06.04.2023
IV- YORUM VE ZAMANSALLIK: TEKNİK SONUÇLAR
Yorum, kelimenin en radikal retrospektif anlamıyla geçmişin malzemesinden bir şeyi yeniden keşfetmekten veya şimdiye getirmekten çok daha fazlasını ifade ediyorsa o zaman bunun gerçekleşmesi için zamansal boyutta kısmen veya tamamen kapalı bir alanı geleceğin alanına açmak gerekecektir. Bunu nasıl ve ne ölçüde yapacağız? Bunu açıkça yapabilir miyiz?
Geçmişten bugüne bir şey getirme veya bugünden geçmişe bir şey götürme çabasındaysanız bu tutumun doğal uzantısı olarak geleceği kurmak olacaktır.
Bu dâhil etme, psikanalitik zihinlere hemen çok şüpheli görünür. Bu yöndeki tüm girişimlerin analitik tekniği yanlış yöne götürdüğünü biliyoruz. Analitik teknik ile diğer psikoterapötik teknikler arasındaki temel fark bu tekniklerin hastanın gelecek boyutunu sistematik olarak, sanki açık bir geleceği varmış, sanki nevrotik döngünün tuzağa düşmemiş gibi kullanmasıdır.
Kognitif terapistin veya davranışçı terapistin çalışması; mesela ortada bir korku vardır, yarın o korku olmasın diye uğraşmaktır. Gelecekteki olası problem alanlarını ele alıp, hastayı onlara hazırlar. Direkt bir müdahaledir zaten kognitif bir terapiste giden hasta da bunun için gider. Bir insanın içindeki çeşitli problemlerin ya da çatışmaların onun hayatını tıkamış olması onun o çatışma ve problemlerini gündeme getirip çözerek yardımcı olmak yerine direkt olarak gelecekle ilgili bir müdahalede bulunur. Giden insan adını böyle koyamasa da çoğu zaman gelecek oluşturmakla ilgili kaygıları olduğu için yardım ister. O da şunu yap, bunu yap, şunları düşün gibi ödevler vererek bir gelecek oluşturmaya çalışır ama bizim tutumumuz bu tıkanıklığın altında yatan sebepleri anlayıp, görüp buna müdahale etmektir. Zaman, zaman destekleyici psikoterapiye kaydığımızda biz de bunu yapıyoruz; mesela evde oturma, dışarıya çık, bir şeyi ısmarlama ama en azından kitabını dışarıda oku, hava iyi dışarı çık, insan içinde kal, diyoruz. Bu bir müdahaledir, bundan kaçınırız, kaçınmadığımız zaman analitik ortamı bozarız, yapılan müdahaleler yapılan işin derinliğini azaltır ve yüzeyselleştirir.
SORU: O zaman bilişsel davranışçı tedavi ile bizim çalışmamız bir arada olmayacak değil mi?
Problemleri ilaçla çözmeye çalışmak aslında bir yanıltmacadır. Problemler ilaçla ortadan kalkmaz. Diyelim ki; bir insanın yakın ilişki oluşturmakla ilgili sorunları var, yakın ilişki oluşturmak için gerekli donanıma sahip değil ve hafif depresyona kayıyor, bu kişiye antidepresan veriyorsunuz. Antidepresan verdiğiniz zaman ne oluyor? Bu durumun belirtileri ortadan kalkıyor, sabah yataktan çıkabiliyor, işine gidebiliyor, TV seyredebiliyor, ancak biz bunu yaparak hastanın problemini çözmüyoruz. Onun problemi ihtiyacı olan yakınlık ve bir ilişkideki doyumları yaşayamıyor olması veya bir sevgi ilişkisi oluşturmasını bozan özellikleri var, çok çıkarcı -fazla çıkarcılık sevgi ilişkisini bozar. Biz onun o problemleri çözmesine yardımcı olacağımıza ilaç verirsek bu durumunun sebep olduğu anksiyete, yataktan çıkmak istememe halini gideririz ama aynı problemler artarak devam eder. Antidepresan verdiğiniz insanın yakınlık oluşturma kapasitesi düşer, yüzeyselleşir. Antidepresan vermek zorunda kaldığımız hastaların seansları sıkıcı geçer, anlatacak bir şey bulamaz, o kadar yüzeysel olur ki esnersiniz. İlaç verdiğinizde o insana diyorsunuz ki sana iyi gelecek veya seni iyileştirecek. Bu yalandır. Terapi yapan insanların bunu çok iyi bilmesi lazım, insanın acılarının nedeni insanın sorunlarıdır. Hayatı acı dolu ve yaşanamaz hale getiren bizim sorunlarımızdır, dünyanın kendisi değildir. Biz sevebileceğimiz bir dünya oluşturamamışızdır. Kendimizi çok yanlış tanımlıyorsak, beklentilerimiz gerçekçi değilse veya bizim özelliklerimiz bu istediğimiz şeyi bozan özellikler ise bu başımıza gelir. Hiçbir ilaç hiçbir insanı büyütmez. Bizim derdimiz dünyanın cehennemden cennete dönmesi bu da ancak güçlendikçe, sevme kapasitesi arttıkça, problemlerini çözdükçe olur. İlacın insanları büyüteceğine veya iyileştireceğine inanmak büyüye ya da duaya inanmak gibi bir şey olur. Biz bir hastayı dinlerken onun çektiği acıların kendi problemleri yüzünden olduğunu çok iyi biliriz. Nerede takılmış, nerede tıkanıyor da bu insan acı içinde veya kendini iyi hissetmiyor. Derdimiz onu oradan çıkartmaya çalışmaktır. Ayrıca bunu da karşımızdaki insan bizimle iş birliği yapıyorsa ve şikâyet ettiği problemlerin bir kısmını benimsemediyse onlardan kurtulmak istiyorsa yardımcı olabiliriz. Kafamızın arkasında problemlerimizin büyüklüğü nispetinde çekilen acıların olduğu vardır, yaptığımız işin en temeli budur. Bu temeli kaybederseniz insanlara tavsiyeler, akıl ya da ilaç vererek iyileştirebileceğinizi zannedersiniz bu işi yarım yamalak yaparsınız. Hiçbir acı, hiçbir problem durup dururken olmaz. Sevgiyi ve sevilmeyi barındıran şeylere normal deriz, bunları azaltan şeyleri problem olarak adlandırırız. Hepimiz cenneti arıyoruz, cenneti problemlerden kurtuldukça bulabiliriz.
Psikoterapist daha sonra hastanın “nazik süperegosu” gibi davranarak ona “daha içgüdüsel doyumlar” sağlar ve sonunda oldukça utanmaz bir şekilde bir tür telkin kullanır.
Bir insanın öfkesi çok fazlaysa kendisine de öfkesi çok fazladır. Bir insan kendi içindeki öfkeli enerjinin fazlalığı nedeniyle sevgi nesnelerine zarar verme endişesi ve korkusu varsa suçluluk duymaya başlar. Süperego denen şey aslında bizim sevgi nesnelerini kaybetmeden muhafaza edebilmemiz için bize kurallar koyan bir sistemdir bu da ebeveynlerin koyduğu sistemdir. Mesela ebeveyn burnunu ısırıp kopartan bir çocuğu sevemez, çocuğun kendisini sevilmeyecek hale getirmesine engel olur sonra çocuk onu içselleştirir, böylece kimsenin burnunu ısırıp kopartmamayı öğrenir. Süperego böyle başlayan bir şeydir. Freud’a göre süperego, odipus kompleksi çözümlendiğinde yani çocuk babasının annesinin kocası olduğunu, kendisinin annesinin kızı ya da oğlu olduğunu öfke duymadan kabullendiğinde (dürtülerini annesinden çekebildiği için öfke duymaz) olur. Freud’a göre bu süreç gerçekleştiğinde erkek çocuk babayla, kız çocuk da anneyle özdeşleşir ve o özdeşleşmeyi devamlı içinde tutan bir kurallar sistemi oluşur, bunun da adı süper egodur. Klein, süperegonun oluşumunu dokuzuncu aya yerleştirir; üç yaşındaki çocuklarla yaptığı terapiler sırasında çocukların kendilerini fazlasıyla yargılamaya, suçlu hissetmeye, kendilerini kötü bir varlık olarak algılamaya eğilimleri olduğunu görmüş ve süperegonun başlangıcının ödipal dönemin sonuna konmasını beğenmemiş. Aslında süperego, annemize duyduğumuz haset bizde günahkârlık duygusu oluşturmaya başladığı zaman başlar yani süperegonun arkasında sevgi nesnelerine zarar verme korkusu vardır. Biz sevgi nesnelerine zarar vermemek için ya kendimizi denetlemeye ya da kendimizi cezalandırmaya yöneliriz. Hasedimiz ne kadar fazlaysa o kadar ceza bekleriz. Talibanlık dediğimiz şeyin arkasında sevgi nesnelerine duyulan haset vardır. Öfke ve haset çok fazlaysa sertliği ve şiddeti de o kadar fazla olur.
Hastanın kendi içindeki hasedin fazlalığını anlayarak içindeki öfkeyle bu cezalandırılma eylemlerinin paralelliğini kurmak yerine tedavici kendi süperegosunu ortaya koyarsa bu ne kadar efektif olur ne kadar rahatlatıcı olur veya hastanın içinde kendini suçlu bulma eğilimi yüksekken tedavicinin onu suçlu bulmayan hali birbiriyle nasıl uyumlanır? Buralar muallaktır.
SORU: Hayat kadar yumuşak hayat kadar sert olmak gerekir demiştiniz. Süperego gereğinden fazla nazik olursa hasta bağımlı kalıyor değil mi?
Hiçbir tedavici hastanın piskopatik eğilimlerini, yalan söylemesini, birilerini kandırma çabasını onaylamaz. Bu nazik süperego olup olmamakla ilgili bir şey değildir, neticede bir insanın sosyal bir varlık olabilmesi için gerçekleştirmek zorunda olduğu şeylerdir yani bir insan hem yalan söyleyecek hem etrafı kandırmaya çalışacak hem de diğer insanlar ona dünyada yer açacak, bu mümkün değildir. İnsanlar kandıkları süreçte bir yer açarlar ama kandırılmak bütün insanlarda aptal yerine konulduğu, değersizleştirildiği anlamına gelir, kandırılmak bizi kandıran insanı sevmemizi engeller çünkü bize kendimizi değersiz hissettiren bir şeydir. Dolayısıyla tedavici bunları bilen bir tutumla ister istemez zaten seansa bir ahlak getirir, bu başka bir şeydir, nazik süperego başka bir şeydir. Burada bunu çerçeve olarak anlamak lazım. Tedavici sınırların çizilmesi, bir setting oluşturulması, bir büyüme ortamı oluşturulmasını sağlar. Kuralsız bir ortam büyüme işlevini yerine getiremez. Bu kurallar; mesela tedaviciye yumruk atması da bir kural ihlalidir ve analitik ortamla bağdaşmaz, yalan söylenmesi, kandırması da bağdaşmaz.
SORU: Kuralları koyarken tedavicinin sadistik öfkesini çıkmaması gerekir değil mi? Mesela yalan söylediğinde onu cezalandırmak yerine farklı davranmak gibi.
Sadistik öfke yerine bir kontrat yapmak gerekir.Kontrat şudur; ben sana emek vereceğim, sen de bana para vereceksin, bu tek yanlı bir şey değil ve biz seninle bir iş birliği yapacağız, senin şikâyetlerini gidermek için uğraşacağız. Ne kadar gidebiliriz bilmem ama elimizden geldiğince uğraşacağız ben de senden saatinde gelmeni vs. bekliyorum. Yalan söylendiği zaman bu ortamın bütün büyüsü bozulur, yalanın olduğu yerde iş birliği gerçekleşmez. Bu kontratı baştan yaptınız sonra hasta kontratı bozarsa yapacak bir şey yok bu sadistik öfke değildir. Aslında hem hastayı hem sizi koruyan bir şeydir bu ceza değildir insan ilişkilerindeki temeldir. Her şeyin bir bedeli vardır, bir mal alıyorsun ve bedelini veriyorsun. Ben parayı vermiyorum, dediğinde satıcı da malı vermiyorum, der. Analitik literatürde kontrata uyulmadığı için ilişkinin sonlandırılması ceza gibi algılanmaz, tedavicinin kendisini kullandırtmak istememesidir yaptırımınızın olması ceza sayılmaz. Ceza şöyle bir şey olur; mesela hastaya bağırıp çağırıyorsun Allah belanı versin, diyorsun sonra da seansa devam ediyorsun, bu sadizm olabilir. Bu sefer çok bağırdım, diye suçluluk duyup hastayı bırakamıyor da olabilirsiniz.
Hastanın diyelim ki bir geleceği yok, kognitif terapiye gidiyor, terapist ona ödevler veriyor, şunu yap, bunu düşün gibi telkinler, direktifler veriyor o da onları yapıyorsa ve bundan bir çare bekleniyorsa o zaman hastanın kendi içindeki çatışmaların -yazar buna nevrotik döngü demiş veya içinde birbiriyle uyumlu olmayan istekleri taşıyor olmasının neden olduğu tıkanıklığı görmezden gelmiş oluruz, diyor.
Bu davranışın bir analiz sırasında zararlı olduğunu hepimiz deneyimlerimizle öğrendik; baskıyı artırır, direnci güçlendirir, çatışmanın daha fazla gizlenmesine katkıda bulunur ve gerçek çözümü daha zor hale getirir. Bu kadar tecrübe yeter. Gelecek, psikoterapist tarafından bir tehdit ya da vaat olarak kullanılırsa ikisi de kesinlikle anlamsızdır, çünkü bunlar hastanın içsel çatışmalarının bilinçaltı yönlerini bütünleştirmesine yardımcı olmaz.
“Bak böyle düşünürsen hiçbir geleceğin olmaz. Şöyle yaparsan bu senin geleceğini bozar veya böyle yapıyorsun geleceğini düşünmüyorsun”, dememek gerekir. Herkesin bir aklı var, niye böyle yaptığını anlamasını sağlarsanız o zaten sizin söylediğiniz şeyi akıl eder.
Destekleyici psikoterapinin bu kaba biçimlerini bir kenara bırakırsak, aynı davranışın daha “incelikli”, daha analitik yollarını buluruz. Bunlardan birine “aktif teknik” denir. Ferenczi (1920) “aktif teknik” uygularken hastaya bazı “hoş olmayan eylemleri gerçekleştirme” veya “bazı boş hareketlerden” kaçınma gibi belirli “görevlerin” yükledi.
Freud cerrah keskinliği ve acımasızlığını tavsiye ederken, Ferengi de bunun tam diğer ucunda şunu söylüyor; “insanların problemleri ihtiyaçları olan anlayış, sevgi, yakınlık, bir ebeveynin çocuğunun iyiliğini isteyen tutumlarının eksikliğinden kaynaklanır. O da haftanın her günü tedavi yıllarca sürüyor, bu çok da gerçekçi bir şey değil, bunu kısaltmanın yolları olabilir mi?” diye bakıyor. Balint, Ferengi’nin öğrencisidir. Odak terapi, Mr.Baker’ın tedavicisi olan Balint Ferengi’nin analizinden geçmiştir. Odak terapi daha kısa sürede sonuç almak amaçlıdır. Ferengi de acaba tedavici daha etkin olursa hiç karışmayan, dinleyen, yorumlarla ortamı oluşturmaya çalışan pasif bir tutum yerine aktif bir tutum alınırsa işler nasıl olur, gibi fikirler öne sürmüştür tedavicinin daha yumuşak, daha insan olmasından yana olmuştur. Freud’un bahsettiği yoksun bırakmak, hastayı beslememek gibi bir tutumu eleştirmiş onun yerine daha empatik, daha sıcak, daha yakın bir ilişki kurulmasının doğruluğuna inanmıştır, hastayla beraber çay içmek, kol kola girip deniz kenarında yürümek gibi şeyler eklemiştir. Ferengi ile ilgili bir dedikodu var, karısının daha önceki evliliğinden olan 20’li yaşlarının başındaki kızı Alma’ya âşık olup beraber oluyor Ferengi de o yıllarda kırk-ellilerine gelmiş. Ferengi’nin düşüncelerinin psikanalizin daha sonraki yıllarında gerçekten çok katkısı olmuştur. Balint vs. cerrah kesinliğini bırakıp daha insani bir tutumu benimsemişlerdir. Bir bakıma psikanalizin bugüne gelmesinde bu tutum değişiklinin katkısı olmuştur. Klein ekolü de klasik psikanalitik tutuma uzak durma eğilimindedir. Yumuşaklık tanımlamaz ama Klein’in içinde de Anna Segal’in tutumu da Balint’inkine benzeyen yumuşaklık ve empati taşır. Sonuçta gelinen yer, önemli olanın analitik ortamın bozulmadan muhafaza edilmesidir, işin hassas noktası budur. Bunu muhafaza ettiğinizde içerideki bebek uyanır, simbiyoz oluşur, sonra simbiyoz çözülüp insanlar tekrar kendi sınırlarına çekilirler, sonra tekrar ahenk olur bu sürecin olabilmesi için çok doğru bir ayarın olması lazımdır; ne çok soğuk ne de hastayı korkutacak kadar yakın, sınırların bulanmasına neden olabilecek kadar gevşek, ne de kaskatı, bebeksileşmeyi bozacak kadar sertlik çünkü bebek insanların kendilerini güvende hissettiklerinde uyanır, onu da oluşturan şey hem sınırların iyi çizilmesidir -o zaman korkacak bir şey olmaz- hem de anlamaya çalışan, empatik, içinde iyilik olan bir ortamdır.
Bu tekniğin muhtemelen serbest çağrışımı kolaylaştıracağını düşündü, çünkü hastaya yüklenen görev, bastırılmış anı materyalinin önemli parçalarının ortaya çıkmasını kolaylaştırıyordu. Aktif tekniğin kullanılmasının amacı, tehlikeli bir durumdan kaçınmanın veya erotik tatmin arayışının çözüme engel teşkil ettiği durumlarda, analitik tedavinin hızlandırılmasıyla iyileşme süresini kısaltmaktı. Hastanın nevrotik döngüsü karşısında tamamen yorumlayıcı bir tavır iktidarsızlık hissine yanıt olarak ortaya çıkar. Bu da analistin omnipotan (her şeye kadir) bir konumu benimsemesine yol açar, hastayı nevrotik kısır döngüyü kırmaya zorlar. Bu, aktarım (transferans) ilişkisini, analistin bu ilişkiyi bozma tehlikesini göze alarak yönetmesi anlamına gelir. (Hastanın duygularının geri çekilmesi, analizin kesintiye uğraması, vb… sonuçları olabilir.). Deneyimler, bu tür davranışların hastada yoğun ve haklı bir kızgınlık uyandırdığını ve bunun daha sonra üstesinden gelinmesi çok zor olduğunu göstermiştir.
Bir hasta geliyor, siz ona yardımcı olmaya çalışıyorsunuz, diyelim ki Ferengi’ci bir bakış açısıyla bakıyorsunuz; hastayla birlikte geziyorsunuz, dolaşıyorsunuz, çay içiyorsunuz, hava güzelmiş diyorsunuz bir ağaç altı buluyorsunuz falan ama sınırlarınızı iyi muhafaza ediyorsunuz. Hastanın koluna girmiyorsunuz, o da sizin kolunuza girmiyor vs. ama hastayla oluşturduğunuz ilişki ve yakınlık hastanın içinde bir sürü çocukluk fantezisini veya babasıyla, şununla bununla olan problemini de canlandırıyor. Böyle bir durumda sizin hastayla beraber bir iş birliğiyle problemi çözmeye çalışan tutumunuzun yerine tedavicinin içindeki iyilik insani malzemeyle aktif olarak bu işe soyunmuş olması ama bu ilişkinin bitecek olması, bunun sadece hastanın problemlerinden kurtulması için yapılmış olması orada yaşanan insan insana yakınlığın oluşmasını sağlarken bir yandan da hastanın kafasının karışmasına sebep olur ve onu yanıltır. Birlikte bir hayat yaşanıyormuş gibi bir çerçevenin içinde bu olursa hastanın kafası karışır. Beraber yaşanan hayat; tasarlanan, kurgulanan, bir amaç konarak projeye çevrilmiş bir şey değildir. Doğal, otantik, insanların içinden geldiği gibi yaşanan ve öyle olduğunda bir büyüsü ve cazibesi olan bir şeydir. Projeye döndüğü anda bütün cazibesini kaybeder. Dolayısıyla kafanın arkasında hastanın iyileştirilmesi projesi olduğuna göre burada yapılan şey kaçınılmaz olarak, hastada daha sonra kendisini bir proje olarak ele alındığı ve bir proje nesnesi olduğu, oradaki hiçbir şeyin hakiki olmadığı bir yere varır. Aktif tutumun tehlikelerinden bir tanesi arka planda hasta gerekli iş birliği yapmadan kurtarabilirmiş gibi bir fantezi vardır. Muhtemelen hasta bu fanteziyi algılar ve omnipotan bir biçimde tedavicinin onu kurtarmasını beklemeye başlar. Dolayısıyla burada beklenti iş birliği yapmak değil kurtarılmayı beklemek haline döner. Çok tehlikesi olan bir şeydir.
SORU: Hasedi arttırır mı?
Evet. Bunları uygulamaya çalıştığı yıllarda Ferengi’nin megalomanlığı da varmış.
Telkin edici psikoterapinin başka bir biçimi, biçim olarak psikanalitik ve öz olarak pedagojik olan ve hastayı dolaylı olarak vazgeçmeye veya belirli hareket etme veya hissetme biçimlerini benimsemeye davet eden yorumdur. Bu, hastaya tedavi fantezimizi empoze etmek ve kendi gelecek olasılığını kapatmak anlamına gelir.
Eğer biz gerçekten hastanın kendi içindeki engelleri aşıp, kendini bu engellerden özgürleştirmesini, içindeki çatışmaları görerek, anlayarak yavaş, yavaş çatışmaları bir çözüme doğru götürmesini ve bu şekilde yeniden ağır, ağır bir büyüme süreci yakalamasını sağlamaya çalışmak yerine hastanın algılarıyla uğraşmaya başlarsak bu hata olur. Diyelim ki; siz hastanın beraber olduğu adamı kendi kafasında büyüttüğünü ve onu yersiz bir biçimde fazla yatırımlandırdığını görüyorsunuz. Bu ilişkinin yürümeyeceğini, hastanın sonradan acı çekip hayal kırıklığına uğrayacağını görüyorsunuz. Burada onun bunu görmesini sağlayacak sorular ve yorumlarla kendisinin görmesini sağlamaya çalışmak yerine ona “bak bu insan bunları yaptığına göre bundan bir şey olmaz” dediğinizde haklı da olsanız, doğru da görüyor olsanız, direkt algısına yöneldiğiniz zaman, onun algısını düzeltip sizin gördüğünüz gibi görmesini sağlamaya çalıştığınızda -ki bunu ne kadar yaygın olarak yapıyoruz, o zaman ortamı bozarız- acele etmiş, onun kendisinin göreceği şeyi kafasına vura, vura göstermiş oluruz. Bunları yapıyoruz. Bunlardan kaçınmamız lazım daha sabırlı olmamız, daha fazla emek vererek oluşturabilecek bir şeyi kısa yoldan yapmamamız lazım. O zaman kendimiz daha omnipotan, her şeyi bilen, karşımızdakini de kendini çok kolay kandıran biri diye tanımlamaya başlarız. Öyle de olabilir ama bunu gözüne sokarak yapmamalıyız.
Zamansal gelecek boyutunu yorumlamaya dâhil etmenin tek biçimleri bunlar olsaydı bu sorundan bahsetmeye değmezdi. Analitik iki kişilik durumu dikkatlice incelersek, gelecek boyutun ve bunun yorumlanması gerektiğinin farkına varırız. Yorumlamak, simgesel düzeyde düşünceyle hareket etmek, gelecekte bir şeyler aramak ve zamansal boyutu açık olarak içermektir. Bunu yapmanın bir yolu hastalardaki geçici zamansal bölünmeyi not etmek ve sistematik olarak yorumlamaktır. Bu bölünmenin her zaman mevcut olduğundan ve hatta bazı hastalarda çok önemli olabileceğinden daha önce bahsetmiştik.
Seansta hasta şimdiki zamandadır ama annesiyle olan, çocukluğundaki problemleri getiriyorsa aslında geriye gidip geçmişi tekrar ediyordur. Bunu ayırt etmeniz zamansal boyut ekler, bunu görüp yorumlamak hastanın geçmişle bugünün iç içe geçtiğini ayırt etmesini kolaylaştırırken geçmiş ve şimdiyi tanımlamış olursunuz. Bu tanımı yaptığınızda gelecek tanımını da getirecektir. Geçmişle şimdi çok iç içe girer ve çok karmakarışık olursa o zaman zaten gelecek kalmaz. Önce şimdi ile geçmişi birbirinden ayırt etmek gerekir; mesela annesiyle büyük sorunları olan bir insan, annesinin onun iyiliğini istemediğini, onu kendi doyumları için kullandığını algılamış olan bir insan, bu algıyı size yansıtmaya başladığı zaman size öfkelenir, zamanında yaşadığı bütün travmayı yaşıyormuş gibi algılar hâlbuki siz onun annesi gibi yapmıyorsunuzdur, bunu anlaması için yorumlamaya başlarsınız; bunun annesiyle ilgili anlattığı özelliklerle ilgili olduğunu, kendinizin ise böyle özellikler taşımadığınızı, seans içindeki çeşitli durumları hatırlatarak onu projeye çevirmediğinizi anlamasına yardımcı olarak geçmişi ve şimdiyi birbirinden ayırmaya başlarsınız. Transferans çözümlenmesi denen şey bundan ibarettir. Zamanında işin bütün özü transferansın yorumlanması üzerine kurulmuştur (1950’ler) bu yapıldığında farz edilmiştir ki; gelecek kendiliğinden oluşur.
SORU: Matrix of Mind kitabında anıya dönüştürmek dediği şey bu mu?
Evet, geçmiş bir anı değil, geçmiş bugüne sarkıyor. Yaptığımız iş büyük ölçüde geçmişin anı haline gelmesi ve şimdinin geçmişten özgürleştirilmesidir. Dolayısıyla şuna çok duyarlı olun; hastanın sizi algılaması ne kadar gerçekçi ne kadar sizi karıştırıyor? Psikanalizin özü budur. Bunları yapmadan yaptığınız iş terapi olmaz.
Zamansallığın doğası gereği, geçmişte hastanın geleceğiyle bağıntılı olmayan hiçbir sorun olamaz. Freud, anksiyetenin (kaygının) zamansal boyutunu algıladığında bu gerçeğe zaten dikkat çekmişti: yani, yakın veya uzak geçmişte, bir şeyin olmasından korkma, yaklaşan bir felaket, bir tehlike tehdidi ve bunu izleyen yakından veya uzaktan gelen reddedilme mutlaka olacaktır. Geleceğin kesinlikle bilinmediği anlaşılmaktadır. Zamansallığın gelecekteki boyutunun bu yüzden bu kadar sıkıntı verici hastaların kendi zamansallıklarını kabul etmeleri bu yüzden bu kadar zordur.
Bizim gelecekle ilgili tasavvurlarımız ya geleceğin belirsizliğine katlanamadığımız için geleceği ele almaktaki beceriksizliğimizden zamansallığın gelecek boyutunu güdükleştiriyoruz ya da günün altından kalkmakta çok fazla zorlanıyorsak sıra geleceğe gelmez. İnsanoğlunun kendine bir durum, bir ortam, bir de sistem oluşturabilmesi için ilk önce kendini tehlikeden kurtarması gerekir, önce karnını doyurması, giyecek kılığı kıyafeti, kafasının üstünde bir dam olması gerekir. Bunları temin ettikten sonra gelecekte de kullanabileceği bir sistem kurmaya yönelebilir. Bir insanın gelecek tasavvuru olmadığını gördüğünüzde “demek ki bu insan hayatın altından kalkmakta zorlanıyor” aklınıza gelmeli, ikinci olarak “acaba belirsizlikten kaçınıyor mu, geleceğin belirsizliği onu ürkütüyor mu, orayı kapatarak mı yaşıyor?” ya da “depresyonda mı?” sorularının aklınıza gelmesi lazım. Depresyondaki temel mesele umutsuzluktur. Umutsuzluk denilen şey insanların gelecek tahayyülünün olmamasıdır. Bir insanın kendi içinde bir gelecek oluşturabiliyor olması içinde bulunduğu durumdan bir çıkış yolu görüyor olması lazım. Umutsuzluk geleceksizlik demektir. Demek ki depresyon ayrıca karamsarlık oluşturduğu için geleceğin algılanmasını bozan bir duygu durumudur.
Geleceğin belirsizliği sadece en arkaik, en korkunç korkuları uyandırmakla kalmaz, aynı zamanda şimdiye kadar yaşanmış her şeyden daha kötüsünün olabileceğinden korkulur.
İnsanları mutsuz eden, yürümeyen birçok ilişki daha kötüsü olabilir, korkusu nedeniyle el altında tutulmaya çalışılan bir şeye dönüşebilir. Kendi içinde tıkanmış ilişki daha kötüsünden korkulduğu için sürebilir.
Bilinçaltı olarak korkunç tehlikeler karşısında tamamen çaresiz bir egonun toplam güvensizliğini uyandırır. Hastanın kendisini bu korkunç bilinmezlikten kurtarmak için yaptığı ilk şey, geleceği ayırmak ve onu yok saymak, tek ve çelişkili, tatmin edici olmayan bir geçmişe sığınmaktır. Geçmiş en azından bilinen ve kısmen evcilleştirilen yapısıyla yeni durumlarla yüzleşmek yerine boş tekrara takılıp kalmayı tercih edilir yapar.
“Ben alışkanlıklarımdan kopamıyorum, ayrılacağım ama çok alışmışız birbirimize, alışkanlıklarıma da çok bağlı olduğum için sürüyor” diyen insanların ilişkileri aslında tıkanmıştır, bir şey üretmiyordur ama içi boşalmış olmasına rağmen sürüyordur. Çünkü tutunacak bir şey olarak varlığını sürdürüyordur yani “daha kötüsü olur” korkusu yalnız kalamamak ya da kimseyi tanımak istemiyorum, başıma yeni dertler çıkartmayayım vs. gibi düşünceler biraz da gelecek tahayyülünün bozulduğu durumlarda olur. Bazen gelecek tahayyülü oluşturamamak fantezilerle dengelenmeye çalışılır. Şimdiye kadar yaşadığı hayat deneyiminden kendisini dönüştürecek bilgiyi yakalayamamış birçok insan, yaşları belli bir hayat deneyimi taşıyor olmasına rağmen kendilerine dönüştüremediklerinde gelecek tahayyülü oluşturmak yerine fantezi kurmaya başlarlar. Her durumda “acaba fantezim gerçekleşiyor mu, bak şu adam benim fantezimdeki adam mı?” gibi bakmaya başlarlar. Fantezi orada duruyordur, olacak mı, diye bakar adama balıklama atlar, “bu adam benim aradığım adam mı, ona güvenebilir miyim?” diye irdelemez. Bu çok yaygındır, geleceğin belirsizliğine katlanamamak, aynı hataları yapmamak için deneyimden faydalanamamaktır. Bir tıkanmışlığı olmayan, kendine bir gelecek oluşturabilme kapasitesi olan bir insan fanteziler kurup onlarla kendi dengesini kurmaya çalışmaz. Daha çok kendisini anlamaya, yüzleşmeye, şimdiye kadar olan tecrübelerinden yararlanmaya çalışır. İnsanlar bazen hatırlamak istemedikleri, akıllarına geldiklerinde canlarının sıkıldığı, üzüldükleri durumları silmeye çalışırlar. İnkâr ederler. O zaman da öğrenmemiş olurlar.
SORU: Ergenlerdeki durum yetişkinlerden daha mı farklı? Onlarda daha fazla fantezinin olması yetişkinlere göre normal bir şey mi yoksa orda da bir anormallik var mı?
Ergenlik çağı fantezileri denen şey; çocuk, anne babasından, aile ortamından kendisini uzaklaştırmaya ve büyümeye çalışıyorsa (özellikle erkek çocuklarda anneye duyulan dürtüler tehlikeli oluyor) ve eğer kapasiteleri varsa kanka dedikleri arkadaşlığı oluşturacak duruma girip birbirlerini koruyan kollayan, bir yandan itişip kakışan ama dayanışan, birbirlerine yatırımı olan gençler olarak varlıklarını sürdürürler. Onların çok fazla fantezi kurmaya ihtiyaçları olmaz ama çocuğun dostluk yapma, arkadaşlarını sevme, onlarla bir şey oluşturma kapasitesi düşükse o zaman fantezi kurarak kendisini orijinal ailesinden, anne babasından uzaklaştırmaya mecbur kalır. O zaman da gerçekçi olmayan şeylerin peşine düşer. Birkaç kere canı yandığında, hüsrana uğradığında öfkesi artar ve bu sefer kendine zarar verecek, tehlikeli şeylere kaymaya başlar. Bu hem kızlar hem de erkekler için geçerlidir. Erkeklerde daha fazla sistemden kaçma eğilimi vardır. Kızların narsistik ihtiyaçları, erkeklerin de dürtülerinden duydukları korku burunlarını boka sokmalarına neden olur.
Bu, aktarımda (transferans) çok sık bir şekilde ifade edilir: “Şu ya da bu durumda ne yapmalıyım?” Görünüşte bu tür sorular bizim için sorun değil. Önce cevap vermeyiz ve sonra içeriği yorumlamaya çalışırız. Ama aynı zamanda bize zamansal bölünmeyi bilince getirme fırsatı da veriyor. Hasta, öngörü kapasitesini, değerlendirme görevini ve bir kararın sonuçlarının neler olabileceğini öngörme görevini bize yüklemeye çalışır.
Hastanın kararları size bırakma eğiliminden onun bir yardımcı süper egoya ihtiyacı olduğunu anlarız. Hastanın yardımcı egosu olmanın tehlikesi ve sakıncası bize bağımlı olmasına sebebiyet vermek olabilir. Bir de hastanın kendi sorumluluğunu üstlenmesini geciktirmiş oluruz. Bir hata yapıp kendi hayatını bozmasından duyduğumuz endişe nedeniyle onun biraz çocuk kalmasına, başına gelenlerden öğrenememesine neden olabiliriz. Eğer hastanın egosu doğru karar vermeyi engelleyecek kadar zayıfsa yani hastayı fanteziler yönetiyorsa gerçekten burada siz müdahalenizle onu fantezilere düşmekten korumak zorunda kalabilirsiniz. Bazen bunu yaparız ama bunu çok uzun süre yapmamamız lazım. Eğer analitik bir tedavi yapacaksak yardımcı ego işlevini gerçekten çok gerekli olan durumlarda yapıp geri kalanda kendi sorumluluğunu ona bırakmamız gerekir. Bu bizim de hoşumuza giderse biz de bundan narsistik bir doyum alırsak o zaman hastayı çocuksulaştırma eğilimimiz olduğunu unutmamalıyız. Bu hasta grubu nevrotik hasta gurubudur. Daha ağır problemli olan, daha çok tehlikeye açık olan ve daha çok destekleyici terapiye gerek olan hastalarda mecburen yardımcı ego olma durumumuz olur ama ne kadarı karışmak, yönetmek sizin temayülünüz ne kadarı hastanın buna ihtiyacı olduğu için, bunların iyi tartılması lazım.
SORU: Bazen çatışmayı bizim üzerimizden yaşamaya çalışıyorlar.
Bir sürü hasta kendilerine öfkeleri çok olduğu için hata yaptıklarında kendilerine öfkelenmekten çok korktukları için kendilerine öfkelenmek yerine bize öfkelenmeyi daha güvenli bulup sorumluluğu bize yıkarlar ama gerçekten de hasta için kendine duyulan fazla öfke tehlikelidir. Belki de onu büyük bir hatadan korumak gerekebilir. Ölçüyü iyi kurmak, gerekli olduğundan emin olmak veya yaptığımız şeylerin bizde narsistik bir doyum oluşturmadığından emin olmamız lazım. Narsistik doyum almak için yaptığımız her şey hastaya zarar verecektir.
SORU: Hasta çatışmaları sizin üzerinizden yaşayıp sizi bebeğin annesi yaptığında onun ihtiyacını gidermediğinizde size öfke duyduğunda sizi kötü yapmış olmuyor mu?
Bu soru bebeksi olanla çocuksu olanın tam ayrılamadığı anlamına geliyor. Bebeğin durumunda bebeğin ihtiyacı olan şey anlaşılmak, görülmek, duyulmak, kendisiyle ahenklenilmesidir onun ihtiyacı nispetinde o ahenklenmenin sürmesidir. Dürtüleri canlanır, o dürtülerden rahatsız olunmamasını ister. Bebeksi düzeydeki bir yönelmede çok fazla yardımcı ego gerekmez gereken tek şey sizin hassasiyetinizdir. Bir bebekten bir şey beklenemez, ihtiyaçları karşılanır. Bebek, ihtiyaçları karşılandıkça bir şey beklenecek hale gelir. Önüne oyuncak konduğu zaman 15-20 dakika yalnız kalabiliyordur, siz de rahatlıkla gider duşunuzu alır, gelirsiniz, bunu ondan beklemeye başlarsınız ama bu bebek belli bir aşamaya geldiğinde olur. Bebekten karar vermesini vs. bekleyemezsiniz.
Sorumluluğunu bize bırakmak istiyor, çünkü bunu yapamayacağını hissediyor bu sorumluluğun yüküne katlanamıyor. Hasta, nevrotik geçmişi tekrar etme dürtüsüne bir kez daha yenik düşmekten korkar ve geçmişi ile geleceği arasında hissettiği karmaşayı önlemek için ne yapması gerektiğine karar verme görevini bize bırakır. Tabii ki, bunu yapmak için kişiliğini bölmek zorundadır. Kişiliğinin makul ve uyumlu yönlerini bize yükleyebilir, bu tarafın çatışmalar tarafından istila edilmesinden korkar. Ya da durumu özel bir şekilde sunarak, bilinçaltı arzularına uygun bir tavsiye almaya çalışabilir (bu durumda, sizin katıldığınız karar istenen sonuçları vermezse, başarısızlık için suçlanacak kişi olursunuz).
Bazen de hasta size bir soru sorar ama cevabını ne olmasını istediğini size alttan alta belirterek, sizi manipüle ederek sorar. Sonuçtan memnun kalmazsa size öfkelenecektir.
Bu tavsiye talebinde her zaman, analistte yansıtmalı özdeşleşimle birlikte, kendiliğin bir bölünmüş parçasının (süperego, egonun makul kısmı, içgüdüsel arzular), analiste yansıtılması ve zamansal bölünmeyi sürdürme ve gelecekten kaçma çabası birliktedir.
Eğer hasta seansta size birçok şey yansıtmıyorsa ya da sizin içinizde birçok şey uyandırmıyorsa o ilişki akli bir ilişkidir. Orada hastanın içindeki bebek uyanmadığından sizinle olan ilişkisinden de bir malzeme edinemez. Bebek uyandıysa sizden enerji alıyordur, malzemesini yeniliyordur. Her karar, her çaba bir enerjiyle yürür. Hastayla sizin aranızda daha derinlikli bir ilişki olması lazım ki yapılan iş hastada bir dönüşüme neden olsun yoksa iyi muhabbet edersiniz ama bu hastayı dönüştürmez. Bu yüzden bu işi yapan insanların içlerindeki bebeğin uyanması gerekir. Bu da büyük ölçüde sınırların doğru çizilmesini zorunlu kılar. Çünkü sınırların doğru çizilmediği yerde akıl hastalığı tehlikesi başlar. Sınırları iyi çizemezseniz hasta kendini güvende hissetmez, anksiyete başlar. Bebeksi düzeye gerileyen hastanın tedavicisinin kendi sınırlarını iyi çiziyor olması şarttır.
Benzer durumlar günlük hayatta her gün bir kişi ile dostları arasında yaşanır. Bu ve benzeri durumlarda yorumun amacı zamansal bölünmeleri bilince çıkarmaktır.
Normal şartlarda diyelim ki; bir arkadaşınızla muhabbet ediyorsunuz, muhabbet koyu, çeşitli duygular uyandırıyor, sizin söyledikleriniz de karşınızdaki insanda duygular uyandırıyor ve beraberce aranızda bir yakınlık ve paylaşabildiğiniz bir ruhsal alan oluşuyor. Böyle bir deneyim insanlara iyi gelir ama tedavi ortamıyla arkadaşlık arasındaki fark; eğer sınırları iyi çizilmemiş bir arkadaşınızla konuşuyorsanız bir şey sizi tedirgin eder ve konu derinleşmez, akli bir yere kayar, yüzeyselleşir. İnsanlar kendilerini güvende hissetmek için daha yukarı çıkarlar. Grupta da bu olur ya konuyu yüzeyselleştirirler ya tedavici bilgi vermeye kayar. İlişkide insanın içindeki alma-verme, birbirinin bilinçaltını her an uyandıran, karşımızdakinin bizim bilinçaltımızda uyandırdıklarıyla birlikte giden bir matriks oluşur. Sadece ortam bir tedavi ortamındaki kadar güvenli değildir. Demek ki tedavicinin o güveni verebilmesi lazım ki ilişki derinleşsin ve hasta bundan zarar görmesin.
İkincisi, yorumlama, bağımsızlık korkusu, bilinmeyenden korku, gelecek için sorumluluk üstlenme kapasitesindeki düşüklük gibi sebeplerin neden olduğu zamansal bölünmenin kalıcılığının neden geride bırakılamadığını açıklığa kavuşturmayı amaçlar ve son olarak yorumlama, hastanın deneyimlerinde ve duygularında gelecek boyutun yeniden içe yansıtılmasını amaçlar. Bu nedenle, yorum formülasyonu, nevrotik döngüyü açmak ve onu bir ikileme dönüştürmek için hasta tarafından bölünmüş ileriye dönük (gelecek) zamansal yönleri açık bir şekilde içermelidir. Bu, bir rüyanın yorumlanmasında belirginleşir. Hâlihazırda rüyaların mekaniğini, onun doğuşunu dikte eden işleme mekanizmalarını yorumlamaya değil, daha çok durumu, yani tekrarlanan travmatik durumu ve rüyayı görenin onu işleme ya da buna bir çözüm bulma girişimlerini yorumlarız (Garma) Rüya iki boyutta yorumlanır; geçmiş, travmatik durumun tekrarı ve gelecek. Böyle bir durumun değiştirilmesi veya işlenmesi elbette transferansın (aktarım) tekrarlayıcı ve umut verici gücünü kullanarak yapılabilir ve geçmiş ile gelecek birleştirilir.
Her rüya bir yandan bir durum tespiti yaparken; insanın o andaki durumuyla ilgili bir tespit olabilir veya kendi iç dünyasındaki birtakım korkular, çatışmalar ve kaygıların temsili olabilir. Bir yandan şimdiyi anlatırken bir yandan geçmişle bağı vardır. Normal şartlarda geçmişle şimdi hep iç içedir. Rüyalarda bunun izlerini görürsünüz. Bir de rüyaların ikaz edici bir tarafları vardır. Geleceğe dönük bir hazırlığı ifade eden bir tarafları vardır. Bazı rüyalar direkt ikaz edicidir, bir tehlikeye işaret eder. Burada bir durum var bunu görmezsen tehlike yaşayacaksın gibi ama tedavi ortamında görülen her tür rüyanın sizinle bir komünikasyon olduğunu da bilmelisiniz. Hasta size bir şey söylemek için rüyasını kullanıyordur, kendisinin de farkında olmadığı bir şeyi size iletiyordur. “Bu rüya bana ne anlatmak için görülmüş?” bazı rüyalarda bu çok belirgindir, bazılarında çok örtüktür. Rüyanın şimdide neyi ele aldığını, ne konuda ikaz ettiğini yani ikaz deyince bu geleceğe dönük bir şeydir, geleceğe dönük bir tehlikedir, bunları yakalayabilirseniz ve konuşabilirseniz bu zamansal boyut tedavi ortamına dâhil olmuş olur.
SORU: Sınırlar derken yetişkinlikte bunun sözel bir karşılığı var ama bebeklikte iyi çizilmesi nasıl oluyor? Yani annenin hangi tutumu bunu sağlıyor?
Normal şartlarda annelerin bebeği kendi parçaları olarak algılayıp, kendi parçasıyla bir bütünleşme ilişkisi kurması beklenir. Sağlıklı bir annelik için yeni doğmuş bebek annenin parçasıdır. Bu olmadığı zaman bebek ile anne ahenklenemez, anne bebeğe büyük bir yatırım yapamaz, onu hissedemez, anlayamaz, bebeğin ihtiyacı olduğu kadar bebeğin ihtiyaçlarına duyarlılık gösteremez. Kendi parçası olarak algılamamanın en iyi örneği otizmdir. Normal şartlarda 9. ayda bebek, annesinin ayrı bir varlık olduğunu algılar. Otizmde ise bebek, annenin kendisiyle bütünleşmemiş olmasından dolayı annesinin ayrı bir varlık olduğunu daha 6 haftalıkken anlamış oluyor -ki otizmdeki mesele budur ve 6 haftalık bir bebeğin o kadar muazzam bir hasedi vardır ki o haset uyanınca bebek için anne çok tehlikeli bir varlık haline gelir, bebek annesinden kaçarak kişiliğini kendi bedeni üzerinden oluşturur.
SORU: Bebeği anneden erken ayırmak da etkili olur mu? Başka odaya götürme vs.
Eğer anne bu durumdan rahat ediyorsa “oh bebeği aldılar, rahatladım” diyorsa o bebek yandı ama anne “bebeğimi isterim, aklım onda kalıyor” derse mesele yok. Bebeğin zarar görmemesi için annenin böyle bir yaklaşıma uyum göstermemesi gerekir.
Anneyle bebek arasında ilk üç ayda zaten sınırların olmaması gerekiyor sonra yavaş, yavaş sınırlar oluşmaya başlıyor. Bebeğin kendi içinde olanlarla dışarıda olanları birbirinden ayırt edebilmesi için yavaş, yavaş kendisiyle anneyi ayırmaya başlamış olması gerekiyor. Eğer anne bebeğe tutunma ihtiyacı gösteriyorsa veya annenin kapasitesi bir şeyi parçası yaparak sevme biçimindeyse daha öteye gidecek bir sevme kapasitesi yoksa anne çocuğu kendi parçası olarak tutmaya devam eder ve burada sınırlar çizilmemiş olur. Sınırlar derken kastettiğim şey bu sürece paralel bir şekilde annenin de çocuğu önce kendisinin parçası sonra kendisinden ayrı bir varlık olarak sevmeyi becerebilmesidir. Bebeğin kendine ait bir geleceği olan, kendine göre özellikleri olan, ona gereken donanım verildiğinde kendisine ait bir benlik oluşturmasına, kendisi olmasına izin verebilen annenin çocuğu sınır problemi taşımaz ama bu çok nadirdir. Kısacası esas sorun, annenin sorununun bebeğe aktarılmasıdır. Bu kaçınılmazdır, eğer anne bunu beceremiyorsa bebeğin kendi başına “annem haddini ve sınırlarını bilmiyor, ben bileyim” demesi mümkün değildir. Annesi böyle bir handikap oluşturan bir insanın ya psikoz düzeyine inme potansiyeli olan hastaları almaması lazım ya annesinin onda oluşturamadığı sınırları kendisinin oluşturma çabası ve gayretini oluşturması lazım veya en azından “bak sende de bu problem olduğu için şunu görmemişsin” diye ikaz edildiğinde bunun üzerinde düşünmesi lazım.
SORU: Anne çok mesafeli duruyorsa da sınırların karışması problemi olabilir, demiştiniz.
Anne bebeğin ihtiyacı olan ahenklenmeyi oluşturabiliyorsa zaten bebeğin kapasitesi artar. Ayrılma kapasitesi çok önemli bir kapasitedir. Bebeğin kendisini anneden ayırt edebilmesi için bebekte bir kapasite oluşmuş olması lazım ancak anne kendisi sınır problemi olan bir insansa bu kapasiteyi oluşturmayı beceremez. Artık o noktadan sonra “anne o kapasiteyi veremediği için mi çocuk sınırlarını iyi çizemiyor yoksa annenin sınır çizememesinin yansıması mı?” onu ayırt edemezsin ama muhtemelen birbirinin yansımasıdır.
SORU: Bir tanıdığımız bebeği emzirirken canı yanıyordu ve yara olmuştu, istediği kadar beslensin diyordu. Mazoşist eğilimleri olan bir kadın ne kadar sınır koyabilir?
Bir kere şunu iyi oturtmak lazım; kadınlar için özellikle beraber oldukları insanla mutlu olamamış, onlarla büyük bir dürtüsel canlanma ve doyum yaşayamamış kadınların hayatlarındaki en büyük doyumları çocuklarıdır. Onların üzerinde iktidar alanı oluşturarak kendi varoluşlarını çocuklarının üzerinde oluşturdukları iktidarı sürdürebilmek için onları kendilerinde tutarlar, kendi parçaları muamelesi yaparlar ve onları hiçbir zaman kendilerinden kopamayacak birisi olarak yetiştirirler. Bu mutsuz kadınların yüzde yüzünü kapsayan bir handikaptır, çocuk üzerinden doyum kazanıp hayatlarını anlamlandırmaya çalışırlar, böyle bir kadın çocuğu kendi parçası olarak tutmaya çalışır. Bu sadece sınırların iyi çizilmemesinden kaynaklanmaz bu bir strateji olur. Çok müdahaleci bir annenin çocuğunu gördüğümüzde annenin kendi iktidarını muhafaza edip onları kendi iktidar alanında tutma çabasından mı kaynaklandığını yoksa kadının kendi bebekliğinde annesinin sınırları çizmeyi öğretememesinden mi kaynaklandığını ayırt etmek lazım. Annenin bu iktidar sürdürme çabası çocuklarda psikotik bir düzleme yol açmaz, aradaki fark budur, bebeksi sınır karışıklığı psikotik düzleme yol açar, diğeri nörotik ya da karakter bozukluğu dediğimiz veya çocuğun kendisini bulmasını, bireyselleşmesini, güçlenmesini engelleyen bir iz bırakır.
SORU: Sınırları olmayan bir annenin iktidar isteği de üst üste olamaz mı?
Olur. O zaman daha ağır, şizofrenik şeyler olur veya manik depresif, psikoz atakları, girip çıkmalar olur; mesela borderline çok öfkeli bir yapıdır ama sınır problemi daha fazla olanlarda akıl hastalığı görülür. Bir anne çok bilmişse çocuğu tamamen iktidar alanı yapar.
SORU: Emzirirken yara oluyor, bebeğe biberon vermek veya emzirmemek de kötü oluyor. Bu durumda ne yapılması gerekiyor?
Normal şartlarda anne memenin dişlenmiş olmasına öfkelenir, önemli olan o öfkenin bebeğe erişmesidir eğer anne öfkelenmezse bebek yamyam olur. Acaba emerken mi yara oluyor yoksa anneyi yemek mi istiyor? Anneyi yemek ister aslında. İlk büyük yasak annenin etini yememektir. Anne kızarsa çocuk da bunu yapmamayı öğrenir.