5. Hafta 16.03.2023
“MALZEME” KAVRAMI VE YORUMUN İLERİYE DÖNÜK ZAMANSAL YORUMU
Willie Baranger
Psikanalizde sıklıkla “kendi kendini açıklayan” ve ilk bakışta daha fazla açıklamaya ve aydınlatılmaya gerek duyulmayan kavramlar kullanırız. Bu kavramlar, altta yatan teorileri ima ederler ve tekniğimiz üzerinde doğrudan bir etkiye sahiptirler. Bu nedenle, herhangi bir teknik yorum veya eylem, analitik diyalogda, hastanın getirdiği “materyal”e (malzemeye) yanıt verir. Bu materyalin, hastanın sözel ifadelerinin yanı sıra yüz ifadeleri, tavırlar, sessizlikler, ihmaller vb. içerdiği belirtildikten sonra, kavramın yeterince açık olduğu düşünülür ve dikkat diğer konulara odaklanır.
Mesela Ortodoks bir tedavici Freud’un bütün söyledikleri doğru ve bir insanı anlamak için yeterli olduğunu düşünüyorsa birincil derecede bilinçaltının bilince çıkartılması önemlidir. Dolayısıyla bütün yorumlarını bilinçaltının bilince çıkarılması için yapar. Başka bir tedaviciye obje ilişkileri teorisi doğru geliyordur, insan hayatının kalitesinin nesne ilişkilerindeki kaliteye bağlı olduğunu düşünüyordur, o da hastasının, bahsettiği insanı daha iyi anlamasına, mentalize etmesine yardımcı olacak bir şeyler söyleme eğilimi duyar. Klein’ın bakış açısı doğru geliyorsa daha bebeksi tarafın problemlerini görmeye çalışır ve yorumlarını onlar üzerinden yapar, hastanın bebeksi temelini düzeltmeye çalışır. Dolayısıyla her tedavicinin bakış açısı, inandığı teori ister istemez onun yaptığı yorumları belirler. Bir hasta karşısında şu yorum doğru, bu yorum doğru, bu yanlış, denemez. Hangisinin daha yararlı olacağını, hangisinin kullanılacağının doğru olacağına karar vermesi inandığı teoriye göre farklı olabilir.
Bununla birlikte, bu kavram, malzemenin tabiatı ile ilgili olarak, malzemenin biz malzemeyi anlamadan ve hastaya bunu yorumlamadan daha önce “zaten var olan” veya “zaten mevcut olan” olarak algılayan bütün bir teorinin doğruluğunun varsayar. Başka bir deyişle: malzeme terimi ve kavramı, analitik çalışmada gömülü bir şeyin keşfine benzer şekilde geçmişe dönük bir tutumu ifade eder.
Şu çok görülür; bir insan tedavi ortamı içinde bir sürecin içinde ve bakıyoruz içsel organizasyonunun düzeyi aynı değil, değişiyor. Bizim en tipik olarak baktığımız şey; pre-ödipal mi yoksa ödipal düzeyde mi? Buna niye bakıyoruz? Çünkü ödipal sürecin bir insanı insanlık kültürüne bağladığını biliyoruz ve ödipal sürecin insanların dürtülerini, cinsel hayatlarını oluşturabilecek bir çapa olduğunu düşünüyoruz. Yani nesne ilişkilerinde oluşturdukları düzeyle dürtüsel enerjilerinin birlikte kullanılabileceği bir durum oluşturduğuna inanıyoruz. İkili ilişkilerden üçlü ilişkiye geçiyor, içindeki haset ve kıskançlıkta bir azalma oluyor, herkesin farklı olduğunu, kimsenin kimseye benzemediğini anladığı bir dönem oluyor ama bu insan zaman, zaman biraz daha çıkarıcı, biraz daha hesap kitapçı, biraz daha mekanik bir yere doğru kayabiliyor. O zaman anlıyoruz ki ödipalden çıkmış, tekrar pre-ödipale dönmüş, kılığı kıyafeti bozulmuş, kendini gösterme eğilimleri artmış. Biz de bunu izliyoruz, hasta ödipalde mi pre-ödipalde mi? Ödipale girdikten sonra pre-ödipale girmenin en önemli sebebi ödipali sürdürebilmek için gerekli olan malzemeye sahip olmamasıdır. Yani nesne ilişkileri düzeyi bir sevme ilişkisi kurmaya yetmediği için tekrar pre-ödipale döndüğünü veya narsistik sisteminin daha küçülemediğini, şişkin kaldığını görüyoruz. Bir insanın kendinden büyük bir anne babanın çocuğu olma tanımı oldukça mütevazı bir tanımdır. Bir bakıma kendi yetersizliklerini kabul eden, desteklenmeye, sevilmeye ihtiyacı olan bir tutumdur, pre-ödipal narsistik sistem bunu kabul edemez. Mütevazi bir tutumu kabul edemediği için ödipalden tekrar pre-ödipale düşer veya şöyle bir şey olur; hasta ödipale girer ama onu ihya edecek, onu tamamen kurtaracak mucizeler bekliyordur sonra bakar ki tedavici o mucizeyi gerçekleştiremiyor o da tekrar pre-ödipale geri döner. İçerideki malzeme ödipali sürdürecek kalitede olmadığı için tekrar, tekrar pre-ödipale döner. Bu bazen yüzlerce kez tekrarlanır dolayısıyla buna kızılmaz, anlarız ki bu henüz onun yapabileceği bir şey değil, biliriz ki tekrar inip çıkacaktır.
Yorumla açığa çıkan veya açık içerikte bulunan malzeme “gizli içerik” (dile gelmiş veya gelmemiş olsun) açık içerikten daha gerçek görünmektedir—Çünkü açık içeriği ve araçları o belirler. Aynı, ancak gizlenmemiş anlamı vardır. Yani yorum, bir şekilde tekrarla mevcut hale getirilen mevcut veya geçmiş bir şeyi ortaya çıkarmak veya keşfetmekten oluşur. Yorumladığımızda niyetimiz hasta için bir şeyler yapmak, bipersonal alanımızda değişiklik yaratmak ve sonunda onun belirli bir amaca (içgörü oluşturma amacına) ulaşmasını kolaylaştırmaktır. Yorum geçmişe dönük olarak formüle edilse bile, gelecekteki bir anlamı taşır.
Destekleyici psikoterapiye kaydığımızda aslında işimizi çok düzgün yapamıyoruzdur. Yorum bizim elimizdeki tek silahtır ama destekleyici psikoterapide elimizdeki tek silah yorum değildir. Yanlış bir şey yaptığında ona kızmak, yaptığını beğenmediğimizi ifade etmek veya bazen akıl verip yol göstermeye çalışarak daha fazla ebeveyn çocuk ilişkisine yöneliriz. Destekleyici psikoterapideki ana model, ebeveyn-çocuk ilişkisinin bir tekrarıdır. Bunun handikapları da vardır. Bir ebeveynin ancak kendi benliğini kullanarak ebeveynlik yapabileceği gibi bir tutumumuz olur ama o zaman bu kadar öfkesiz kalamıyoruz. Acaba ebeveynliği sürdürürsek hastaya daha mı hayırlı oluyor yoksa daha nötr bir tutumla ebeveyn rolü değil de onun içindeki malzemeyi daha iyi dönüştürebilecek, oradaki sürecin daha bebeksi bir düzeyde olmasını sağlayıp o bebeksi süreçte hastanın içindeki bebekte introjeksiyon, projektif identifikasyon vs. gibi yollarla kendi malzemesini geliştirmesi, kendi dengesini kurmasına yardımcı olmak daha mı hayırlı olur, diye sorguluyoruz. Hastanın içindeki bebeksi canlılığın onun içinde yeni bir malzeme oluşmasıyla çocukluğunda anne-babasıyla aşamadığı, tıkandığı yerlerden çıkartabilmeyi umuyoruz.
SORU: Bu anlamda grup analitik ortamı oluşturmak adına daha mı avantajlı?
İster grup ister bireysel olsun bir şeyi yorum yoluyla anlamlandırabilmek, tıkanıklığın adını koyabilmek gerçekten çok yararlı oluyor. İnsanlar bir şeyi anladıkları zaman anlaşılmamış olmanın oluşturduğu tuzaktan çıkıyorlar. Dolayısıyla önleri açılıp ileriye doğru bir adım atıyorlar. Eğer grup doğru yönetiliyorsa son derece hakiki bir ortam oluşuyor, o hakikiliğin içinde herkes istese de istemese de ya konuşmayan, grubu dışardan izleyen birisi olacak -zaten bir süre sonra o pasiflik kişinin kendisine de iyi gelmiyor, orada oluşan çağrışımlar onu da katılmaya mecbur ediyor ve grubun daha hakiki ortamında herkesin durumu neyse açıkça ortaya çıkıyor. Bu bireyselde çok uzun zamanda olabilecek bir şeyken grupta daha kısa süre içinde oluşuyor. Grupta en önemli şey şudur; eğer grup yüzeyselleşmiyorsa regresif bir düzeyde gidiyorsa gruptaki malzeme ikili ilişkideki malzemeden daha fazladır. Daha fazla insan birbiriyle malzeme alışverişinde bulunuyor, tedavici ortaya koyduğu malzemeyi bir kişiye değil daha fazla insana koyuyor ve buradaki herkes bundan yararlanabiliyor. Dolayısıyla biraz daha canlı ve besleyen bir şeye dönüşebiliyor. Bu anlamda bireyselden daha iyidir. Grubun bu kadar iyi kullanılabilmesi bireyselin değerini düşürmüyor ama kombine olursa hem grup hem bireysel daha iyi oluyor. Terapötik komuniti diye bir kavram vardır, yani ortamın insanları büyütecek şekilde oluşturulmasıdır. Herkesi problemleriyle kabul eden ama asla problemlerine uyumlanmayan, onları daha doğru davranmaya mecbur eden terapötik bir topluluktur. Bunun içinde bireysel ve grup vardır ama ortamın kendisi de böyledir. Bir pozitif enerjinin sistemi beslemesi gerekir ki yararlanmayı ve gelişerek büyümeyi sürdürebilsin.
Zamansal düzeyde, malzeme kavramımız ile yorum kavramımız arasında bir çelişki vardır. İlki geriye dönüktür ve geçmişe bakar; ikincisi ileriye dönüktür ve geleceğe bakar. Bu mutlak bir çelişki olsaydı, malzeme ve yorum asla bir araya gelemezdi ve analitik teknik etkisiz olurdu. Görünen bu çelişkinin tek uygulanabilir çözümü, malzeme ile yorum arasında içkin (intrinsic) bir ilişki düşünmek ve her ikisinin de üç zaman boyutunu (geçmiş, şimdiki ve geçmiş zaman ve gelecek) kapsaması.Bu, analitik materyal kavramımızda önemli bir değişiklik ve yorumlamanın ileriye dönük yönüne daha büyük bir farkındalık getiriyor.
Analitik ortamda hem geçmiş hem şimdi bir aradadır. Bunu biz somut olarak nasıl görürüz? Mesela hasta sizi anneleştirmeye başladığı zaman annesiyle karıştırmaya başlar, size annesinin özelliklerini atfeder, sonra da şaşkınlıkla sizin annesi gibi olmadığınızı, sizin ondan daha farklı davrandığınızı görmeye başlar. Bu tipik olarak geçmişle şimdinin bir arada olduğu anlamına gelir. Burada özellikle travmatik geçmişi olan insanların geçmişi bir yüktür. İnsanların anne babalarıyla ilgili travmaları vardır ve eğer yorumlanmazsa mesela ‘sen beni annenle karıştırıyorsun’ veya ‘annenin özelliklerini bana atfediyorsun’ denmezse geçmiş bugünün üzerinde bir yük olarak sürer, bugünü kilitler, bir direnç oluşturur. Bazen yorumlamanıza rağmen hastada harcanmış olma korkusu o kadar yerleşmiş olur ki devamlı aynı şeyi sizden bekler ve bir bağlanma sorunu haline döner ya da iş birliği yapmayı engeller. İyi ilerleyen bir tedavi sürecinde bir süre sonra gelecek de oraya eklenir yani geçmiş, gelecek ve şimdi bir arada olur. Yorum aslında hastanın geleceğini düzeltmek için yapılır. Onun önünü kapatan engellerin ortadan kaldırılması için yapılır. Yorumun amacı süreci çalıştırmak, sürecin kesintisiz şekilde gitmesini sağlamaktır. Bazı insanlar sanki hayat hiç bitmeyecekmiş, önlerinde elli, altmış yıl varmış gibi hiç yaşlanmayacaklarmış gibi davranır bu insanların daha çok şimdiye kilitlendiklerini ve bir gelecek tahayyülünün eksik olduğunu görürüz. Genel olarak gelecek demek; umut, hayatı anlamlandırma zorunluluğunun anlaşılması demektir. Çoğu zaman bunları oluşturmak da bize düşer ama klasik nevrotik hasta zaten bunu barındırır. Dünya gittikçe çocukların daha olumsuz koşullarda büyümesine sebep olan bir yer olduğu için hastanın gelecek tahayyülü olup olmadığını irdelemek gerekiyor. Eğer yoksa onu uyarmak, sormak; “sen kendini yirmi yıl sonra nerede görüyorsun, bir insanla yakınlık derken bununla ilgili tahayyülün ne?” diye sormak lazımdır. Bu sorularla kapanmış olan bir şeyi açabilirsiniz.
“MALZEME” KAVRAMI VE ANALİTİK ÇALIŞMA FANTEZİSİ
İlk büyük psikanalitik keşfiyle—”histerik insanlar esas olarak anılardan acı çekerler” (1895d)—Freud psikanalitik faaliyete belirli bir yön verdi ve belirli bir analitik malzeme kavramı çerçevesi oluşturdu. Hastanın sağladığı doğrudan malzeme (çağrışımlar, rüyalar vb.), bilinçli uzantıları aracılığıyla erişilebilen daha önemli gizli malzemenin görünür tezahürü olarak ortaya çıktı.
1895’te histerik hasta aslında o kadar çok somatizasyon veya katartik dediği elinin tutmamaya başlaması veya görmüyorum, diye ağlamaya başlaması veya düşüp bayılması gibi konversiyon denen semptomlar ile meşguldür -ki bunlar bütün hayatını durdurmuştur. Böyle bir durumda bu hastanın geleceği yoktur. O zamanki bakış açısına göre bütün bunlar geçmişteki birtakım travmaların bugüne yansıma biçimidir yani sorunların tamamı geçmiştedir. Mesela konversiyon, geçmişte bir kızın babasına dürtüsel ilgi duyması, babanın da ona dürtüsel ilgi duyması onu annesiz bırakan bir durum olduğundan çocuğun içinde büyük bir çatışma yaratıp babaya duyduğu ilgiden de tam olarak kurtulamadığı için oradaki enerjinin vücudun çeşitli fonksiyonlarını bozması olarak tanımlanır. Histerinin başlangıçtaki tedavi yaklaşımı olan hipnozla onu etkileyen anılar bulunarak çıkartılmaya çalışılır ve bir duygusal boşaltım sağlanabilirse hasta katıla, katıla ağlayıp babama çok öfkeliyim, o beni kendine istedi, beni annesiz bıraktı diye bağırıp çağırıp hipnozdan çıktığında ise tutmayan eli tutmaya, görmeyen gözü görmeye başlıyor fakat 15 gün sonra yine olunca nihayet Freud böyle olmayacak, ben hipnozu ahlaki bulmuyorum, çünkü bir insanın iradesini askıya alıyorsunuz, hatırlamak istemediği bir şeyi hatırlatıyorsunuz, bunlar ortaya çıkınca hasta biraz rahatlıyor ama fazla yorulmuş, yıpranmış ve biraz da utanmış oluyor ve yine tekrarlıyor burada bir sıkıntı var, demiş. Hipnoz ve telkin yerine hastanın aklına gelen her şeyi söyletmeye çalışmış. Serbest çağrışımları sürerken hasta susuyor, ne aklına geldi diye sorunca hasta söylemek istemiyor, o zaman diyor ki bu dirençtir. Bazen hastanın aklına hiçbir şey gelmiyor, bünye, sistem, zihin kendisini koruyor. Aklına gelmesinin acı vereceğini veya çok utandıracağını hissettiği şeyleri veya babaya aşk gibi onu insanlık kültürünün dışına atan fanteziler ya aklına gelmiyor ya gelse bile durduruyor ve söylemek istemiyor. Freud bunları fark edip direnç kavramını getiriyor. Bu tamamen geçmişte olan bitenin araştırılması ve ortaya çıkartılmasıdır artı oradaki duygu hallerinin, öfke, korku, endişenin ortaya çıkartılarak duygusal bir boşaltım oluşturması hedefleniyor. Çünkü histeride vücuttaki işlev bozukluklarının boşaltılmamış duygulardan kaynaklandığına inandıkları için onları boşaltmaya çalışıyorlar. Daha sonraki yıllarda bunun yerini şu almaya başlıyor; deniyor ki çocuk problemli bir ortamda büyümüş, babanın çocuğun hayatındaki önemi çok fazla, çocuk çok annesiz kalmış veya annesine çok fazla öfkesi var, o öfke kendine dönüp duruyor, kendine dönünce kendisini göremez, konuşamaz, düşüp bayılacak hale getiriyor, bunlar ayrıca bu insanın yapısı haline gelmiş. Bu kız birine âşık olsa o âşık olduğu insana yine kendini ifade edemeyecek, kendini koruyamayacak, istemediği şeylerin oluşmasına izin verecek yani sadece geçmişi değil bugünü de tehlikede. Her histerik kadın biriyle bir gönül ilişkisi yaşamaya yönelse bu semptomlarda artma olur çünkü sadece geçmiş değil bugün de çözümsüzlüğü getiriyor. Freud bunu anladığında babasıyla yaşadığı bütün problemleri benimle yaşamaya başlayacak, diyor. Buna da transferans nevrozu deniyor. Sonra da geçmişten çıkıp şimdi ve burada olanın çözümlenmesi ve tasfiye edilmesi gibi bir amaç oluşuyor, bu çözümlenince zaten otomatik olarak bir gelecek tahayyülü oluyor. Biz bugünkü dünyada insanların fazlasıyla dürtüsüz olabileceğini, dürtülerin bir cinsellik yaşayacak kadar olgunlaşamayabileceğini ve dürtülerin başka biçimlerde, mesela tamamen yemek yemeye dönüp çok kilolu bir insan olmaya neden olabileceğini ya da sadece kendini göstermek ve ilgi çekmek gibi bir amaca hizmet edecek şekilde kullanılabileceğini bu dürtünün de özel hayat oluşturmaya imkân vermediğini görüyoruz. Yeni kuşak eski kuşağa oranla sevgiden, aşktan, dürtüden uzaklaştı, enteresanlık olsun diye cinsellik yaşıyorlar. Aslında arkada büyük bir libido eksikliği var. Freud’un içinde bulunduğu yıllarda bunlar neredeyse genetik zannedilmiş. Sanki her insanın libidosunun gücü anne babasından miras kalmış gibi düşünülüyormuş. Bugün görüyoruz ki bu aslında çocuğun yeterli anne babalık alıp almadığıyla ilgilidir.
Bastırılmış bilinçdışı malzemenin yeniden ortaya çıkışı, önceden duygusal ifadeden kopmuş duygulanımlara karşılık gelen katartik deşarjla birlikte, semptomların çözülmesine yol açacaktır. Böylece analitik çalışma, bastırılmış anıların araştırılmasına yönelikti. Direncin erken keşfi ve yorumlamanın yeni işlevi (dirençleri çözme), bellek kuramıyla tam olarak açıklanamayan bir fenomeni ima etti. Yine de Freud, terapötik psikanalitik tedavi tanımına her zaman “çocukluk çağı amnezisinin bastırılması” şeklinde bağlı kaldı (1905d).
Katartik deşarj; ağlayarak, bağırıp çağırarak duyguyu boşaltmaktır. Bir sürü insan ben çocukluğumu hatırlamıyorum, der. Nasıl bir ortamdı, annem babam ne yapıyordu, orayı ya unutur ya tamamen bastırır. Başlangıçta, psikanalizin bu kadar ağırlık taşımadığı yıllarda insan zihninde çocukluğunu unutmaya dönük fiziksel, biyolojik bir eğilim olduğu telakkisi varken Freud hayır bu biyolojik bir şey değil, bazı anılar genel olarak insanlık kültürüyle çatıştığı için, kişiyi toplum önünde utandıracak, dezavantajlı bir duruma düşürdüğü için ve kişi bunlardan korktuğu için bastırır. İnsanlık kültürü ebeveyne duyulan dürtüyü yasakladığı için bastırılır, demiştir.
Bu nedenle analitik çalışma, Civilization and Its Discontents’ta (1930a) oldukça açık bir şekilde tanımlanan bir arkeolojik fanteziyle bağlantılıydı. Analiz, psişik fenomenlerin yüzeysel katmanlarıyla kapatılmış örtük bellek izlerini ortaya çıkarmaktan ibaretti. Aynı yerde farklı zamanlarda inşa edilmiş farklı şehirlerin arkeolojik harabelerine benzer şekilde, bellek malzemesi zamana bakılmaksızın karıştırılabilir. Analiz, toprak altındakileri arayan arkeolojiye göre avantajlıdır çünkü anı malzemesi zamanla bozulmaz, ortaya çıkana kadar değişmeden kalır. Analitik teknik, o halde, yavaş yavaş ve özenle, üst üste duran anı katmanlarını kazmaktan oluşur ve tedavi ilerledikçe yeni bellek materyali ortaya çıkar. Ancak aynı zamanda, Freud ve psikanaliz, bu kavramı daha da ileriye götüren ve tekniklerine dahil ettikleri başka fenomenleri keşfettiler. İçgüdüler kuramı, psişik yaşamın yapılandırıcı yönlerine (ego ve ardından süperego) ve içe yansıtılan (introjection) nesnelerin öneminin altını çizerek oluştu. Aynı zamanda anı izleri olarak malzeme kavramına ve arkeolojik araştırma fantezisine bağlı kaldı. Bugün bile, ruhsal evrimde “derin” olanla arkaik olan arasındaki karışıklığı önlemek bizim için zordur. “Derin yorum” dediğimizde örneğin bazen oral ya da anal terimlerle yapılan bir yorumu kastediyoruz. Bir hastanın çatışmasında “derin çekirdek” ten söz ettiğimizde, hastada değiştirilmesi çok zor bir şey ya da onun en uzak geçmişine ait bir şeyi anlıyoruz. Unutulmuş bir anıyı ifade eden semptomlar teorisi yanlış olmamakla birlikte yetersiz kaldı- bu nedenle nevrozun nihai kökünü araştırmak için geçmişin derininde daha derinine inme girişimini nevrozu geride bırakmak için yetersiz kaldı. Bu süreç, yaşamın ilk yıllarının, ardından ilk aylarının gelişmedeki öneminin giderek artan bir şekilde fark edilmesiyle gelişti. Psikanalizde insanın psikoseksüel gelişimi ve evrimi ile ilgili yaptığımız yeniden yapılandırma ile bugünden geçmişe ters yönde ilerleme arasında bir paralellik vardı (ne kadar eskiye gidebiliyorsak yapının oluşma sürecini o kadar iyi anlarız). Elbette olgular, hiçbir zaman onları kuramsal düzeyde yeniden örgütleyen mantıksal belirlenimciliği teknik düzeyde asla gerçekleştirmez. Aslında analiz, şimdiye ve geçmişe doğru hareket halinde bir ileri bir geri giden bir süreçtir. Bastırılmış anı malzemesinin yeniden ortaya çıkışı bu sürecin bir parçasıdır ama geçmişi tam olarak açıklamaz. Patojenik bellek teorisi, Freud’un hastaların rahatsızlıklarının nedeni olduğunu düşündükleri travmatik deneyimlerin bazen hiç yaşanmadığını fark etmesiyle sarsıldı. Pek çok vakada hastalar, anlattıkları gibi asla gerçekleşmemiş olan çocukluk dönemi baştan çıkarılma ve taciz olaylarını anlattılar. Freud, bu alanda zorlukla yüzleşip üstesinden gelene kadar bir an için psikanalizden şüphe duyduğunu itiraf etti. Hastaları tarafından bir şekilde kandırıldığını fark etti, çünkü hastaların kendisine gerçek bir travmatik olay olarak anlattıkları şeyin, hastanın nesnel geçmişine değil, öznel geçmişine ait olduğunu anladı.
Hastalar gerçekte olmayan bir fantezi kurmuşlar, henüz yaşları küçük olduğu ve fanteziyle gerçeği ayırt edemedikleri için fanteziyi gerçek zannetmişler. Bu kandırmak değildir. Gerçek zannettikleri için onu anlatmışlar, babam beni taciz etti, dediği şeyin aslında banyoya girerken babam gelse de beni biraz taciz etse, fantezisi olduğunu sonradan fark etmişler. Bir kız çocuğunda bu gayet normal bir fantezidir, bunlar kız çocuğu doğasının bir parçasıdır ama bunu anlayana kadar bazı babaları zan altında bırakmışlardır. Psikotik hastalarda bu çok olur. Hasta sen beni baştan çıkardın, diye tutturur anlarız ki bu aslında onun fantezisidir.
Bu çocukluk fantezileri, gerçek bir olaya kadar hastalık yapıcı olabilir. İster gerçek ister hayal ürünü olsun, travmatik olayın özelliklerine daha az önem vermeye başladı ve bununla birlikte, geçmişin araştırılması olarak uygulanan psikanalitik tekniğin önemi önemli ölçüde değişti. Geriye dönük olarak araştırılan ve bunlar üzerinden bugünü ve hastanın semptomlarını anlamaya çalışan ve bu ikisini paralel götüren teknik ortadan kalktı. Amnezi (hafıza kaybı) ve bastırma artık eşanlamlı değiller ve malzeme kavramının içeriği değişti.
Amnezi daha çok bir travmaya tepkidir. Travma egonun baş edemeyeceği bir uyaran oluşturur ve egoda bir yara açar, elektrik çarpmış gibi. Travmaya neden olan konu sürekli olarak kişinin aklına gelir. Aslında orada ego -nasıl küçük çocuklar, özellikle erkek çocukları atlayıp zıplayarak alan üzerinde bir hâkimiyet oluşturmaya çalışırlar, düşüp kalksalar da içlerindeki bir şey onları dürter aynısını yaparlar ta ki kendilerinin yeterli olduğunu, artık bunu yapabileceklerine inanana kadar. Mekân üzerinde hâkimiyet oluşturduklarında tekrarlama eğilimi geçer, başka şeylerle meşgul olurlar. Aynen bunun gibi travma konusu yüzlerce kez akla gelip bunun üzerinde bir hâkimiyet oluşturulmaya çalışılır. Yavaş, yavaş hâkimiyet oluşturulduğunda unutulur. Bir süre unutulmaya çalışılan şeyi hatırlatan bir şey olduğunda o yine küçük bir travma oluşturur. Mesela işkence yaşayıp travmatize olmuş bir insan gazetede işkence haberi okuyunca daha gerginleşip öfkelenebilir. Travmanın etkisinden tamamen kurtulduysa böyle bir haberi okumak onu gerginleştirmez. İnsan ruhu olayların üzerinde kabul edebileceği, hâkimiyet kurabileceği bir alan oluşturmak ister ama hâkimiyet oluşmadığında olayı hatırlatan şeyler varsa daha sık amnezi oluşur ama baba ile ilgili fanteziler bastırmaya maruz bırakılır arada fark vardır.
(Pedofiller bizim toplumumuzda daha çok abi, amca, dayı gibi aile içindeki insanlardır. Batı toplumunda yabancılara karşı fobik bir tutum vardır. Belki haklı bir hassasiyettir ama belki de bu hassasiyet nedeniyle çocuğa inanma eğilimi fazladır.)
Ayrıca bu keşif, Freud’un hiçbir zaman sistematik olarak geliştirmediği ve belleğin doğasına ilişkin zamanının psikolojik fikirleriyle uyumlu olduğuna inandığı yeni bir hafıza teorisinin tohumlarını taşıyordu. Bu fikirler, psikolojik ampirizm tarafından çerçevelenmiş hafıza izi kavramına dayanıyordu. Bellek bir kayıt aygıtı olarak ve izler (anılar) de üzerinde birikmiş ve yer etmiş izlenimler olarak görülüyordu. Bu izler, beyin üzerinde bir araştırma ile doğrulanmamış da olsa bu teorideki psikolojik anlayış, bu izlerin (anıların) bilinci oluşturduğu idi. Daha sonra Freud bu yapıya bilinçaltı malzemeyi de ekledi. Rüyaların Yorumu’ndaki (1900a) psişik aygıtın ilk çiziminin incelenmesi, bu konuda hiçbir şüpheye yer bırakmaz. Bu teori, Freud’u hafızayla ilgili somut ve geçerli keşifler yapmaktan alıkoymadı; daha sonra tamamen farklı bir teoriyi sistematize etti. Geçmişi belleğin bir işlevi olarak görmek yerine, bellek, geçmişin bir işlevi olarak kabul edildi. Hafızanın temel direği anılar ve bilinç yerine bölme (splitting) ve bütünleştirme oldu. Her halükârda, arkeolojik fantezi, analitik süreci yeterince tercüme etmekte başarısız oluyor. Materyal, en eskisi en alttakiler olmak üzere üst üste bindirilmiş bellek izleri katmanları dizisi olarak tasarlanamaz. Yorum, kendi başına ve ondan bağımsız bilinçaltı bir metnin çevirisi olmaktan çıkar. Aslında bir yorumun geçerliliği hastanın getirdiği malzemeyle uygunluğuna bağlı değildir, çünkü bu malzeme bizim yorumumuz olmadan oluşmaz ve malzemenin gerçekliğinden emin olamayız.
Biz hastaya yaptığımız bir yorumla onun kapattığı bir malzemeyi tanımlayarak ve anlamlandırarak konuşulabilir hale getiririz.
Deneyimlerimize göre, yeterli bir yorum ile doğru olmayan bir yorum arasındaki fark, hastada yorumdan sonra meydana gelen veya gelmeyen belirgin değişiklik olarak görülür.
Yaptığımız yorum yerindeyse hastada yeni çağrışımlara neden olur. Malzemenin artmasına sebep olur. Yorumun doğru olup olmadığını arkasından gelen çağrışım içeriğine bakarak değerlendiririz.
Hatıraların ortaya çıkışı, diğer belirtilerin yanı sıra, yorumun geçerli olup olmadığını değerlendirmenin bir yoludur. Aynı şekilde yorumdan sonra fantezilerin ortaya çıkışı, hatta bizim için anlaşılır olduğu sürece ruh halindeki veya vücudun konumundaki basit bir değişiklik de aynı doğrulama değerine sahiptir. Hastanın da kabul ettiği gibi, hastanın içinde bir şeyler olduğunu, bunun bir kısmını anlayabildiğimizi ve bu bilgiyi hastayla paylaşmanın hastanın geçmişindeki şeyleri değiştirdiğini biliyoruz. (Hastanın geçmişini algılaması değişir). Hastanın geçmişinden daha fazla unsurun farkına vardığını sıklıkla söyleriz ama bunu başlangıçta söylemek çok erken olabilir. Bu, hastanın geçmişinin kendi başına mutlak bir varoluşa sahip olduğu, bu bildiğimiz nesnel (objektif) geçmişi, hastanın anıları üzerinden oluşan sübjektif geçmiş ile karşılaştırılabileceği anlamına gelir.
Genel olarak şunu görürüz; insanların kendi geçmişleriyle ilgili olarak bir öykü yazmaya eğilimleri vardır. Bu öykü narsistik kişilik bozukluklarında çok belirgindir, neredeyse insanın kendi hakikatinin yerini alır. Kişi bunu anlatırken aslında bir öykü anlattığının farkında değildir, bunu yalan söylemek ya da kandırmak için yapmaz. Hatta bu narsistik kişilik bozukluklarında bir enteresanlık, bir fevkaladelik, herkesinkinden farklı bir mağduriyet vs. gibi içerikleri çok görürüz ama bunlar o insanın sisteminin ürettiği öykülerdir, psikopatça yazılmış öyküler değillerdir ama biz bir insanın kendi hayatını öyküye çevirmesinin aslında bundan bir narsistik doyum elde etmek için yapıldığını görürüz. Gerçekten ne oldu, kişi ne olduğunu düşünüyor yani objektif gerçeklikle sübjektif gerçek nedir? Sübjektif gerçeklik, olandan farklı bir şey anlatabilir. Objektif gerçeklik, olanın hatırlanması ve anlatılmasıdır. Dolayısıyla bir anlamda şu denilebilir; analitik bir süreç hastanın kendi gerçekliğini sübjektif bir gerçeklik olmaktan yavaş, yavaş daha nesnel bir gerçekliğe çevirir ve bir yandan da onun bir kısım narsistik doyumlarını elinden alır. Sonuçta narsistik doyumların elinden alınması insanı daha mütevazılaştırdığı için istenen bir etkidir ama hasta direnir, kendi öyküsünü dayatmaya çalışır.
Gerçekte, sadece hastanın bilinçli anılarına güvendiğimiz için karşılaştırmanın unsurlarından biri eksiktir. Ancak, bakıma hastanın geçmişi hakkında hastanın kendisinden daha fazla şey bildiğimiz doğrudur. Örneğin, bir rüya, hastanın geçmişte hiç bahsetmediği bazı durumların—örneğin anal erotizmle ilgili deneyimlerin—varlığını düşünmemize yol açabilir. Bu konuda yapılan bir yorum hastada bir etki yaratmazsa, her halükârda biliyoruz ki bu tür bir doyum herkeste mevcuttur ve belli bir yaş döneminde evrensel çocukluk deneyimlerine karşılık gelir. Belki de farklı bir durumda benzer malzeme ortaya çıktığında, hastaya benzer bir yorum yaparız ve bu sefer işe yarar. Hasta, anal erotizmle ilgili geçmiş deneyimlerini veya fantezilerini anımsar. Hastanın bilincine vardığı bilinçaltı anı boyutlarını da hastanın bizim yorumumuza verdiği tepkiden sonra bildiğimiz söylenebilir. Bunların gerçek anılar olup olmadığını asla bilemeyiz, ama gerçekten bu önemli değildir. Önemli olan hastanın bilinçli ve analist ile birleşik deneyimine (sembiyotik) ayrı tuttuğu (bastion) bir şey katmış olmasıdır. Neden bazı anıları gerçekmiş gibi, geçmişte gerçekten yaşanmış gibi deneyimlediğimiz sorununa değinmeyeceğim (her ne kadar bir anının özgünlüğüne (otantikliğine) dair bu his, fantezilerle karıştığı için yanlışlığını bildiğimiz anılar da olduğu için mutlak bir ölçüt olmaz) ise de tersi de doğrudur, gerçek anılarla ilgili şüphelerimiz olabilir.
Şunları karıştırmamak lazım; işimize gelmeyen bazı şeyleri kabullenmekte ya da hatırlamakta zorluk çekeriz. Kendi öznel durumumuza göre algılayıp tasnif etmeye çalışırız. Böyle bir eğilimimiz vardır ama çok daha derin bir düzeyde görüyoruz ki bir insanın annesini iyi tutabilmek için kendisini kötü yapmaya eğilimi vardır, bunun da bir insanın hayatını müthiş derecede yönetebildiğini görüyoruz. Başına getirmedik şey bırakmayıp, bak annen seni bıraktı ama sen zaten bırakılacak birisin, herkes seni bırakıyor, demek için uğraştığını görüyoruz. Burada çocuk sübjektif olarak annem aslında iyidir, beni sever deyip konunun üzerini kapatır. Annesi kötü olmasın diye kendisini harcamak zorunda kalır. Burada sübjektif, işine geldiği gibi davranamıyor daha derin bir düzeyde hakikat neyse o amirdir yani bir çocuk annesini kötü yapıyorsa ya annesinin enerjisi azdır ya annesi fazla nefsine düşkündür ya annesi yorulmak istemiyordur ama tüm bunlar çocuksuluktan kaynaklanan şeylerdir. Bir anne ne kadar çocuksuysa çocuğun onu iyi tutabilmesi de o kadar zordur. Çocuk burada teraziyi istediği kadar kendi işine gelen şekilde çevirmeye çalışsın çeviremez. Terazi hep doğruyu verir ama diyelim ki öfkesi arttı, deprem oldu, içindeki bebeğin öfkesi arttı, bebeğin öfkesi artınca anneyi iyi yapmak daha zor olur bu da bir tehlikedir o zaman döner kendini kötü yapar. Kendini kötü olarak yorumlayabileceği, durumların içine sokar. İşine geldiği gibi anlatma eğilimi olmasına rağmen bebek düzeyinde bu böyle olmaz, terazi hep doğru tartar. Mesela bir insan annesini iyi yapabilmek için bir sürü fanteziye kayabilir, beni çingeneler kaçırmış, bu aileye satmış, gerçek annem beni çok severmiş vs. bunlara hastanın hezeyanları, diyoruz yazdığı hezeyanlar onu akıl hastası olmaktan kurtarmaz. Ne yaparsa yapsın hiçbir yol oradaki terazinin yanlış tartmasına sebep olmaz, bu daha bebeksi düzlemde olur. Nesnel, öznel hikâyeler kız ve erkek çocuğun düzleminde olur.
Bu durum, malzeme kavramımızı daha iyi tanımlamamıza yardımcı olabilir. Malzeme geniş anlamda, hastanın birden fazla dil (rüya, beden dili vb..) aracılığıyla aktardığı her şeydir ama bu dili bilmeyen birine Japonca konuşulursa o sadece niyeti anlar ancak anlamını kavrayamaz. Bu nedenle, analist onu anladığı için malzeme anlamlı hale gelir. Başka bir deyişle, materyal ya açık ifade edilen ya da sessiz yorumla üretilir. Hiç şüphe yok ki -bu ikinci anlamda- psikanalizin ilerlemesinin farklı dönemlerinde hastaların materyalleri değişiklik göstermiştir. 1910’da hastalar süper egolarından söz etmiyordu, ama şimdi biz kesinlikle sık sık atıfta bulunduklarını biliyoruz. Bu nedenle, geçmişle buluşma şeklindeki arkeolojik fanteziyi çok yetersiz buluyoruz.Materyal ve yorum arasında içsel bir bağ vardır; yorum için anlam taşımayan materyal yoktur, her yorum mutlaka hasta tarafından ya onaylanır ya da çürütülür. Bu nedenle, analitik tekniği geçmişe odaklamak, iki kişilik analitik durumda malzemenin somut doğasını ve malzeme ile yorum arasındaki temel ilişkiyi görmezden gelmek anlamına gelir. Bu duruma, geçmişi, bugünü ve geleceği kapsayan, hem nesnesi olan nevrotik çatışmayı hem de yorumlamayı kapsayan eksiksiz bir zamansal perspektifle bakıldığında iyileştirme için kullanılan teknik, sadece geçmişi ve bugünü değil, geleceği de içermesi gerekecektir.
Kuantumda gözlemcinin varlığı materyalin değişmesine neden olur yani gözlemcinin varlığı oradaki akışı değiştirir. Buna benzer bir şekilde analistlerin varlığı hastanın dünyasında, onun da bizim de farkında olmadığımız bir değişiklik oluşturur. Biz kendisini anlayamayan hastayı anladığımızda bunu yorumlarsak, belki bir bakışımızla, seçtiğimiz kelimeyle o da kendini anlar.
ÇATIŞMANIN ZAMANSAL BOYUTU
Freud’un nevrotik olguları açıklamak için geliştirdiği kavramların çoğu tarihsel ve genetik perspektifleri nedeniyle zamansal kavramlardır. Psikoseksüel gelişme aşamaları, geçmişe saplanma (fixation), tetikleyici durumlar, gerileme, aktarım, tekrarlama zamanla ilişkili kavramlardır. Her ne kadar gelecek eksik kalsa da bu kavramlar bazen geçmişe, bazı zamanlarda şimdiye atıfta bulunur. Nevroz, sapkınlık veya psikoz, karakter yapısı kadar, bireysel geçmişe bağlıdır ve bu durumlarda bir tür hapsedilmişliği ifade eder. Durum ne kadar patolojikse, bu hapis o kadar büyüktür, aynı zamanda gelecek de kaybolur. Böylece gelecek, olumsuz anlamda yokluğuyla tanımlanır. Ancak bu geleceğin yokluğu sadece çatışmanın bir sonucu mu? Yoksa bu boyutu silmeyi amaçlayan aktif içsel süreçlerin varlığının bir yönü mü var? (Kendine dönmüş öfke gibi). Klinik deneyim bizi kesinlikle ikinci seçeneğe yönlendiriyor: tüm hastalar aynı şekilde gelecekten yoksun değildir veya bu yoklukla ilgili tutumları aynı değildir. Zamansallığın yapısı doğrudan çatışmanın yapısına bağlıdır; çatışmanın bir parçasıdır. Her tür nevroz, psikoz veya kişilik yapısı, belirli bir geleceğin yokluğuna karşılık gelir. Burada sadece iki temel örneğe atıfta bulunacağım; paranoid-şizoid yapıdaki ve depresif yapıdaki geleceğin kaybı. Klinik şizofrenide zamanın olmadığı psikiyatride sıklıkla gözlemlenmiştir; Psikanalitik deneyim ayrıca şizofrenik kişiliklerde zamanla karşı karşıya kaldıklarında çok özel bir kaygı türü tanımlamıştır. Örneğin, analitik süreçte hafta sonları, tatiller vb. bir kesinti olduğunda yoğun gerileme (regresyon) ile tepki verirler. Sanki tedavici yok olmuş, bir daha seanslar olmayacakmış gibi; gelecek tasavvuru bozuktur. Bu gelecek boyutunun yokluğu otistik ve şizoid kişiliklerde de bulunur, ancak rutinin ancak tedavi süreci ilerledikçe ve zamansal döngüye alışıldıkça bir yandan da içselleştirilen iyi nesne harikulade meditasyona uygun, gizli bir sonsuzluk duygusu da oluşur. (anne ile büyüyen bebeğin durumunda olduğu gibi) Bunu, bu fantezi ile vakit geçiren bir hastada gözlemledim: Jules Verne’in çocukken okuduğu ve onu çok etkileyen bir romanından söz etti: Antarktika Gizemi veya Buz Tarlalarının Sfenski. Bu hikâyede Antarktika’dan tüm metal nesneleri karşı konamaz bir güçle çeken mıknatıs bir dağdan bahsedilir. Arthur Gordon Pym (Edgar Allan Poe’nun “The Arthur Gordon Pym’in Gizemi” adlı kısa öyküsündeki kahramanı, öyküde kayıptır) omuzunda taşıdığı silahla, sfenkse saplanmış olarak ölü bulunur. Pym yıllar önce ölmüştü ama vücudu donmuş olduğu için bozulmadan mükemmel bir biçimde kalmıştı. Erkekleri büyüleyen ve zamanı (dondurarak) durduran bu manyetik sfenks, bir tefekkür nesnesi olarak annenin -ya da memenin- karşı konulamaz çekim oluşturan çok arkaik bir fantezisini ifade ediyordu. Benzer fanteziler, hastanın tahayyül etme sınırlarını zorlayan, muhteşem hazineler şeklinde rüyalarına girdi.
Psikozda gerçeklerle ilgili bir kayıp olur, gerçekliğin bir boyutu da zaman boyutudur. Psikozdaki bir hastanın aklına ölüm gelmeyebilir, sonsuza kadar yaşayacağını zannedebilir. Gelecek tahayyülü gerçeklikten kopuk bir şekilde bir içerik taşıyabilir. Depresif durumlarda kişinin umutsuzluğu bir geleceği olamayacakmış duygusu ağır depresyonun bir parçası olarak insanda bulunur. Şizoid kişiliklerde mesela satranç meraklısı, bir süre çok ilgilendiği, çok ilgisini çeken ve onu oyalayan, iç dünyasını meşgul eden bir faaliyet o kadar önem kazanmaya başlar ki içindeki bütün boşluğu onunla kapatmaya çalışır. Normal bir insanda olması gereken yaşlanmak gibi tahayyüllerin etkisi azalır sanki sonsuza kadar yaşayacakmış gibi orada daha fazla ustalaşmak gibi bir eksen üzerinden gelecek tahayyülü oluşmaya başlar. Normal şartlarda gelecek tahayyülü ya insanların bütün dertlerinin ve sıkıntılarının bittiği bir çeşit cennet oluşacak gibi bir içerik taşımaya eğilimlidir ya da ayakları yere basan insanlar için gelecek aslında hayatı anlamlandırabilmeyi de içeren bir şey taşır. Dolayısıyla geleceğini nasıl tahayyül ediyorsun, dendiğinde verdiği cevap o insanın kendisiyle ilgili bir sürü ipucu verir. Eskiden insanlar için genelde geçerli olan tahayyül; çocukları büyüyecek, onların da çocukları olacak, beraber anneanne, babaanne, dede olarak mutlu bir şekilde hayatı sonlandırmaktı. Böyle bir gelecek tahayyülü çok yaygındı. Yeni kuşak gelecekte mutlu bir ailenin olacağına dair bir tahayyüle sahip değil. Biriyle beraber olunur sonra ayrılınır, başkasıyla olunur, bir türlü anlamlı olmayan bir hayat. Bunlar durup dururken olmaz. İnsanın bağlanma kapasitesi, yatırım yapma kapasitesi veya kendi ihtiyaçlarını benimsemekle ilgili zorlukları bunları belirler. Geçen zaman insanların tahayyüllerini etkiler. Çok yaygın olarak insanlar yaşlandıklarında unutmaya, bunamaya eğilim gösteriyorlar. Bakıyorsunuz 65 yaşında bir insan bunamış gibi bir tablo çizmeye başlıyor. Bunun biyolojik bir nedeni yok, büyük ihtimalle anlamlandırmakla ilgili bir zorluk insanın akli melekelerinin azalmasına ve düşmesine neden oluyor.
Antartika’nın Gizemi veya Buz Tarlalarının Sfenksi hikâyesinde, tüm metal nesneleri karşı konulmaz bir güçle çeken bir dağdan bahsediliyor. Kahraman, sfenksin omzuna sapladığı silahla ölü bulunuyor. Burada bebeklik dönemine ait bir fantezi var, bebeğin anneden hiç kopmak istemeyecek bir şekilde ölümcül olabilecek ama bir yandan da çok büyük çekim oluşturan bir fantezi olarak anlatılmış. Bebeklere ait bir fantezi, bebeklikteki anneye duyulan hayranlığın, çekimin ya da estetik eksperians anılarının oluşturduğu bir fantezidir. Antartika’da geçmesi de önemlidir; rüyalarda soğuk, buz, içine kapanmayı temsil eder. Burada içine kapanma tehlikesini ortadan kaldıran manyetik bir çekim var bu o kadar büyük bir çekim ki buz içine kapanmaya sebep olmuyor ama oraya yapışıyor ve ölüyor.
Depresif kişiliklerde, zaman farkındalığı eşit derecede gelecekten yoksundur, ancak az önce tanımlanandan farklı bir şekilde. Burada zaman belirli bir noktada yapılandırılır; nesnenin bir kayıp, ölüm veya yıkım anı referanstır. Zaman geriye doğru yönlendirilir, şimdiden geçmişe. Elbette, şimdi gerçek bir şimdi olarak deneyimlenmez, çünkü öyle olabilseydi içinde bulunulan anı ve gelecek perspektiflerini kapsardı. Burada şimdi yalnızca mutlak kritik andan (kayıp anından, nesnenin ölümünden) zayıf bir uzaklaşma olabilmiştir. İleriye gitmek ve bir geleceğe sahip olmak için, egonun suçluluk duygusunun üstesinden gelebilmesi ve yok edilen nesneyi özümsemesi (onunla özdeşleşmesi) böylece onarımın yolunu açması gerekir.
Bazı insanlar bazen eşlerini belli bir yaşta kaybederler, hayatları ikiye bölünmüş gibi olur. Ölümden önceki hayatla ölümden sonraki hayat birbirinden tamamen kopar. Neredeyse bütün hayatı kaybın olmadığı geçmişte kalmıştır, zihin, akıl, ruh, duygular devamlı oraya doğru meyleder. Gelecek tasavvuru yoktur çünkü o kaybedilen kişinin tekrar gelmeyeceği anlaşılmıştır, kabullenilmiştir dolayısıyla gelecek de yoktur. Burada da yasın nasıl tutulup tutulamayacağını söylüyor, bir insan kayıp karşısında öfke duyar, o öfke ya kendine döner, şunu yapamadım, böyle yapsaydım başka türlü olurdu veya annem şunu istemişti almamıştım, kızmıştım, gibi devamlı kendinde kusur arar ya da karşı tarafa döner beni ne halde bıraktın, nasıl bıraktın vs. öfkelenir. Yasın tutulabilmesi için ya o suçluluk duygusunun ya kaybın öfkesinin azalmış olmaya başlamış olması lazım ki yas sürecine girip yüzlerce defa tartarak yavaş, yavaş o insanı içinde oluşturarak, özdeşleştirerek arkasında bırakabilsin. Ölen kişilerle özdeşleşim güçlü olur. Yanınızda olan insanla özdeşleşimin gücüyle ölmüş olan insanla özdeşleşim arasında fark vardır. Kaybetmek onu içinde taşımaya, içinde kaybetmemeye daha fazla neden olduğu için özdeşleşmeye neden olur. Dolayısıyla bir bakarsınız kaybedilen insanın özellikleri sizde de var. Farkında olmadan bunu yaparsınız. Bu yasın son ürünüdür. Kaybedilenle özdeşleşmek aslında egoyu zenginleştiren kaybedilmiş insanın özelliklerinin alınmış olması gibi bir sonuç doğurur ama her zaman bu süreç yaşanamaz. İster kendine ister karşı tarafa olan öfkenin fazlalığı bu süreci durdurur, tıkanıp kalır, gelecek kalmaz, bütün iç dünyası kaybın öncesinde kalır.
(Yas sürecinin yaşanması). Bu geçici depresif duygular, 22 yaşındaki bir kadın hastada yaşlılık fantezisinde ortaya çıktı. Fantezisinde hayatının bittiğini, aşkı veya anneliği deneyimleme umudunun kalmadığını, çünkü “çok geç” olduğunu hissetti. Paradoksal olarak, kendisinden on beş yaş büyük bekâr kadınlarda yaşam ve çocuk sahibi olma konusunda daha fazla olasılık görürken, kendini kırışıklıklar içinde ve menopozda gördü. Birkaç yıl önce annesinin ölümünden sonra zaman durmuştu ve bu konuda derin bir suçluluk duydu. Kendi hayatını yaşayamadı, ancak annesini hayata döndürmek (onu kaybetmemek için) için nafile bir çabayla annesinin tahrip olmuş yönleriyle (yaşlılık, menopoz, kırışıklıklar vb.) özdeşleşti.
SORU: Kaybedilen kişiyi yanında gibi hissetmek ne anlama geliyor?
Bence ölümü kabul edememektir ama kaybettiğin kişiyi içinde taşıyorsun ve onu yanındaki ortama yansıtmaya başlıyorsun. Psikotik değilsen o benim yanımda demezsin ama yanımdaymış gibi hissettim, dersin. Tabii şunu da söylerler gerçekten öte tarafa geçen insanın zaman, zaman dünyaya dönüp onu özleyen insana kendini hissettirdiği söylenir. Ne kadar doğru ne kadar yanlıştır onu bilemiyoruz ama ölümün kabullenildiği durumlarda bunlar olmaz çünkü ölen kurtuluyor, bu dünyanın eziyeti bitiyor. Öbür taraftan birinin ziyarete gelmesi aslında ona yardımcı olmak içindir. Ölümünün çok zor olduğu durumlarda bünye böyle bir illüzyon mu yaratıyor yoksa gerçekten geliyor mu bilemiyoruz. Temelde bazen kaybedilen insana duyulan sevgi bazen de öfke vardır, o zaman hayalet gördüm, gibi bir şey olur, korkulur iyi gelmez.
SORU: Spiritüalizme ilgi duyanlarda ölümü kabul edemedikleri için mi oraya yöneliyorlar?
Bir kısmı öyle. Mesela firavunlar öldüğünde onları mumyalıyorlar. O aslında ölümü kabul edemiyor olmanın bir tezahürüdür. Ölümü kabul edemeyince bari ceset bozulmasın, gibi bir yere kaymışlar. Ceset bozulmayınca tekrar yaşayacakmış, canlanacakmış, uyanacakmış gibi geliyor. Bir de Mısır’da şu dikkat çekicidir, ölen insanları bahçelerine gömüyorlar. Ölümün gerektirdiği ayrılığı kabullenemeyip yakınlarında tutmuşlar. Mezarlığı çok sık ziyaret de ölümü kabul edememektir. Yoksa ölümü artık bu dünyada karşılaşmayacağın, inancına göre diğer tarafa geçtiğinde tekrar karşılaşacağın ama bu defter bu dünyada kapanmış gibi addedilir ama defter kapanmayınca arada ziyarete gidilir gelinir.
Şizoid tipler ile depresif tipler arasında sayısız kombinasyon olduğu gibi zamanla ilgili olarak şizoid deneyimler ile depresif deneyimler arasında da çok sayıda olası kombinasyon vardır. Freud, ruhsal yaşamda ve özellikle nevrozda tekrarlama zorlantısına (repetition compulsion) belirleyici bir rol atfettiğinde, üstü kapalı olarak bu gelecek eksikliğine dikkat çekti. Tekrarlama (repetition), bir geleceğe sahip olmanın olasılıklarını engeller. Kader, belki de tekrarlama dürtüsünün daha açık bir şekilde tecelli etme şeklidir.
Bir insanın annesiyle yaşadığı çıkmazı kocasıyla veya çocuklarıyla yaşayarak devamlı tekrarlama eğilimi vardır. Bu eğilimin nereden kaynaklandığı aslında çok irdelenmiş, tartışılmış ve çok farklı fikirler ortaya çıkmıştır. Tekrarlama kompulsiyonu acaba bir şekilde ölüm içgüdüsünün neden olduğu bir şey midir? Acaba geleceği yok eden bir şey olarak bir çıkmaz mıdır? Devamlı, devamlı bir çeşit ölümcül bir döngünün işareti midir? Ya da travmayla ilgili konuştuğumuz gibi annesiyle yaşadığı problemi eşiyle yaşıyor, o problemi daha fazla çözebilecek gücü, aklı, deneyimi olup oradan kurtulabiliyorsa eşiyle problemi çözünce daha mutlu oluyor eğer beceremiyorsa bu sefer annesinin kendisine yaptığını çocuklarına yapmaya devam ediyor. Bu sefer onlar aynı çıkmazın bir parçası oluyorlar gibi bakılabilir. Tekrarlama aslında o problemi çözmenin tekrar, tekrar önümüze gelmesi anlamını mı taşır yoksa kötü bir kaderin devamlı kendini tekrar etmesi anlamına mı gelir? Bunlar çok tartışılmıştır. Spiral zaman diye bir kavram vardır, bu kavram, çözebilmek için problemin tekrarlandığını söyler. Aynı problem tekrar, tekrar önümüze gelir ama hiçbir zaman aynı yerden değildir; birinde iki yaşındayken gelmiştir öbüründe 25 yaşındayken gelmiştir bir sonraki 45 yaşındadır. Büyürsün spiral yükselir, aynı problem tekrar denk gelir daha önce çözemediğini çözme fırsatı, imkânı, gücü oluşturduğun zaman, aynı probleme bu sefer farklı yaklaşırsın. Gücü olan (A) ile gücü olmayan (A) aynı değildir, insan devamlı değişir. Spiral yükselirken daha fazla çözme şansın olur, diyor yazarlar. Nasıl tabiatta her gün güneş doğup batıyor vs. ama gezegen her gün aynı gezegen değil, her gün değişiyor, bu kötü manada da iyi manada da olabilir. Dolayısıyla burada sanki insana yeniden aynı şans tanınıyormuş gibi.
Görünüşte yeni olan durumlar, yalnızca çocukluk kalıplarının temel özelliklerini tekrarlar, değişime ve ilerlemeye yer bırakmaz. Hastaların kaderlerinin farkına vardıklarında durumlarını gözlemlemek çok ilginçtir. Çoğunlukla kaderi kendilerine yabancı bir şey olarak görürler, çünkü onu özgürce değiştiremezler, ancak sadece çok sınırlı sayıda hasta, kaderi, insanın yapısını belirleyen dışsal durumların bir parçası veya sonucu olarak görürler. “Şanslı değilim. Suçlu ben değilim” denildiğini görürüz. Ayrıca bunu kalıtsal bir “yük” olarak görebilirler, bazen bu yük oldukça ağırdır. (Örneğin intihar eden ailelerde, yapısal ve özdeşleşme faktörlerinin yanı sıra, istenmeden, teslimiyetle kabul edilen intihar kaderi).
Bir ailede anne ya da baba intihar ettiyse çocuklarda bunu tekrarlama eğilimi olur. Anne ya da babayla özdeşleştiği için gelecek kuşaklara aktarılır, onların hayatlarını zorlaştırır. Öyle bir eğilimle fazla mücadele etmek zorunda kalırlar. İntihar eden insan çoğu zaman ya kendini kurtarmak için intihar eder ya da sevdiklerine ceza vermek için intihar eder. Kendini kurtarmak için yapanlarda gerçekten o miras çocuklarına kalır. Bu çok bencilce bir şeydir.
Kader, bedende de bulunabilir: “fizikseldir, yapacak hiçbir şey yoktur” (kalıtsal hastalıklarda). “Geçmiş bedendir” deyişinin anlamı bedenin, filogenetik (türe ait) evrimin ve bireysel tarih tarafından şekillendirildiğidir. Bedenin algılanmasında onun geçmişini, kişiye yabancı bir unsur olarak hissetmek, hipokondride temel bir özelliktir.
Hipokondri yani hastalık hastalığında kişi bedeni yabancı bir unsurmuş gibi algılar. Bedeni kendi psikolojik yapılanmasından ayrı bir şeymiş gibi, bize giydirilmiş bir kalıpmış gibi algılar. Hâlbuki bedenle ruhsal yapımız çok iç içedir. Aslında hipokondri, insanın kendine duyduğu öfkenin bedenine yansıtılmasıdır.