları iyileştirip sevip onları mutlu ederlerse kendi içlerindeki mutsuz tarafı mutlu edeceklermiş, onaracaklarmış gibi bir psikoloji ile hayvan düşkünü olurlar. Hayvan düşkünü olmak bir sorun değildir, ama bazen kendi imkânlarını aşan şeyler yaparlar -ki bunu çok sık görürsünüz. O hayvan onların içindeki sahip çıkılmamış tarafı temsil ettiği için sanki o hayvana sahip çıkarken içlerindeki sahip çıkılmamış tarafa sahip çıkmaya çalışırlar böylece bu splittingler hayırlı bir kanala dönüşürler ama burada ölçü kaçmış olur. Böyle durumların arkasında insanların kendi travmaları yatar, mesela; bir hasta kar yağdığında hayvanlar dışarda üşüyor diye uyuyamıyordu. Zar zor geçiniyordu kasaplardan kemik toplayıp onları hayvanlara dağıtıyordu yavaş, yavaş bunun nedenini anladığında artık kendisine bu kadar zarar vermeden yapabiliyor. Buradaki tehlike onları kurtaracağım, derken kendine zarar veriyor olmasıdır. Bu insanlara “senin çocukluğunda sana sahip çıkılmadığı zamanlar olmuş bu hayvanlara sahip çıkarak o tarafını mı onarmaya çalışıyorsun” dendiğinde hemen anlarlar. “Evet, olabilir” derler; bunu kendisi yakalayıp çocukluğuna ait çağrışımlar getiren hastalar da vardır.

İki kişilik durumda, hastanın bölme girişimi analistin bilinçaltı suç ortaklığı veya kör noktasıyla birleştiğinde gerçekten zararlı hale gelir. Analitik süreçte bir verimsizlik gözlemlenebilir. Süreç devam ediyor, malzemenin bir kısmında bir çalışma var, ancak çok önemli bir parça sürecin dışına atılıyor ve kristalize halde kalıyor bu elbette analizin sonucuna çok büyük bir engel koyuyor.

Hastayı dinlerken olan bitenin arkasında ne olduğunu merak etmiyorsanız ilişkinin derinliği ve verimliliği düşer. İşi muhabbete çevirdiğinizde “bunun arkasında ne var” merakı yavaş yavaş gündemden çıkar. Onun yerine anlatılanları dinlemek ve belki biraz yorumlamak kalır, ama o yorumlar da yüzeysel olmak zorundadır çünkü o yorumlar “niye bu şekilde oluşuyor” diye bir merak oluşturmadığı için iş yavaş, yavaş sosyal bir ilişkiye döner. O yüzden olan bitenin arkasında ne var merakını kaybetmemek önemlidir. Bunu da öküz altında buzağı aramak şeklinde değil gerçekten içten ve samimi bir merakla yapmak önemlidir. “Acaba niye böyle hissettin, ne oldu orada?” gibi yapmacık olmadan, benliğinizi kullanarak sormanız lazım ki işler doğru yürüsün yoksa bozulmaya ve bir sürü alan konu dışı kalmaya başlar; önemli birçok alan konuşulamaz olur onun yerine yüzeysel bir sürü alan geçer, yavanlaşır. Bunları algılayıp kaçırmamak lazım.

Bu burç (M. Baranger & Baranger, 1961–1962) ilerlemeyi engeller. Hastanın temas etmemeye kararlı olduğu burçlar vardır. (Burç eski kalelerde zindan olarak kullanılan yüksek bölüm anlamında kullanılmaktadır.) Bu, (burç) bir nesne ilişkisi, hastanın “sapıklık” olarak gördüğü hoş bir aktivite, ekonomik durumuyla ilgili bir bilgi, bir ideoloji vb. olabilir. Analist tarafında herhangi bir suç ortaklığı yoksa o zaman hastanın burcu analitik çalışma için bir zorluk veya bir “dirençtir”, ancak alanı tamamen kaplayan bir burç değildir.

Bazı insanlar “ben bu konuyu konuşmak istemiyorum, ben başka bir şey anlatacaktım” derler. Bunlar birer burçtur; ilişkinin içeriğini fakirleştirirler. Konuşulamayan her alan bir fakirleşmeye neden olur. Buralarda “hastaya saygı gösterelim, söylemeyecekse söylemesin sonra söyler” diye düşünürseniz dirençleri kabullenmiş olursunuz -ki bu da aslında sizin direncinizdir. “Bu konuşmak istemediğin alanın arkasında önemli bir şey olmalı ki sen bunu konuşmak istemiyorsun” dersiniz. O da der ki “ben zaman kaybetmek istemiyorum”. Kendince o burcu korumaya çalışır ama siz, akla gelen her şeyin konuşulmasını beklediğinizi ve başlangıçta bu mutabakatı yaptığınızı, ondan aklına gelen her şeyi konuşmayı beklediğinizi söyleyerek söyletmeye çalışırsınız; arkasından illa bir şey çıkacaktır. Bizim yaptığımız işte “ben bunu konuşmak istemiyorum, şunu konuşacağım” gibi bir kültür analitik ortamı bozar. Biz yaşam koçu değiliz, onun getirdiği konuları konuşup başkalarına dokunmamak olmaz. 

Hasta şu ya da bu şekilde temel kuralı çiğnemeye çalışır (serbest çağrışım yapamaz) ve analist, hastanın kaçındığı içeriği alanın geneli ile yeniden bütünleştirmeye çalışır. Bununla birlikte, analistin böyle bir suç ortaklığı mevcut olduğunda, iletişim bölünür; hastanın direncini ve analistin karşı direncini içeren, bilinçaltı bir ilişki sürer ve birlikte çalışır. Bu durumda alandaki bir alan kristalleşir ve analiz sürecinin dışında kalır. Öte yandan başka seviyede görünüşte normal bir iletişim devam eder ancak böyle bir durumun dezavantajları hemen hissedilir, alanın burcu güçlüyse genel dinamikleri felce uğrama eğilimi gösterir. “İşe yaramayan” (çalışmayan) analizlerde böyle olur. Freud (1916–17), analizi nevroz tarafından istila edilmiş bir bölgenin yeniden fethedilmesiyle karşılaştırdığında, süreci oldukça farklı bir şekilde ama aynı çizgide tanımladı. İstilacı ordu, alanı kurtarmaya çalışanlarla istediği herhangi bir noktada savaşabilirdi. Savaşın illaki fethedilmiş topraklarda olması gerekmezdi. Analistin işgal altındaki bölgede bulunan müttefiklerine güvenmesi halinde işgalcinin de kurtuluş ordusunda kendisi için çalışan ajanları olduğunu hatırlatabiliriz. Bu ajanlar kurtuluş ordusunun bazı güçlerinin felç olmasına ve hatta fethin başarısız olmasına neden olabilir. Çoğu zaman bu direniş/karşı-direnç gizli anlaşması, alan dinamiklerini tekdüze ve monoton bir döngüye dönüştürür. Pichon-Rivière, bu durumu (1956) bir “spiral süreç” olarak tanımlar. Analizdeki hareket, bir koşu bandında yürümek gibidir. Hem analist hem de hasta, koşu bandında veya farkında olmadan inşa ettikleri burçta yürümeye devam ederken kendilerini bir yere doğru gidiyor zannederler. Alan patolojisinin en aşırı örneği, hastanın analistte bir parazit olarak yaşamasıdır. Analistin görevinin bir parçası hastanın yansıtmalı özdeşleşimlerinin kendisine nüfuz etmesine izin vermek veya hastanın yansıttığı duygularının emanetçisi olarak hizmet etmek olduğuna göre bu parazit durumunda seans genel olarak yatırılanın geri verilmesiyle sona erer. Ancak bu onarımın gerçekleşmediği zamanlar vardır (belki giriş çok şiddetli ve invaziv (işgal edici) olduğu için mi?) ve analistte, oturumun bitmesinden sonra da hastanın kendisine dahil ettikleri ikamet etmeye devam eder.  Bu süreç devamlılık taşırsa hasta, analiste asalaklık (parazit) bir durum oluşturur.

Bazı hastalar farkında olmadan kendiliğinden muhtemelen çok fazla bebeksi arka plandaki travmaları nedeniyle kendi başına iş göremeyecekmiş gibi tedaviciye veya bir ilişkide taraflar asalaklık diye tanımlanan bir biçimde yapışırlar. Böyle bir yapışma mesela seansın içinde bir şey konuşulup derinleşme ve bir iç görü geliştirildiğinde aslında bir bakıma karşıdaki insana bağlılığı da arttıran bir şey oluşturur, hem ilişkinin derinliği artar hem de bağlanma artar ama seans bitmeden önce seansta oluşmuş olan kazanç, tedavicinin hastayla kendisini karıştırmıyor olması halinde onun ayrı bir hayatı olduğunda o kazanç ilişkiyi bir şekilde güçlendiren ve sağlamlaştıran bir şey olarak kalır ve asalaklık durumu ortadan kalkar yani hasta gider. Asalak durumunun tam kalkamadığı durumlarda hastanın gitmeye mecbur kalmasının onda öfke oluşturduğunu görürüz; bir türlü ortamdan çıkamaz gidemez, biraz uzatır, dolanır, çay içer vs.. Orada hasta ya doymamıştır, seans içinde alabildiği yetmemiştir, biraz daha burada kalarak alma ihtiyacını doyurmaya çalışıyordur ya da bu asalaklık durumu oluşmuştur. Eğer siz gittiğinizde aklınıza hasta geliyorsa hastayı içinizde taşımaya devam ediyorsanız, kafanıza takılıyorsa veya o sizi maillerle taciz ediyorsa bu sadece doymamış olmak değil size öfkeli olduğunu ve o yapışıklığı sürdürmeye çalıştığını ve uzaktan da olsa sizi sömürmeye çalıştığını algılarsınız. Bizim burada oluşturmaya çalıştığımız derin ilişkilerde yani regresyona çeken ilişkilerde bunlar olur. Hasta kendi geçmiş travmaları yüzünden kendi başına var olmayı beceremiyorsa sizi bırakıp hayatına geri dönemez. Dolayısıyla bunu anlayıp doyduğuna emin olduğunuzda bunu sonlandıracak bir tutum sergilemek lazımdır. Parazitlik bir patolojidir, büyüten bir şey değildir. Tedavicinin biraz öfkelenmesine yol açabilir.

SORU: Freud savaşın illa fethedilmiş alanlarda olması gerekmediğini, başka alanlarda da savaşılabileceğini söylerken ne demek istiyordu?

Bunu bir örnekle açalım: Mesela bir çocuğun annesiyle ilgili sorunları konuşuluyor; annesine dürtüleri ile bağlı olduğunu anlıyor, bir yandan bunlar konuşuluyor, ama seanstan gittikten sonra hasta annesine tekrar yatırım yapıyor -ki bu olur; konuşulanları unutur, yine aynı duruma düşer. Bir insanın mesela annesiyle ilgili problemlerini konuşurken aslında bu insanın başka bir insanı içinde muhafaza edememek gibi bir sorunu var ve annesine ancak dürtüleriyle bağlanarak annesini içinde var edebiliyor diyelim. Bunu sadece annesine yapmaz kazağına da arkadaşına da sevgilisine de yapar. Freud diyor ki bunu illa annesiyle olan ilişkisinde çözeceğiz diye bir şey yok, nerede görürsek orada çözmeye çalışırız.

SORU: Parazit ilişkisinde o kişinin sınırlarla ilgili problemi vardır denilebilir mi?

Evet. Sembiyotik ilişkide, o ilişkiden her iki taraf da yararlanır iş birliği vardır. Sembiyotik ilişki işlevini gördüğünde seans sonunda biter, bir sonraki seansa geldiğinde tekrar simbiyotik ilişki kurulur ama seans bittiğinde herkes kendi hayatına döner ama asalaklık ilişkisinde bu olmaz, tek yanlıdır, tedavici orada genel verici olarak tanımlanmış olur. Tedavicinin kendi sınırlarını iyi muhafaza edememesi yüzünden ya da öfkesinden fazla korkuyordur vs. gibi sebeplerle de bu olabilir. Sınırların iyi çizildiği durumlarda hasta seanstan gittiğinde tekrar kendi dünyasında döner, konuşulanları unutmaz ama seninle olan bağını bir süreliğine keser, kendi hayatına döner ama asalaklık durumunda bu olmaz, aklı fikri sizde kalır. Bazen sıkıntı içinde olan insanların aklının sizde kalması bir sorun değildir ancak bu oluyorsa ilişkinin parazitik bir ilişki olup olmadığını da sorgulamak gerekir. Parazitik ilişki tek yanlı bir ilişkidir; birinin lehine diğerinin aleyhinedir dolayısıyla bir süre sonra yorulursunuz, öfkelenirsiniz, bıkarsınız. Her patoloji iki tarafın da katılımıyla oluşur, hastayı kendi parçanız yapıyorsanız veya hastanın biraz zorlanarak çözebileceği bir durumda aman acı çekmesin, onun acısını durdurayım, diyorsanız orada parazit bir ilişkiye yol açabilirsiniz; herhangi bir zaaf hem size hem hastaya zarar verir.

Öznel olarak analist hasta tarafından işgal edilmiş olarak kendini yetersiz hisseder; analitik durum zamansal çerçevesini kaybeder ve seansların dışına taşar ve seanslar arasında hastayla ilgili endişe ortaya çıkar. Bu tür bir durum genellikle hastanın kendine zarar verme tehdidiyle üretilir (intihar, kendi kendine yol açan kazalar, psikotik çöküntü, vb.).  Analist üzerindeki bu asalaklık bazen analistin hayatının içine dalan hastayla ilgili kişilerin (akrabalar, arkadaşlar, doktorlar vb.) aktif katılımında somut bir biçimde algılanabilir. Bazen de onu harekete geçirmeye çalışan durumlar olarak görülür. (hastanelere yatış, psikiyatrik tedaviler). Bu gerçekleştiğinde, analitik durum patlar (ortadan kalkar) ve hastanın çevresi, onun “benliğinin” parçalarının taşıyıcısı olarak hareket ederler. Bu durumda hastanın yakınları hastanın yönetmeni olduğu bir oyunda -ki aktörler gibidirler. Zaman zaman, analitik alanda, bir burç tarafından paralize edici fenomenle analitik durumun imhası arasında net bir ardışıklık gözlemlenebilir. Bu durumlarda burç, hastada aktive edildiğinde ani bir patlamaya neden olan bir “psikotik nodülü” gizler ve savunur ve analist bir parazit ilişkiye yakalanır. Hastanın parazit istilası öncesinde, analistin alandaki iktidarsızlığı, yerini parazitin birçok başkasına ve birçok kişiye yayılmasına sebep olan yeni bir iktidarsızlığa bırakır.

Diyelim ki hasta tedaviciye tutunamıyor, niye tutunamıyor? Tedavici analitik ortamın bozulmasına göz yumuyorsa hasta analitik ortamı kaybeder ve tutunacak başka bir yer arar. Kime gider? Annesine babasına kardeşine, arkadaşlarına gider ve onları seferber ederek size gelmelerine “uyuyamıyor, intihardan bahsediyor, korku içindeyiz” demelerine neden olur. Siz de onların beklentilerine uygun davranırsanız psikanalitik ortam kaybolur. Parazitik ilişkiye izin vermemenin çaresi; bütün dirençleri görüp bunları ortaya çıkarıp hastanın sizinle iş birliği yapmasını beklemek ve sabırla doğru çizgide kalmaktır. 

Hastanın analist tarafından parazitlenmesi sıklıkla olur ve bu da yansıtmalı ve içe yansıtmalı özdeşleşmelerin karşılıklı etkileşiminin sonucudur.

Bazen de sizin hastaya parazitik şekilde bağlanmanız söz konusudur mesela hasta sizin narsistik sisteminize iyi geliyordur, hastanın size bağlılığı, size hayran olması veya size ne kadar çok ihtiyacı olduğunu belli etmesi vs. siz de iyi değilseniz, kendinizi değersiz hissetmeye müsaitseniz hasta sizin narsistik sisteminizi ayakta tutmanıza yardımcı olacak bir etki oluşturuyorsa siz de hastaya “biraz daha sık gel” diyebilirsiniz. Bunu yaparken hastanın iyiliği için yaptığınızdan eminsinizdir ama bu sizin parazitik bir ihtiyacınızdan kaynaklanabilir.

Bu bir dereceye kadar genel bir durumdur- bu nedenle analist, hastanın “asalak süper egosu” olarak tanımlanır (Radó) ve bazı durumlarda geniş bir alan kaplayabilir.  Hasta, kendini analist tarafından yönetilen bir kukla gibi hisseder, analiz için yaşar ve analist ona sürekli emir veriyormuş gibi davranır.  Bu olursa, idealleştirdiği analist adına kendini boşalttığı için hastanın egosunda geçici bir yoksullaşma olur; hasta ya kendini içi boşalmış gibi veya ölü ve işe yaramaz nesnelerle dolu bir kap gibi hisseder.

Bazı hastalar bizi o kadar büyük bir referans haline getirirler ki onları yönetmemizi bekleyebilirler. Bizim hastayla ilgili aldığımız sorumluluk onun iyileşmesi, problemlerini çözmesi ile ilgilidir. Hastanın bütün sorumluluğunu biz almıyoruz tam tersine hastanın başına gelen her şeyin onun kendi seçimleriyle, kendi malzemesi ve özellikleriyle ilgili olduğunu anlamasına yardımcı olarak onun kendi sorumluluğunu almasını teşvik ediyoruz. Yaptığımız iş; bir insanın kendisini kader kurbanı diye tanımlamasından kurtulup kendi sorumluluğunu alacak hale gelmesidir, zaten büyüme dediğimiz şey büyük ölçüde budur. Dolayısıyla biz hastanın kendi sorumluluğunu alacak hale gelmesini isteriz ama arada bazen yardımcı ego olarak davrandığımız da olur. Hasta bir yerde çok zorlandığında, gerçekten yolu kaybolmuş olduğunda veya bir karar veremediğinde sizden destek bekler siz de zaman,  zaman geçici olarak ona yardımcı ego olmayı üstlenir fakat sonra kendinizi geri çekip onun kendisiyle ilgili sorumluluk alanını kendisinin doldurmasını beklersiniz. Burada bir hata yapılırsa -ki hastanın sizi içindeki bebeğin annesi yaptığı durumlarda böyle bir eğilim artar, aynen bir bebek gibi hasta önce sizin gözünüzde sevilebilir bir varlık olmaya ihtiyaç duyar. Dolayısıyla hastanın içindeki bebeğin uyanması sizin söylediğiniz her şeye fazla duyarlı olduğu bir dönemdir buralarda gerçekten çok itinalı ve ustaca davranmak gerekir. Bir varlık kimi anne yaptıysa onun tarafından beğenilme arzusu yüksektir, siz onu beğenirseniz o kendini beğenir. Onun kendini sevebilmesi için sizin onu sevdiğinizi görmeyi beklediği bir dönemdir ama hasta bütün sorumluluğunu sizin üzerinize yıkmaya çalışabilir. Belki parazitik dönem de böyledir, parazitlik durumun oluşmasında bu da etkili olabilir, bu durumda çok dikkatli olmak gerekir. Bir yandan hastaya destek olurken bir yandan onun içindeki bebeğin anneliğini üstlenirken bir yandan da işi onu yönetmeğe, onu bizim yönettiğimiz bir kuklaya veya bizim bir taklidimize, kopyamıza dönüştürmeyecek bir tutum içinde olmamız çok önemlidir. Böyle bir durumda hasta bütün her şeyini bize emanet edip, bizim malzememizi kullanarak varlığını sürdürüyorsa egosunda bir zayıflama olur. Bunu hissedersiniz, hasta iyi gitmiyordur, hastanın kendi varoluşunda bir zayıflama, güçsüzleşme, fakirleşme olur ve hastanın egosunun gücünün azaldığını anlarsınız. Bir hata yapıldıysa böyle olur mesela; bir hasta vardı, “size bir şey anlattığımda o şey içimden kayboluyormuş gibi oluyor, sanki anlatarak kendi içimi boşaltıyormuşum gibi oluyor, ben ne yapacağım”, diyordu. “Ben bunları size anlattığım zaman boşalıyorum, hiçleşiyorum” diyordu. Hasta kendine iyi idare edemeyen biriydi ve onun kendisine doğru idare etmesine yardımcı olacağım derken fazla sorumluluk üstlenmiş olabilirim. Zaman, zaman hastanın içinin yoksullaştığını, kendi sorumluluğunu alamadığını, her şeyi size yıkmaya yöneldiğini algılarsınız. Dikkatle dinliyorsanız işin yolunda gitmediğini anlarsınız. Burada sınırlarla ilgili bir problem de vardır her büyük problemin içinde mutlaka sınırlarla ilgili bir problemi görürsünüz. Bebekliğe indirmek zorunda kaldığınız bütün hastalarda bu problem olacaktır, benliğinizi kullanmak ve iyi dinlemek zorundasınız siz kötü iseniz hasta aşağıya kayar.

Herhangi bir asalaklık durumu, alanın kendini tekrar eden klişelere dönüşmesine, canlılığın azalmasına veya kaybetmesine yol açıyorsa bu durum alan patolojisi anlamına gelir. Ancak amaç, analiz değil de belirlenmiş bir konuyu ele almaksa bu durumda tekrarlara, klişelere alan patolojisi diyemeyiz. Bu tekrarlardan rahatsızlık duymamak mutlaka simbiyotik bir duruma işaret etmez. Analitik durumun kendi içinde simbiyotik olduğu bile söylenebilir. İlk olarak, çocuğun ana babasına sembiyotik bağımlılığı dönemlerine geri götürdüğü (regrese olduğu) ve ikincisi, yansıtmalı özdeşimler üretmeye yönelik olduğu için.  

Her insanın ruhunda simbiyotik bir ilişkiye ihtiyaç vardır. Eğer bir insan kendisiyle ilişkisini çok kesmediyse androidleşmediyse yüzeyselleşmediyse mutlaka bebeklik döneminde yaşadığı doyumların, bebeklik döneminin yeniden üretilmesine ve tekrarlanmasına ihtiyaç duyacaktır. Bir insanın başka bir insanla her iki tarafı da tatmin eden, iki tarafa da iyi gelen bir durum yaratması insanın normal bir insan olmasının temelini oluşturur. Bu da simbiyotik ilişkiye geri dönmektir. Burada önemli olan şey şudur; simbiyotik ilişkinin iki tarafı birbiriyle karıştırabileceği bir zemine kaymaması ve simbiyotik ilişkinin devamlı olmamasıdır. Önce simbiyotik ilişki olur sonra kendisi olur, sonra tekrar simbiyotik ilişki olur. Bunun kendiliğinden doğal bir şekilde çalışıyor olması lazım ki parazit ilişkiye dönmesin. Arkadaşlıklarda, ilişkilerde zaman zaman simbiyotik ilişkiye kayılır -ki cinsellik bu olmadan doğru düzgün yaşanmaz- ama orada kendi sınırlarınızı muhafaza edip etmemek belirler. Durumun sağlıklı olup olmaması sınırların belirli olup olmamasında yatar. Herkes bu simbiyotik ilişkiye inemediğinde kendini yapayalnız, hiçbir işe yaramaz, kimsenin sevmediği bir insan gibi algılar. Hem ben hem de biz olmayı bir arada gerçekleştirebiliyorsak sıkıntı yoktur, ama ‘ben’ olamıyorsak, devamlı ‘biz’de kalıyorsak orada bir sıkıntı vardır mesela; iki sevgili bir ev tutmuşlar, beraber yaşıyorlar, o ortama katkılarının ne olacağı, birbirlerinden ne bekleyecekleri eğer sınırlarının karışma tehlikesi varsa bunların baştan konuşulması ilişkiyi daha uzun ömürlü ve daha güvenli hale getirir. Kendi haline bırakıldığında, içimizdeki bebek uyandığında parazit ilişkiye dönmesine sebep olabilir.

Aile biz değildir. Orada anne, baba, bir ahenk var, zaman, zaman iyi vakit geçirebilir, anne baba çocuğa iyi geliyor, çocuk da onlara iyi geliyor; burada birbirlerine zarar vermeden bir arada olabiliyorlarsa aile o anda simbiyotik bir duruma girer ama sonra çıkarlar. Çocuk oturur dersine çalışır, diğeri haberleri dinliyor vs. ama çocuk gidip dersini çalışamıyorsa ilgisini çekmediği halde babasıyla haber dinliyorsa orada sıkıntı vardır.

Sembiyotik bir durumdan, bireysel sınırların belirli noktalarda ve bir dereceye kadar bulanıklaştığı, yansıtmalı özdeşim süreçlerinin hâkim olduğunda söz ederiz. Bu durumda simbiyotik ilişki içerisindeki kişiler arasında işlevlerin paylaşımı vardır.   Herhangi bir çiftte (ve kalıcı bir çiftte çok daha fazla) ve bu şekilde işleyen herhangi bir insan grubunda mutlaka bir dereceye kadar sembiyoz (ortak yaşam) olduğunu düşünürüz. “Kesin konuşmak gerekirse”, diyor José Bleger (1961), “çapraz yansıtmalı özdeşleşme” olduğunda ve taraflardan her biri diğerinin tamamlayıcı rollerine cevap vererek hareket ediyorsa sembiyozdan söz edebiliriz.

Biz karşımızdaki insana içimizdeki bebeğin bazı parçalarını yansıtarak neye ihtiyacımız olduğunu farkında olmadan iletiriz ve bizim ihtiyacımız olan duygunun karşımızdaki insanda uyanmasını sağlarız mesela; bize şefkat ve ilgi duyar, dikkatini bize verebilir, biz bunu farkında olmadan yaparız. Karşımızdaki de bunu yapar, karşılıklı olarak iki taraf da içlerindeki daha bebeksi bir tarafın ihtiyaçlarını birbirine yansıtır ve karşılıklı olarak birbirlerinde duygu uyandırırlar. Bu bir simbiyotik durumdur. Sembiyozun tarafları birbiriyle iletişim halindedir, neye ihtiyacı olduğunu, neyle tamamlanmak istediğini birbirlerine iletirler. Bir insanın ilişki kurma kapasitesi veya karşısındaki insana ihtiyacı olanı verme kapasitesi yoksa -ki bu çok sık görülür- anlayışsız, katı, yargılayıcı olur. Bu durumda vermek istemediği veya malzemesi yetmediği için kendini diğer tarafa kapatmış olur. Böyle olduğunda karşılıklı yansıtmalı özdeşleşim bozulur. Taraflardan biri diğerini daha iyi anlarken öbürü onu anlamaz hale gelir bu durumda veremeyen, asalak ilişkiye dönmek ister; hep alayım ama hiç vermeyeyim, demeye başlar. Karşısındaki insanın alanını bozmaya ve onu işgal etmeye döner. Bunlar ilişkinin bozulmasının önemli sebepleridir; adını koyamayız, fark etmeyiz ama bir şeyin bizi rahatsız etmeye başlaması gibi durumlar olmaya başlar. Parazit durumu olduğunda kişi bir yandan şikâyet eder ama bir yandan da onu bırakamaz. Sanki bırakırsa ölecek, intihar edecek vs. kaygılarıyla öfkeleniyor olmasına rağmen ilişkiyi bırakamaz, onu çekmeye çalışır. Hastalarda görüyoruz; ben onu bırakacağım ama çok üzülüyorum, denen durumda parazitik ilişki vardır ama yansıtmalı özdeşleşimin gücü o kadar fazladır ki zarar görmesine rağmen bırakamaz. Biz de deriz ki “senin çocuğun mu, anne gibi düşünüyorsun, o seni anneleştirmiş ama sen de onun annesi olmuşsun ki bu duruma rağmen bir türlü ilişkiyi bitiremiyorsun.” Çok sık rastlarız. Bazı durumlarda ebeveyn çocuksa o da projektif identifikasyonla çocuğu manipüle etmeye çalışır. Daha doğrusu çocuğu kendisine annelik yapmaya mecbur bırakır. 

Tersi de geçerlidir sembiyoz varsa birbirini tamamlama ve yansıtmalı özdeşim de vardır. Bir bakıma analitik durum tanıma karşılık gelir (analist, alanın “yetişkin”i, “sağlıklı egosu” vb. ve analizan “çocuk”, “nevrotik” vb.). Yine de rollerin değiştiği ve analistin hasta çocuk ve analizanın sağlıklı yetişkin olduğu anlar vardır. 

Simbiyoz üç yaş öncesine aittir. Bütün varlıklar bebekliğin yeniden üretilmesi ile varlıklarını sürdürürler. Aslında bir bakıma simbiyoz dediğimiz şey ilk ilişkidir. Bir insanoğlunun ilk öğrendiği, ilk deneyimlediği, unutmadan tuttuğu -yoksa bunun eksikliğini depresif olarak, boşluk, anlamsızlık olarak deneyimler- annenin oluşturduğu bütünlükte eğer iki taraf da faydalanıyorsa o zaman simbiyotik bir durum oluşur bu hayatının daha sonraki zamanlarında ama çocuklarınla, ama dostunla, ama sevgilinle yeniden, yeniden deneyimlemek istediğin bir şeydir. Buradaki patoloji eğer o ‘biz’den ‘ben’e dönemiyorsa hep ‘biz’ olarak kalma eğilimi gösteriyorsa bu bir tehlike oluşturur. İçinin boşalmış gibi olmasına sebebiyet veren, kendine yatırım yapamayan, bütün yatırımının karşıda kaldığı bir durum oluşur. 

Doğrusunu söylemek gerekirse analitik durum, analist tarafından sürekli olarak düzeltilen ve sembiyozu yıkan bir tutuma maruz kalsa da kısmi ve yapay bir sembiyozdur. Analitik ortam sembiyozu üretmek ve azaltmakla yükümlüdür. Her iki üyenin özelliklerinden dolayı sembiyotik durumu indirgeme sınırlarının ötesine geçtiğinde, gerçek bir sembiyoz durumu üretilir ve bir burç ortaya çıkar. Burcu küçültme girişimleri başarısız olursa o zaman sınırlı bir sembiyoz yerine istila edici bir sembiyoz üretilir ve hızla asalaklığa dönüşür.

Sembiyotik ilişki deneyimleri insanların birbirlerine bağlanmalarını sağlar; çünkü oluyor bozuluyor, oluyor bozuluyor, burada “bozuluyor” derken ziyan olmuyor; oluyor, içine yazılıyor sonra tekrar kendin oluyorsun. Bu olmadığı zaman bütün yatırımın karşıya kayabilir ve senin kendi için boşalabilir. Onun için bunun olup tekrar başlaması gerekiyor. Oluyor, bitiyor ama senin içinde negatif halüsinasyon oluyor. Onu beraber oluşturduğunda ortaya bir patoloji çıkmayan, verimli bir ortam oluşturabilen, muhabbet etmekten hoşlanan veya beraber bir şeyler yapmaktan hoşlanan insanlar ortaya çıkıyor. Yemek yaparken bile zaman, zaman onun ne istediğini veya senin gerçekleştirmeye çalıştığına izin veriyor olması gibi karşılıklı anlayış içeresinde o sembiyozun oluşup sonra kişilerin kendi hallerine döndüğü sonra tekrar bunların olduğu bir devamlılık taşır bu devamlılığı bir insanla ne kadar oluşturabiliyorsan aslında o insana o kadarda yatırımın artar ama yatırımının artması senin kendine olan yatırımının tamamen ortadan kalkmasına yol açmadığında bu iyi bir şeydir. İnsanın bağlanma kapasitesi artar, aradaki ilişki sağlam bir ilişki olur ama kendine yaptığın yatırımdan karşı tarafa gitmeye başlıyorsa o zaman orada bir tehlike baş gösterir sanki için boşalıyormuş, yok oluyormuşsun gibi bir tehlike olur öyle olunca da ilişki bozulur ya kaçar ya bir şeye kusur bulur, illa bir yol bulup o tehlikeyi bertaraf ederler. Aslında evliliklerdeki çoğu tartışma yakınlık tehlikeli olmaya başladığında olur, insanlar birbirlerini suçlarlar ama önemli olan o dönemecin aşılmış olmasıdır sonra tekrar ilişki devam eder. Kavga etti diye kimse ayrılmaz, derler ya kavga ilişkinin tuzlu biberidir, doğrudur ama biraz acı biberdir. 

SORU: Ebeveynlerin çocuklara dürtü aktarması bu sembiyozu bozar mı?

Anne çocuğa yatırım yaptığında içinde dürtü de olabilir ama insanın kendi bedenine de dürtüsü vardır. İnsanın kendi bedeni de dürtüyle doludur; bu dürtüyle dolu olan beden, başka koşullarda başka bir insanın ilgisini çekerek dürtü doyumunun peşinde koşar ama mesela ergenlik çağının başındaki çocuklarda dürtüsü henüz dış dünyaya yönelememişse annesine gitmesindense kendi bedenine yönelir; oturur ayna karşısında kendisini seyreder bu özellikle erkek çocuklarda dürtü anneye gitmesin diye bulunmuş bir yoldur. Kız çocukları da aynada kendilerini seyrederler ama daha çok narsistik doyum almak üzere bunu yaparlar. Demek ki öyle ya da böyle iki cinste de bir miktar kendi bedenine yönelen bir dürtü vardır. Annenin dürtüsünün bebeğe yönelmesi bebekte bir zarar oluşturmaz. Bebek zaten çevresindeki insanların enerjisini, dikkatini, ilgisini çekmeye çalışır o ilginin içinde enerji, enerjinin içinde dürtü de vardır. Bebek enerjiye aç bir varlık olduğundan bundan zarar görmez. Dolayısıyla simbiyotik ilişki içinde bir enerji alışverişi varsa bebek için dürtüsel bir tarafı olabilir ama diyelim ki çocuk dört yaşına geldi, annesinin de kendisinin de dürtüleri var; mesela oturup oyun oynuyorlar, masal anlatıyor, annesi ona bir şey öğretiyor, çocuk burada annenin enerjisine ihtiyaç duymaya başlar. Annenin kendisinde dürtü uyandırmaya başlaması çocuğa iyi gelmez, dünyasını sarsar, kendisini, annesini tanımlamasını, babasıyla ilişkisini bozar dolayısıyla burada annelerin nötr enerji alanlarının olması lazımdır. Bu üç ila beş yaş arasında olur mesela anneyle baba sevişirken bebek uyanırsa zarar görmez, bebek zaten dürtü topudur, üç yaşından sonra bu olursa zarar görür. Üç yaşına kadar zarar görmez hatta iyi olur, anne ile baba arasındaki çekimi algıladığında daha kolay anne baba çocuğu olur mesela bebek anneyle yatıyorsa ondan bir zarar görmez.

IV-  İÇGÖRÜNÜN İŞLEVİ

Yukarıda bahsedilen düşünceler içgörüyü iki kişilik alanın bir olgusu olarak görmemize yol açar. Kişisel bir nitelik olarak içgörü ile analitik durumda ortaya çıkan içgörü arasında katı bir ayrım yapmalıyız. Bu son durumda içgörüden kalkarak kişi kendini keşfeder. İki durum aynı kelime ile ifade edilir: Ancak fenomenler, özünde tamamen farklı olmanın yanı sıra sonuçları bakımından karşılaştırılamaz. Analitik içgörü iki kişinin işidir. İçgörü genelde analistin yaptığı yorumun sonucudur. Eğer öyleyse içgörü anı daha önce ortaya çıkmış olan malzeme tarafından hazırlanmıştır ve analist, o zaman da kısmi kısmi yorumlar yapmıştır. Analistin içgörü ortaya çıkaran “değiştirici yorumu” (Strachey, 1934) formüle ettiği sırada alanda bir diyalog oluşmuştur. Bu durumlarda, diyaloğu durduran ve iki kişilik alanın durumunu ve onu yapılandıran içsel durumu açıklığa kavuşturan bir formülasyona ulaşan hastanın kendisidir. Bu olduğunda, hastanın kendisine öğrettiklerinden öğrenen analisttir.

Analistin akli bir şekilde ödipus kompleksini bilmesi veya ödipal durumda çocuğun ne hissedeceğini biliyor olması ve bunu görür görmez yorumlaması yani kitabi bilgiyi hayata sokması yorum değildir; benliğini değil aklını ve bilgisini fazla kullanan insanların yapabileceği bir şeydir bu. Analistlerin arka planda ödipal durumun hangi duygulara, sıkıntılara neden olacağını biliyor olması onun yaptığı işi kolaylaştırır. Gerçek bir yorumda süreç içinde hastanın kendisi analistin söyleyeceği şeyi artık kendisi anlamaya başlamıştır mesela analist anneni anne gibi değil de kadın gibi görüyormuşsun, rüyanda bunu anlatıyorsun dediğinde zaten hastanın kendisi de bunu fark etmeye başlamıştır ama adını koyamamıştır. Eğer siz orada benliğinizle duruyorsanız hasta kendisinin farkında olmadığı şeyi size bilinçaltı ile iletmiştir ve sizin bilinçaltınız da algılamıştır veya daha yerli yerine oturtulmayı imkân dairesine sokmuştur. Bunu formüle ederek daha görünür ve daha anlaşılır kılarsınız veya daha yerli yerine oturtulmasına imkân vermiş olursunuz ama bu sizin kendi başınıza bulduğunuz bir şey değildir. Kendi başınıza bulduysanız zaten işe yaramaz. Beraber çalışmanız o zamana kadar hastayı hazırladıysa sizin söylediğiniz şey bir aydınlanmaya ya da iç görüye neden olur, hastanın yüzünde de bu aydınlanmayı görürsünüz. 

Freud’un “opus magnum”u (Büyük İş) belki hastaları tarafından (Dora tarafından veya “Kurt Adam”, “Küçük Hans” tarafından) öğretilmesine izin vermesi ve hastalara bize öğretebilmeleri için nasıl izin verileceğini bize öğretmesi olabilir.  Bugün bile psikanalizdeki herhangi bir teorik ilerleme analistlerin hastalarıyla yaptığı işbirliğinin sonucudur.

Biz ortamı doğru oluşturduysak hastanın farkında olmadığı ama yakaladığı bir şey bize iletilir ancak biz ortamı doğru oluşturduysak öğreniriz.

Keşif -içgörü her zaman, analist için bildik ve daha önce de başına gelen deneyimli durumlarla yüzleşmek anlamına gelse bile- her zaman sürpriz içerir. Bu nedenle Freud, bir hastasının “bu asla aklıma gelmezdi” demesinin, kendi yorumunun doğrulanması olduğunu düşündü. İçgörü, analistin yaptığı herhangi bir yorumla veya alanın gelişiminin herhangi bir anında üretilmez. Alanda önceden bunu sağlayan bir çalışma olmalıdır. Alan patolojisinin temel fenomenlerinden biri olan felç, mükemmel bir içgörü karşıt durumdur. İçgörü, burçtaki felçli durumların neden olduğu yabancılaşmış olanı kurtarmak ve onu yeniden “kendine ait” kılmak ve analitik durumun genel dinamikleriyle yeniden bütünleştirilmesi anlamına gelir. Bu anlamda, bölünmeyi aşmak anlamına gelir ve Melanie Klein’ın “depresif konum” dediği hal ile uyum sağlar. Bu, tehlike altındaki veya bölünme (dissociative) ile hasar görmüş bir alan durumunun onarılması anlamına gelir. Bu bir yeniden birleşmedir. Bu onarımı gerçekleştirmek için analist asla tek başına hareket etmez. Eğer hasta bir an için onunla aynı fikirdeyse yani her ikisi de bunu yapma ihtiyacını paylaşıyorsa durumu düzeltebilir. Yani içgörü, sembiyotik bir durum içinde yer alan bir şeydir. Sembiyotik durum, ikili bir iç görüşe izin veren ikinci bir alan görünümüdür. Kesin konuşmak gerekirse bu iki yüz arasında içgörü üretilir ve simbiyotik durum işlevini oluşturduktan sonra sona erer.

İnsanlar arasında bir sembiyotik durum oluştuğunda projektif identifikasyon çok yoğun bir şekilde çalışmaya başlar böylece hastanın bilinçaltı kendini size yansıtmaya başlar. Kendi bilinçaltımızda hastanın bilinçaltını anladığımızda bizde bir aydınlanma olur ve yorum yaparız. Sembiyotik durum içerisinde bu maksimum olur. Sembiyotik durum yokken söylediğiniz şey akli kalacaktır; onun zihnine, aklına hitap edecektir ama ruhuna hitap etmeyecektir.