Analitik durumun zorunlu ve kendine özgü niteliklerini oluşturan kurallar, dinamiklerin araştırılması amacı, psikanalizin araçlarının amacı ve bu tedavi edici sürecin temelini oluşturan yorumlar; bütün bunlar “içgörü”yü oluşturur.
İçgörü oluşması o kadar kritik bir öneme sahiptir ki onu kolayca ele alamayız ama yine de neden daha sistematik araştırmaların nesnesi olmadığını merak ederiz. Bu kavram, daha sistematik ve spesifik çalışmaların konusu olacak kadar açık bir biçimde tanımlanmamıştır.
Buradaki amacımız analitik ortam içinde “içgörü”nün işlevini incelemektir. Freud’den beri analistler için içgörü tüm analitik süreçlerin temel amacıdır.
İçgörü nedir? Bir fikriniz var mı? İçgörü, benliği kullanmaktır; aslında benliği kullanabilir hale getirmek için ihtiyaç duyulan bir şeydir. Bir iç görü sahibiyseniz kendi benliğinize daha yakınsınızdır ve benliğinizi daha efektif bir şekilde kullanma imkânınız olur diyelim ki çok öfkelendiniz hastayla o anda bunu konuşmamayı tercih edebilirsiniz. Çünkü benliğinizin fazla öfkeli olmasının sizi korkutması lazım eğer siz etik çerçeveye uygun bir iş yapıyorsanız, kişisel öfkenizin hastaya yansımasının süreci bozacağını algılayıp benliğinizi kullanmamayı tercih edebilirsiniz. Tabii bütün bunları yapabiliyor olmanız için niye öfkelendiğiniz, neden öfkeyi kullanmadığınız, neden orada susmayı tercih ettiğinizi anlamanız için kendinizle ilgili bir içgörünüzün olması lazımdır, her şey aslında hastanın maksimum iyileşme kapasitesi edinebilmesi için yapılır. Nitelikli ortam derken şunu kastediyor; bütün oradaki çaba sizden yardım istemiş olan insana maksimum hayrı nasıl göstereceğiniz olduğu için bunu bozabilecek her şeyden de kaçınırsınız. Dolayısıyla her durumda benliğimizi kullanmayız, bazen onu askıya alırız. Benliğini hayatındaki her ilişkide kullanabiliyorsan, hakiki bir insan olarak, hakiki bir varlık olarak yaşamanın, öfken ile sevginle, dürtüyle hayatı senin için daha anlamlı, daha doyurucu yaşamak şeklinde bir hayrı vardır. Hastayla olan ilişkimizde de benliğimizi kullanabilirsek daha etkili oluruz. Hastaya da daha gerçek bir ilişki sunmuş oluruz ama bunu yapabiliyor olmamız için benliğimizle ilgili tereddütlerimizin geride kalmış olması lazımdır. Yani yıkıcı bir öfkeyi kullanmayacağımızı, kullandığımız öfkenin duruma uygun bir öfke olduğundan emin olmalıyız. Yeri geldiğinde öfke de kullanılabilir ama cezalandırma amaçlı kullanılmaz. Bir şey vermek için de öfkenin kullanıldığı olur. Diyelim ki hasta geldi size yalan söylüyor burada bir miktar öfke gerekiyor, “sen ne yapıyorsun, oyun mu oynuyoruz burada bu kadar emek veriyoruz”, demek gerekiyor. Onun farkında olmadığı bir şey var orada bütün ortamı, bütün durumu onun lehine olabilecek şekilde oluşturmaya çalışırken kendi nefsimizi hep geri çekiyoruz. Dolayısıyla orada büyük bir emek var, büyük bir enerji var, bizim açımızdan büyük bir sorumluluk duygusu vardır. Sen onu yalanla dolanla bozacaksan git, demeye eğilimliyizdir.
Soru: İçgörüyü geliştirip ortaya çıkarabilir miyiz?
Aslında analitik ortamda hedeflerimize erişmek için iç görü oluşturmak zorunda olduğumuzun farkındayızdır, hasta kendini tanıdıkça, anladıkça, kendi problemlerinin kaynaklarına inildikçe zaten iyileşecektir yani birtakım problemler onun kendi denetimine girecektir ama hasta kendi problemlerini benimsiyorsa bu mümkün olmaz. Ağır karakter bozukluğu kategorisine giren hastalarda ya da sapkın bir sistemden çıkmış olan insanlarda bunu görürüz. Onlar kendi problemlerini benimserler. Hatta bazısı kendi problemleriyle övünür. Dolayısıyla öyle insanlarla zorlanırız, elimizden geleni yaparız ama o insanlarla böyle bir ortamı oluşturamayabiliriz.
Soru: Kendimizi anlamak için ne yapabiliriz?
Diyelim ki sana “bak şurada yine kıskançlığın görülmüş, bak burada kendini gösterme arzun öne çıkmış”, diyoruz sen bunu tanıdıkça, anladıkça onların senin kontrolüne girmesi beklenir tabii ki anasının, babasının, her aksaması her insan üzerinde bir iz bırakacaktır. Dolayısıyla hepimizde bir sürü problem olması kaçınılmazdır. Tedavici oldun diye melaike olacak değilsin, tedavici oldun diye dünyanın en mükemmel ve en kusursuz insanı olmazsın. Kimse de senden bunu beklemiyor ama problemlerinin hastayla olan ilişkiyi bozmasına engel olunmayacak demek değildir. Süpervizyonun bütün amacı aslında hastayla olan ilişkinizde kendi problemlerinizin, ortamı bozmamasını sağlamak ve ortamı onun maksimum faydalanabileceği bir şekilde oluşturmaktır. Bütün derdimiz budur. Bunu da eleştirmek için, hırpalamak için yapmıyoruz. Gönül rahatlığıyla “ben bu işi iyi yaparım” diyebilmek için daha tecrübeli bir gözün değerlendirmesine ihtiyacımız vardır.
O halde, bu süreçte analist içinde bulunduğu durumu yorumlamasına göre en uygun bir biçimde hareket eder.
Bazılarının yanlışlıkla zannettiği gibi kişisel bir tutum göstermez. Analitik deneyim iki insan arasındaki doğal iletişim temeli üzerine oturur ama istenen sonuçları almaya dönük ortamın oluşması için ön kabullerle çerçevelenmiş, yapay olarak değiştirilmiş ve kodlanmış, işlevselleştirilmiş (içgörü geliştirecek şekilde) bir ortam söz konusudur.
Analitik ortam aslında biraz yapay bir ortamdır; iki insanın arasında dostça sohbet ettiği veya içlerinde birbirine karşı sevgiyle oluşturulan bir muhabbet değildir. Bunu yaptığınız durumlar olur; diyelim ki bir hasta çok şizoid ise bir fanusun içinde yaşıyorsa, duygu dünyası çok fakirse ve bir türlü çağrışım yapıp kendini ortaya koyamıyorsa, ilk önce onu bir ilişkiye hazırlama ihtiyacıyla bunu yapabilirsiniz veya çok entelektüel ederek konuşuyorsa çok akıl ve mantıkla var oluyorsa o insana başka bir ilişki modelinin de olabileceğini, duyguların da konuşulabildiği, sorunların temeline inmeye çalışıldığı bir ilişki modelinin de olabileceğini yavaş, yavaş gösterirsiniz, sonra analitik ortama geçersiniz. İnsanların bağlanma konusunda en problemli olan kısmına şizoid diyoruz. Kendi içlerindeki bebeğin uyanıp onları çok bağımlı yapacak, karşısındaki insanlara yapışacak, onu bırakmayacak veya onu çok kıskanacak, onu kimseyle paylaşmak istemeyecek bir hale gelmelerinden korktukları için kendilerini böyle bir fanusun içinde tutan, ilgilerini de daha çok satranç, spor gibi alanlara kaydırarak yakınlıklardan kendini korumaya çalışan insanlar vardır. Şizoid insanlar temelde büyük bir bağlanma korkusuna sahip oldukları için bağlanınca ortaya çıkacak olan bebeksi tabiatlarının çok görünür hale gelmesinden korktukları için kendilerine özgü dirençleri olur. Böyle bir hastayla başlangıçta daha reel bir ilişki oluşturmak zorunda kalırsınız; kendinizi ifade ettiğiniz, konuştuğunuz, bazen muhabbet ettiğiniz, bazen belli konuları açıp onun da dünyasını genişletmeye, derinleştirmeye çalıştığınız -ama buralar çok hassastır ölçü kaçarsa analitik ortam oluşmaz, ilişki birazcık destekleyici psikoterapiye döner. Zaten bunlar süpervizyonda anlaşılır. Siz de devamlı nefsinizi geriye çekmek yerine biriyle muhabbet etmeyi tercih edebilirsiniz. Üstelik de belki de sevdiğiniz, belki de bir yakınlık oluşturduğunuz bir insanla muhabbet etmeyi tercih edebilirsiniz ama bu sizin ihtiyacınız nedeniyle mi yapılıyor, hastanın ihtiyacı nedeniyle mi yapılıyor? Bunları ayırt etmek son derece önemlidir. Bizim analitik ortamda yapay dediğimiz şey şudur; siz orada tam anlamıyla kendi benliğinizle olamazsınız, aklınıza esen bir konuyu ilginizi çekiyor diye hasta ile konuşmaya kalkışamazsınız. Normal bir ilişkide olan şeyler orada olmaz, tamamen hastanın yararlanmasını maksimize edecek bir ortam kurmaya çalıştığınızda ister istemez bir asimetri oluşur ve kendinizi daha ebeveyn gibi yani ihtiyaçlarınızın hastaya yansıtılmadığı, daha fazla kendinizden fedakârlık yaptığınız, kendi ihtiyaçlarınız ve kendi beklentilerinizi ertelediğiniz, geri çektiğiniz hastayı da tamamen bir bebek gibi olabileceği bir durumda tanımladığınız zaman buradan asimetrik bir ilişki çıkar, biraz da yapaylaştırılmış bir ilişki çıkar ama bunu sahte bir şeymiş gibi anlamayın. Bu sadece benim dediğim bu pratiğin içinde olanlar anlıyorlar. Buradaki asimetrinin hastanın çıkarları, hastanın selameti için yapılan bir şey olduğunu algılar, algılayabilir ama bunlar birazcık birbirine karışabilir. Ne zaman daha dostane bir hava olacak? Ne zaman asimetrik ilişki oluşturulacak? Bunlar biraz birbirinin içindedir yani hemen pat diye anlayabileceğinizi beklemeyin ama bütün bu durumu böyle anlayabilirseniz bütünlüğü içinde ayırt etmeniz daha kolay olur.
Bahsettiğimiz iletişim psikanalitik bilginin ve çalışmanın konusudur. İki taraf arasında farklı ve özenli (derinlikli) bir iletişim oluşturacak bir “akıl” oluşturulur.
Hasta bize geliyor, diyelim ki haftanın üç günü tedaviye başlıyoruz, “sen şuraya uzanacaksın, kendin hakkında her şeyi söyleyeceksin, senden bunu bekliyorum. Pazartesi, Çarşamba, Cuma günleri buluşacağız, saat şu olacak, bunlar sana uyuyor mu? Seansa gelmezsen yine para ödemeye devam edeceksin çünkü ben sana takvimimde bu zamanı ayırdım ama ben tatile gittiysem o seansın parasını ödemezsin” diyoruz. Yani ortamın nasıl yürüyeceğini, hangi günler hangi saatlerde olacağını konuşuyorlar, anlaşıyorlar, iki taraf da bunu kabullenince ilk ortak mutabakat yapılıyor. Burada diyelim ki hasta çağrışım yapamıyor, kendisiyle ilgili bilgi veriyor ama hissediyorsunuz ki gelmeden önce o “ben ne anlatacağım?” diye düşünüyor. Bu çok sık görülür hele narsistik bozukluklarda bu hep böyledir, bir türlü çağrışım yapamaz. Gelir kendini anlatır oysa beklediğiniz onun gelip sizi bilgilendirmesi değil aklına gelenleri söylemesidir. Sizin ondan istediğiniz içinden ne geliyorsa aklına ne geliyorsa onu ortaya koyarak kendi olmasıdır ama o geliyor size kendisi ile ilgili bilgi veriyordur bu ayrı bir durumdur zaten orada sıkılırsınız, hasta gelir sadece kendisiyle ilgili bilgi verir, siz de dinlerseniz yavaş, yavaş gözleriniz kapanmaya başlar. Dolayısıyla birazcık derinleşmiş analitik ortam oluşması için analistin ne zaman konuşacağını ne zaman susacağını, ilişkiyi yüzeyselleştirmemek için nasıl davranacağını öğrenmiş olması lazımdır. Mesela bence grup terapiler bu konuda çok iyi bir deneyim alanıdır. Grup yönetenler grubu yüzeyselleştirmemeyi, grubu aklileştirmemeyi, gruptaki problemleri, çatışmaları, üstünü kapatmamayı falan becerebiliyorlarsa bu onların analitik ortam oluşturma kabiliyetini çok arttıracaktır.
Taraflar arasında böyle bir ortam yaratacak dönüş oluşturulamıyorsa, psikanalitik süreç, terapötik sonuçlarından bağımsız olarak, başarısız olur.
Mesela hastanın anksiyetesi var, panik atak geçiriyor veya geçirmekten korkuyor. Hastanın problemleri geçti ama hastanın panik atağı geçti diye “aman ne iyi tedavi ettim” demiyoruz. Çünkü biliyoruz ki yine olacaktır. Sizden aldığı güçlü enerjiyle bazı konuların konuşulmuş olmasıyla bazı şeyler geride bırakılmıştır ama bu henüz bir dönüşüm oluşturacak bir şey değildir. Dönüşümü oluşturan şey analitik ortamın kurulmasıdır. Bu okuduğumuz metin, bunun nasıl olduğunu, yolunu, yordamını, yöntemini anlatıyor. Bizdeki en büyük eksikliği tamamlıyor. Çünkü bizim genel eğilimimiz -tabii ki kendimizi duvardan duvara vurmayalım- yüz yüze konuşuyoruz, bu bir. İki bize hiçbir hasta haftanın dört günü, beş gün gelmiyor. Biz daha sınırlı görüyoruz. Haftada bir geliyor, burada bir ortam oluşuyor ama bir hafta sonra geldiğinde o havadan çıkmış oluyor. Tekrar o havayı kurmamız gerekiyor. Bunlar kolay şeyler değildir dolayısıyla bizim koşullarımızda çok uygun hastalarla ancak haftada bir kere görüşerek bir yere varabiliriz ama çoğu zaman yetmiyor grupla falan desteklemeyi daha uygun buluyoruz. O zaman ihtiyaç duyduğumuz derinleşme daha iyi oluyor. Yani sizler de önümüzdeki senelerde ayrıca muhakkak gruba katılmalısınız. Ben bu işi yapacağım diyorsanız. Yok ben bu işi yapmayabilirim, bakıyorum, tanıyorum, hoşuma giderse yaparım falan diyorsanız bekleyin ama eğer ben bu işi yapmak istiyorum, diyorsanız muhakkak ki haftada bir yetmez, olmaz bunu başka bir ortamda desteklemek gerekir.
Bu içgörü çalışmamızda daha önce yazdığımız bir çalışmamızda taslağını verdiğimiz bulguları kısaca özetleyeceğiz. (M.Baranger and W.Baranger 1961-1962)
I- ANALİTİK DURUMUN ÖZELLİKLERİ
A- Analitik durum temel olarak iki kişilik bir durumdur. Olan biten her şey, bu iki kişilik alanda oluşur.
Demek ki hastanın annem geldi, annem de konuşacak falan dediği durumlar veya kocamla da bir görüşmenizi isterim, dediği durumlar veya biz şöyle bir yerde beraber gelelim mi? Diye sorduğunda evet derseniz analitik ortam havaya uçmuş olur. Bu ortamı oluşturmak tamamen size bağlı değildir yüzde doksan size bağlıdır ama yüzde onunda da dediğim gibi belki şizoiddir, belki biraz içine kapanıktır belki çok travmaları vardır, onları hatırlamak istemiyordur. Dolayısıyla her şeyi anlatabilmesini durduran engeller vardır içinde ama bunlar zaman içinde geride kalır. Zaman içinde daha önce anlatamadığı şeyleri anlatacak hale gelir ama bunların yapılamadığı süreçlerde ortam zaten analitik ortam olarak oluşmaz. Demek ki hastanın da kendi engelleri nedeniyle oluşmayabilir eğer hastayı zorlamaya varmadan bu işi götürmek istiyorsak bunu bilmemiz lazım. En baştan beri her şey tereyağından kıl çeker gibi gitmez terapide çeşitli dönemler olur.
SORU: Ablasıyla terapiye gelen bir hasta bazen terapiye gelirken de evden çıkamıyor. Terapisti ona yedinci ya da sekizinci seanstan sonra dışarıda görüşüp terapi yapalım gibi bir şey söylemiş. Böyle şeyler olabilir mi, yani terapötik ortama bir zararı var mı?
Bunlar psikanaliz değildir, burada fazla ebeveyn rolünü üstlenmeye varan bir şey olur. Ebeveynler çocukları büyütürken diyelim ki misafirliğe giderken yanlarında çocukları götürüyorlar, arada bir lokantaya gidiyorlarsa götürüyorlar yani demek istediğim şey, biz bunları yaşayarak öğreniriz. Benliğimizle beraber yaşadığımız hayatı, buradaki deneyimlerin içinden oluştururuz. Eğer bir insanın düzeyi çok düşükse az önce şizoidler ile ilgili olarak dediğim gibi karşımızdaki insanın iç dünyasını zenginleştiren ya da onun yeni ilgi ve merak konuları edinmesine yardımcı olabiliriz. Bir çocuk ebeveynsiz büyüdüyse bunlara ihtiyacı olabilir. Bütün bunları yaparsınız ama bunları yapmak bir süreliğine ortamın analitik bir ortam olmasının ertelenmesi anlamına da gelir. Burada tedavicinin analitik bir ortam kurmak gibi derdi yoksa elbette bunu yapabilir. Asıl önemli olan bunu hastanın iyiliği için mi yapıyor yoksa dışarılarda dolaşmak kendine de iyi geliyor, kapalı bir ortamda canı sıkılıyor bari dışarıda yiyelim, içelim, dolaşalım nasılsa parasını da hastanın ailesi veriyor diye mi yapıyor? Bu önemlidir.
Bu kurgusal durum mekânda, zamanda tanımlanmıştır (ne zaman ve nerede seanslar yapılacak anlamında) ve analist ile hasta arasında da asimetrik işlevsel bir tanım yapılmıştır.
Asimetri önemlidir hastaya yardımcı olabilecek bir ortam kurmaya çalışıyorken hasta bunu sabote edecek bir şeyler yapıyorsa o asimetrik ortamın oluşmasına izin vermemeye çalışıyordur, sistemi böyle asimetrik bir duruma katlanamıyor, illa bozacak bir şeyler yapıyordur. Bu çok yaygındır. Mesela demin anlattığın vakada bence sana bunu yapıyor; analitik ortamı devamlı bozacak şekilde senin ona karışmana müdahale etmene, akıl vermene sebebiyet verecek şeyler yapıyor ve onu yaparak aslında o asimetrik durumdan kurtulmaya çalışıyor. Aynı kendi annesinin yaptıklarına seni yakınlaştırıyor. Daha fazla yatırım yapmasını engellemek için bunu yapıyor.
SORU: Hastanın süreyle ilgili kısıtlama istemesi de buna benzer bir şey midir yoksa sınırlarla mı ilgilidir? Hastanın mesela lütfen 60 dakika değil 50 dakika yapalım, 15 günde bir gelelim gibi istekleri sınırlarla mı ilgilidir?
Bence hasetle ilgilidir. Seni değersizleştirmeye ya da seni kendine tabi kılmaya çalışıyor. Güya senin iyiliğini düşünüyor, o zaten parasını veriyor ama sen bir saat çalışıp yorulma, 50 dakika yetsin falan derken sana tuzak kuruyor.
SORU: Böyle mi demek lazım?
“Galiba sen buradaki ortamın tanımını bana bırakmak istemiyorsun. Sen de kendince bir tanım yapıp bunu bana dayatıyorsun bunu yaparsan burada kendi kendini sabote edersin; mesele tedavicinin dediği mi olacak hastanın dediği mi olacak, meselesi değil, burada senin için en uygun ortam nasıl oluşturulur meselesi sen onu bozmaya çalışıyorsun çünkü muhtemelen böyle bir ortam kurulduğunda sen çocuk ben de ebeveyn olacağım değil mi? Bu da asimetrik bir ilişkidir ama diyelim ki çocuğuna çok ihtiyaç duyan bir kadın bu asimetriyi bozar yani çocuğun onu sevmesine duyduğu ihtiyaç ne kadar büyükse o kadar o asimetri kalmaz o zaman da çocuk, çocuk kalır.” Diyebilirsin. Burada o asimetriyi bozmak onun büyümesini engelleyen, gelişmesini engelleyen bir şeydir, seni birazcık küçülten bir şeydir, sana kural dayatıyor ama bunlar çok sık olur. Buralarda kafanız karışmasın, bunlara izin verirseniz, oradaki ortamın belirleyicisi olarak hastayı koyarsanız bundan hasta kaybeder.
Bu durum iki kişi arasında oluşmuşsa da nâmevcud olarak üçüncü de oradadır, hemen anlatılmaya ve üzerinde konuşulmaya başlanır.
Burası çok önemli; diyelim ki hasta erkek mutlaka konu karısına gelecektir, mutlaka konu annesine gelecektir, mutlaka konu babasına gelecektir. Yani orada iki kişi var ama anlatılanlarla beraber orası hep üçlenecektir. Bunun da birazcık analitik durumun bu vasfı nedeniyle çocuklukta yaşanamamış ödipal dönemi taklit ettiği ve bir bakıma yeniden yeni bir ödipal versiyon ortamı oluşturduğunu söylemiş oluruz.
Böylece ödipal üçgen yeniden üretilir. Ödipal üçgen nevrozlarda ve evrimsel olarak çok önemlidir.
İnsanlık kültürü gelecek kuşaklara bu üçgen üzerinden aktarılır, böyle bir şey olmadığı zaman insanlık kültüründe bir kopuş olur eski kuşaklarla yeni kuşaklar sanki ayrı gezegenlerde yaşayan varlıklar olur. Günümüz dünyasında öyle bir şey var, Z kuşağı dedikleri çocuklar ödipalize olamayan çocuklardır. Bunların anaları çalışıyorlar, para kazanıyorlar, çocuklara da başkaları bakıyor. Evde babanın vazifesi anneye hizmet etmek, annenin fantezilerini gerçekleştirmesine katkıda bulunmak olunca çocuğun aşkla bağlanacağı veya güven duygusuyla bağlanabileceği bir profil oluşmuyor. Bütün bunlar yeni kuşakta ödipalizolasyonun imkânsız hale gelmesine neden oluyor. Biz bunu görüyoruz; özellikle Instagram falan gibi mecralara baktığınız zaman herkesin bütün derdi kendini göstermek olduğundan kaçınılmaz olarak böyle oluyor. İnsanların preödipale demir attıkları ve hallerinden de çok memnun olduklarını görüyoruz ama bu da iki kuşak arasında iki ayrı insanlık kültürü oluşturuyor, önemli bir kopuş oluşturuyor. Yeni kuşak eskileri beğenmiyor, kimse kimseyi beğenmiyor, çocuklar analarını babalarını dinlemiyor, çocukları kimse dinlemiyor. Onlar neyi dinliyorlar? Sosyal medyayı dinliyorlar. Oradaki trendler, oradaki eğilimler çocukların da örnek aldığı bir şeye dönüşüyor. Anlıyorsun ki bu çocuklar anasız babasız bu çocukların anası babası sosyal medya olmuş oraya bakarak kendilerini idare etmeye çalışıyorlar aslında bu çok vahim bir şeydir.
Belirli durumlarda bu üçlü ilişki bir gerileme (regresyon) ile ikili ilişkiye veya çok kişili bir ilişkiye dönüşür.
Bebekleşme olursa ilişki ikili ilişkiye yani anne bebek ilişkisine döner. Regresyon düzeyi çok bebeksi bir zemine doğru kayıyorsa ikili ilişkiye döner. Hastanın bütün ilgisi ve dikkati, sizden aldığı enerjiye sizin onun dünyasına koyduğunuz katkıya sizi kimseyle paylaşmama, sizin ona öfkelenmemenize, sizin onu seçmenize odaklanır, ikili bir ilişkiye döner ama bu ikili ilişkiler stabil değildir. Bir süre sonra muhakkak haset gelir.
SORU: Çoklu derken ne demek istiyor?
Geleneksel sistemde dedelerin babadan daha çok ağırlığı vardır. Anneannenin, babaannenin ağırlığı annenin ağırlığından fazladır sanki bir kurum gibi bir grup gibi bir ortam oluşur mesela dedenin ağırlığı daha fazlaysa babasının karşısında el pençe divan duran babaya kız çocuğu aşkla bağlanamaz. Diyelim ki babaanne tarafından anne eziliyorsa çocuk omnipotansını anneye aktaramaz biraz kurum çocuğu gibi bir şey olur. Bunlar bizim toplum tarafından hiç fark edilmez bu özellikle kırsal alanda çok yaygındır. Dedelerin, babaanneler, anneannelerin ağırlığının fazla olduğu durumlarda çocuk gelecekte bir özel hayat oluşturamaz. Çocuk büyüyor, karnı doyuyor falan ama diyelim ki erkek çocuksa bir kadınla sevgi ilişkisi yaşayacak donanımı edinemez. Kurum çocuğu dediğimiz çocuklar -bu isterse devletin okullarında, yatılı okullarında büyüyen çocuklar olsun ister yatılı liselerde okuyanlar olsun, ister daha sahipsiz, kimsesiz çocukların bakıldığı yerlerde olsun, yetiştirme yurtlarında olsun- gelecekte karşı cinsten birisi ile bir sevgi ilişkisi yaşayacak donanımı edinemez. Orada ona bakılır, ihtiyaçları karşılanır belki ona oyun oynaması, arkadaşlarıyla haylazlık etmesi vs. izni verilebilir. Çok gelişkin bir yerse çocuğun yaşına uygun davranışlarının problem olarak tanımlanmadığı bir durumsa -ki ona nadir rastlanır çocukları genellikle bir tornadan çıkmış gibi bir kalıptan çıkmış gibi birbirine benzetmeye çalışırlar. Böyle durumdaki insanlar karı koca ilişkisi kuramazlar.
SORU: Peki, destek alırsa düzelme olabilir mi?
Destek alırsa burada söylediği şey var ya regülasyona kayarsa bebekleşir ve ikili ilişkiye döner ya da tekrar kurumsal bir ilişkiye döner dediği durum ortaya çıkar ama çok becerikli, çok usta, çok tecrübeli bir insanın yardım etme şansı vardır. Yine de mesela benim bir hastamın anne-babasını devlet yatılı okullarda okutmuş, kafaları çalıştığı için fizik profesörü olmuştu ama bir çocukları şizofrendi diğer kızlarının da intihar girişimleri olmuştu. Bu insanlar kendilerince gayet iyi tanışmışlar, iyi bir arkadaşlık ilişkisi kurmuşlar ama anne baba olmayı ve karı-koca olmayı becerememişlerdi. Bunlar kimsenin elinde olan bir şey değildir; bir insan ne gördüyse ne yaşadıysa, nasıl bir tornadan çıktıysa onun izini ve damgasını taşır ama bilin ki devlet sahip çıktı, yuvaya gönderildi diye çocuğun problemleri bitmeyecektir. Çocuk hayatta kalacaktır eğer çok iyi bir yerse belki suistimal edilmeyecektir ama illa bu eksikliği yaşayacaktır. Yani bir insanın aile kuracak hale gelmesi için ailede büyümüş olması gerekir, kurumda değil. Bunlar bizim açımızdan doğruluğu yüzde yüz olan şeylerdir ihtimalden bahsetmiyoruz. Gördüğümüz, deneyimlediğimiz ve her durumda bunun böyle olduğunu teyit ettiğimiz bir şeydir. Günümüz dünyasında insanlık her şeye yüzeysel bakıyor mesela biz diyoruz ki bebeğe annesinin bakması lazım. Bunu bizden başka kim söylüyor bilmiyorum. Bir insan okumuş, doktor olmuş, bu kadar emek vermiş şimdi annelik mi yapacak? Diye bakılıyor. Annelik dünyadaki en değerli şeydir, bir insan yaratmak onu ileride hayat kuracak bir insana dönüştürmek daha zor bir şeydir mesela batıda Almanya’da falan bilmiyorum birazcık belki düzenlemişlerdir ama çocukların iyi bakılmadığı, suistimal edildiği yok babası tokat attı, yok annesi arkasından terlik fırlatmış diye çocukları ailelerinden alıp devletin himayesine veriyorlar, işte bu çocuklar da kurum çocuğu oluyor.
SORU: Peki, geleneksel sistemin yapısından bahsettik ya az önce omnipotandan bahsederken kendi aile yapımızı düşününce mesela baba çok güçsüz bir adamsa dayının da eril özellikleri varsa ona yönelmek nispeten daha iyi değil midir?
Eğer anne kardeşini seviyorsa ve onu dinliyorsa, onu adam yerine koyuyorsa, zorlandığı zaman ondan destek alıyorsa veya ona fikir soruyorsa çocuk zaten onu baba yapar. Doğal olarak çocuk anneyi takip eder. Anne kime daha fazla yatırım yapıyorsa onu baba yapma eğilimi taşır ama şu vardır; çocuğun kendi yapısını oluştururken “annemle babam seviştiler ben onların sevişmesi sonucunda oldum” denklemini içinde oturtabilmesi lazım. Çocuk bunu içinde tutabildiğinde anneyi ve babayı kendi başlangıcı olarak görüp onlar arasındaki ilişkiye bakarak onlarla ilgili “bunlar nasıl gelişmiş olabilir” tahayyülü oluşturur. Buna primal scene diyoruz ve o çocuğun bu primal scene’in nasıl oluştuğunu bilmesi primal scene’i nasıl kurduğu geleceği ile ilgili önemli bir belirleyici olur. Diyelim ki çocuk primal scene’i kuramıyor yani anne babayı bir türlü yan yana getiremiyor. Tamam, anne baba birbirlerini seviyorlar ama aralarında dürtüsel bir şey yok. Belki sevişirken tahayyül etmeye çalışıyor ama olmuyor, yapamaz yani gerçekten aralarında bir dürtüsel çekim varsa yapar ama o zaman da ensest ilişki bariyeri oluşmaz. Dolayısıyla ödipal reaksiyonu çok güçleştirir bu bir talihsizliktir aslında babanın olması ya da olmaması her durumda çocuk için hayatın zorluğunu arttıran bir etki oluşturur. Biz de burada bazen diyoruz ki “bu çift bir çocuk sahibi olmamalı” hangi sistemden anne baba çıkacağını, kimin çocuğuna annelik babalık yapabileceği, kimin yapamayacağı çok net görünür. Yine de bir erkek imgesi olarak dayıya sahip olmak bir şanstır ama bu ödipalizasyonu sağlamaz ancak sen de bir insan seçerken it kopuk serseriye yönelmezsin iyi-kötü dayının özelliklerinin onda olmasını beklersin. Sıkıntı şuradadır, ikili ilişki olur ama üçlü ilişki konfigürasyonuna girememiş olursun. Diyelim ki bir erkeği sevdin ama onu annesi ile beraberken tolere edemezsin çok öfkelenirsin. Kendi çocuğun olsa bir tek seni sevmesini istersin babasına yöneldiği zaman çocuğa öfkelenirsin. Kurum çocuklarında da böyle olur. Üçleme imkânı bulamaz üçleme oluşturamaz ama kendine özgü başka özellikler geliştirir mesela kurum çocukları sofradaki son lokmayı yemezler, paylaşmaya ve dayanışmaya daha eğilimlidirler son lokmayı doymamış kim varsa o yesin diye bırakırlar. Biraz fedakâr olmayı öğrenirler yani başka bir yapı oluşur daha dostluğa uygun ama katiyen kadın erkek ilişkisine uygun olmayan bir yapı çıkar.
SORU: Benim kendi aile yapım öyleydi. Babaanne, dede, annem, babam vardı. Evde dede bir reis gibi baba, anne, babaanne arada bazen çatışmaya falan giriyordu, annem, “benim çocuklarım, ben nasıl karar verirsem öyle olur”, diyordu. Babaannem ayrı bir yerden giriyordu çünkü o da bizimle ilgileniyordu ama karar vermesi gereken kişi dedemdi. Bazen babaannem ile dedem tartışıyordu yani çok karışıktı.
Yine de deden her seferinde babaannenin yanında olmayarak biraz daha hakkaniyetli, çocukların zarar görmeyeceği bir sistem kaygısı taşıdığı için bence şanslısın. Bazıları acayip ceberut olup, her istediğini yaptırmaya çalışıp istediği bir şey olmadığında kırıp döken, döven, söven diktatör bir sistem daha zarar verici olurdu.
SORU: Omnipotansı anneye aktarmak gibi bir şey söylediniz ben anlamadım.
Çocuğun ilk omnipotan yaptığı insan anasıdır. Eğer her şey doğru gidiyorsa, çocuk yürümeye başladığı zaman “bana bir şey olmaz, ben her şeyi hallederim. Bu annem de kendini bir şey zannediyordu halbuki onun yapabildiği her şeyi ben ondan daha iyi yaparım” falan diye kendini ortaya atar. Bir yaş çocuğu orayı burayı karıştırırken, atlarken, zıplarken “bana bir şey olmaz, ben her istediğimi yapabilirim” diye düşündüğü için buna “omnipotans” diyoruz, Burada birkaç seçenek var çocuk ya bu omnipotansı böyle deneyimleyecek, buna izin verilecek ama çocuk “bana bir şey olmaz” zannettiği için gider oradan oraya atlar, zıplar, düşer, ağlar, kafası kanar, elini yakar bin tane belaya bulaşır anne de sağlıklı bir anne ise çocuğun kendine büyük bir tehlikeye atmasını engelleyecek şekilde bunları denetler ama engel olmaz, sadece başka yollar gösterir diyelim ki çocuk ortalığı kırıp döküyor, kırılacak şeyleri kaldırır ama çocuğu döverek bunu engellemeye çalışmaz. Anne çocuğun üzerinde büyük bir baskı kurarak bu omnipotansı deneyimlemesine izin vermezse çocuk kendisi omnipotan kalır ama çocuk omnipotan olmanın çok tehlikeli bir şey olduğunu algıladığı için fantezi dünyasında kendini omnipotan farz ederken tehlikelere karşı kendini daha korumaya yönelik donanımı da edinir bir yandan da kendi içinde kendini omnipotan sayarak büyümek zorunda kalır dolayısıyla bu çocuk çekingen olur, ürkek olur, korkak olur. Neden? Her canı yandığında omnipotansı kaybettiği için yani “benim de canım yanıyormuş, ben bana bir şey olmaz, diyordum ama oluyormuş” demek zorunda kalmamak için fantezide omnipotansını sürdürebilmek için çekingen ve ürkek bir çocuk olur. Normal koşullarda ise şöyle olur; anne çocuğun kendisinin deneyip öğrenmesine izin verdiğinde çocuk düşer kalkar canı yanar, altı ay sonra der ki; “ben de kendimi bir şey zannediyordum ama benim çok canım yandı en iyisi anneme sığınayım. Ben annemi küçük gördüm ama meğerse annem beni korumuş. Ben onun himayesine sığındım, o beni sevsin, korusun” der. Bu da omnipotansın anneye aktarılmasıdır.
SORU: Bu kaçıncı ayda oluyor?
Bu 18. ayda olur. Normal gelişen bir çocuk koşullar uygunsa 1 yaşında yürümeye başlar altı ay sonra 18 aylıkken de pes eder “o benim annem” diye annesine tekrar daha güçlü bir şekilde bağlanır, annesine yapışır. Sonra da yavaş, yavaş o yapışma başlığında yeterliliğini arttırmaya çalışarak yeni bir şeyler denemeye başlar yavaş, yavaş becerilerini arttırarak diyelim ki kutuyu açabilen, diyelim ki tabağını ve yemeğini kendi kendine yiyebilen, kaşık tutmayı beceren, düğmelerini ilikleyen beceriler edine, edine büyümeye devam eder ve iki yaş civarına geldiğinde anne, çocuğun kendisinden ayrı bir varlık olduğunu algılayabiliyorsa çocuğa daha fazla deneyim imkânı sunar ve çocuk kendinden uzaklaştı diye öfkelenmez bunu dert etmez. Çocuk da yavaş, yavaş kendini annesinden ayrı bir varlık ama annesini seven bir insan olarak tanımlamaya başlar. Yani iki yaş civarındaki dönemin adı bireyselleşme dönemi, ayrılma dönemi, seperasyon ve endüvidasyon dönemidir. Bunun olabilmesi için annenin çocuğu kendi parçası gibi algılamıyor olması lazımdır dolayısıyla bu çocuklar seperasyon ve endüvidasyon dönemine gerileyebilir.
SORU: İki yaş civarında bireyselleşme dediğiniz; çocuğun iki yaşında her şeye muhalefet olma, her şeye hayır deme diye tabir ettikleri bir terim, bireyselleşme dediğimiz şeyin bir sonucu mudur?
Çocuk “hayır” demeyi omnipotan dönemde öğrenir, ifade etmeye başlar. Kendisinin omnipotan olduğuna inandığı için, annesine de katiyen ihtiyacı olmadığına inandığı için annesinin direktiflerine hayır demeye, itiraz etmeye başlar. Eğer çocuğa çok fazla müdahale ediliyorsa ve çok karışılıyorsa inatçı olur. Söyleneni yapmayarak kendini korumaya başlar. Tabii bunlar seperasyon endüvidasyon dönemindeki aksamaların sonucunda oluşur.
SORU: Uzamış bir omnipotans dönemi mi?
O artık orada değildir ama kendi benliğini savunmaya mecbur kaldığı için böyle tepkiler oluşturur. Omnipotan olmak için değil de “sen istiyorsun ama ben istemiyorum” demek için “sen ayrısın, ben ayrıyım” demek için inatlaşma olur.
SORU: Bizim toplumda çok yaygın değil mi?
Bizim toplumda insanlar kendilerini bunlarla korur.
SORU: Ebeveyn ilişkisini taklit ettiğimiz ilişki nasıldır?
Ebeveyn ilişkisini taklit ettiğimiz ilişkide bebek uyandığında daha çok ebeveyn ilişkisi gibi olur. Ebeveyn olduğumuzda biraz daha fazla fedakârlık yapılıyor olabilir. Daha fazla verilen emeğin karşılığında daha fazla saygı veya uyum veya mutabık kalınmış doğruların uygulanması için daha fazla çaba ve daha fazla emek bekliyor olabiliriz. Bu olmadığı zaman hastaya öfkelenmemize kızmamıza neden olabilir. Analitik ortamda ilişkinin en önemli ögelerinden bir tanesi hastanın kendi hayatının sorumluluğunun formatının ilişki bozulmadan sürdürülmesidir. Biz hastayla ilgili olarak büyük bir sorumluluk üstleniyoruz ama üstlendiğimiz bu sorumluluk analitik ortamın korunması için üstlendiğimiz bir sorumluluktur. Hastayı yönetmek, hastaya gerçek bir ebeveynlik yapmak için veya hastanın yanlış yaptığı yerlerde durup müdahale etmek için değil dolayısıyla bizim yavaş, yavaş hastaların ebeveyni gibi olmaktan hem kendimizi kurtarmamız hem onları kurtarmak için bütün dikkatimizi bu ortamın daha verimli olabileceği şekilde kurulmasına vermemiz lazım. Biz daha çok ebeveyn gibi olma eğilimi taşıyoruz.
SORU: Analitik ortamın oluşması için hafta bir yeterli midir?
Okuduklarımızı ben çevirdim bu gözle baktığım zaman mesela grupta çok iyi bir analitik ortamın oluşturulabileceği dönemler var. Grup burada bana ayrıntılı bir şekilde anlatılıyor bence haftada bir kere yapılan bir grupta bile analitik ortam oluşturulabiliyor. Analitik bir ortam oluşturabiliyorsan diyelim ki haftada bir kere geliyor o hastadaki verim yüksekse iki kere gelmesi istenir zaten o da iki kere gelmek ister bir kere ile kalmaz ikiye çıkar. Merak etme böyle bir şey olur ama bence burada başka bir şey anlatıyor. Burada şunu anlatıyor; mesela klasik psikanalizde beklenen şey transferans dediğimiz hastanın daha önceki geçmişindeki anne-baba imgelerini size aktarmaya başlaması ve annesiyle yaşadığı çatışmaları diyelim ki sizinle de yaşamaya başlamasıdır. Bizim Kernberg ile öğrendiğimiz önemli bir şey hastada transferans dediğimiz ilişkinin oluşabilmesi için minimum haftada iki kere görüşmek gerektiğidir. Haftada iki kere görüşüldüğünde ve doğru bir teknikle sürdürüldüğünde muhakkak altı ay ila bir yıl içerisinde transferansın başlayacağını söylüyor. Bizim de kendi tecrübelerimizden bildiğimiz gerçekten öyle olur. Klasik psikanalizin durumunda bütün tedavinin ana ekseni zaten bunun üzerine oturuyor hasta sizi anne yapıyor, annesiyle olan problemlerini sizde yaşıyor sonra annesiyle çözemediğini sizinle çözmesini mümkün kalıyorsunuz. Uzun zaman bunu çalışıyorsunuz, sonuçta hasta annesiyle çözemediğini sizinle çözerek iyileşmiş oluyor veya diyelim ki böyle bir durumda tüm bunların üzerinde bir bakıyorsunuz babasıyla yaşadığı çatışmaları sizinle yaşamaya başlıyor ve onları da çözüyor sonra da “bay bay” diyor gidiyor. O zaman ilişki bitiyor ama neticede aile içerisinde büyümüş, ailenin iyi kötü aile vasıfları taşıdığı ama mükemmel bir aile olmadığı için de annenin, babanın çeşitli problemlerinin çocukta problem oluşturduğu durum -ki biz buna nevrozlar diyoruz-. Nevrozların en iyi tedavisi psikanaliz sayılmıştır. Bundan 100 yıl öncesi için bu doğruydu aile hemen, hemen herkes için en önemli alandı. Kadınlar ve erkeklerin hayattaki derdi biriyle evlenip aile kurmaktı, herkesin istediği şey sevebileceği bir insanın olmasıydı. Bütün hayatın amacı ve anlamı aslında bir aile oluşturup sağlıklı çocuklar yapmaktı. Bundan 100 yıl öncesinin dünyasında sistem böyle çalışıyordu. Şimdi öyle bir dünya yok. Kadınlarla erkekler evlenseler bile ilişki ya arkadaşlığa dönüyor ya ortaklığa dönüyor; beraber yazlık alıp beraber araba alıp sonra da beraber yaptıklarını Instagram üzerinden herkese gösterip var olmaya çalıştıkları bir dünyaya döndü ve aile olma vasfını kaybettiği için çocuklar çok ağır problemli yetişiyor, yeni gelen kuşak bir sürü handikap taşıyor, ana neden budur. Biz yaptığımız işin arka planındaki bilgiyi kullandığımızda ailenin her koşulda ve her durumda var olan bir kurum olmadığını, ailenin altın çağını yaşadığı bir dönem olduğunu, sonra da inişe geçtiğini görüyoruz. Dolayısıyla burada yeni duruma bakınca yeni durumda “hasta gelsin de annesi ve onun ilişkisini benimle yaşasın, babasıyla ilişkisini benimle yaşasın” diyemiyoruz, anne yok ki, baba yok ki çocuk neyi yaşayacak? Onun yeni bir babaya ihtiyacı var babasında bulamadığı babayı bulmaya ihtiyacı var. Babası yok ki babasıyla ilgili bir problem yaşasın. Babasının olmamasının problemlerini yaşıyor, bunun hayatında oluşturduğu handikapları tehlikeleri, eksiklikleri yaşıyor, deneyimliyor, sizin orada çözümleyeceğiniz bir baba yok. Olsa, olsa çocuğun babasına büyük bir öfkesi vardır. Bu da çok anlaşılır bunu problem saymak mümkün değil bu dünyaya bir çocuk getirip sonra onu ortada bırakmış olmak, çocuğun buna öfkelenmesinden doğal ne olabilir? Dolayısıyla burada bir paradigma değişikliğine ihtiyaç vardı. Bu okuduğumuz kitap, transferans ilişkisini, yok anneydi babaydı falan onları bir kenara koymuş tedaviciyle hasta arasındaki ahengi bozan, ortamın verimliliğini bozan, ortamda içgörü sağlayarak hastanın kendini ve dünyayı yeniden tanımlamasına sağlayacak bir çaba bence klasik psikanalizden günümüze çok daha uygun. Bütün dikkat, iki insan arasındaki ilişkinin, tıkanma noktalarını yakalayıp o tıkanıkları çözmek bütün ağırlık noktası -okudukça anlayacaksınız, ilişkinin tıkandığını algılamak bence gruplarda çok müthiş bir şekilde bu oluyor. Diyelim ki tedavici ya doğru görüyor ortadaki çatışmayı, problemi, tıkanıklığı, onu yorumlayarak, gündeme getirerek çözmesini sağlıyor ya da sağlayamazsa grup orada tıkanıyor, dönüyor, dönüyor, verimsizleşiyor bu verimsizliğin nasıl çözüleceğini veya bu verimsizliği nasıl ele alacağımızı bu kitap anlatıyor. O yüzden ben bu kitabı okurken veya çevirirken aklıma grup geldi. Tabii bir tedavicinin aslında doğru bir yorumla, mesela hastanın yüzünün gözünün aydınlandığını, başka bir düzleme geçebildiğini, iç görünün hastaya birdenbire basamak çıkarttığını deneyimlemiş olması lazım. Eğer bunu bilmiyorsa bunu hiç yaşamadıysa o zaman analitik ortamı bozabilir. İç görünün ne olduğunu tam algılayamamış grup da bunu fark etmez bir şey konuşulduğunda, bir şey çözüldüğünde bu ortamın nasıl rahatladığı ve tekrar akmaya başladığı, deneyimlenmemişse burada söylenenlerin ne anlama geldiğini anlamayabilir ama bu deneyime sahipseniz anlarsınız “bak burada iç görü oldu” dersiniz. Biz ona aydınlanma diyoruz zaten o aydınlanmayı hastanın yüzünde görüyorsunuz. Çok doğru bir şey söylediğimizde hastanın yüzü değişiyor dolayısıyla buradaki teknik, transferans gelişsin de ele alalım da onu çözelim de gibi bir teknik değil. Bir insanın başka bir insanla derinlikli, akli olmayan bir keşif, bir anlama çabası üzerinden oluşturduğu iş birliği ve o iş birliğini bozan sebepler üzerinde duruyoruz. Onun bize ait sebepleri var, hastaya ait sebepleri var veya beraberce bir ortam oluşuyor, ona alan diyor. Beraberce ortak bir alan oluşturuluyor. Bunu hastanın ya da tedavicinin sorunu olarak değil, alanın sorunu olarak ele alıyor. Alanda ne tıkandı, alanın neden tıkandığı ama hep şunu söylüyor gelinen nokta şudur; tedaviciyle hastanın problemi örtüştüğü zaman tıkanma oluyor.
SORU: Bir kişinin oluşturduğu bireysel frekanslardan daha üstte bir frekans oluşuyor yani iki kişinin kendisi birer birer var, bir de birlikte oluşturdukları var. O daha üstte bir frekans oluşturuyor. Alan o mu oluyor?
Hayır. Alan iki insanın aralarındaki çekimle, birbirine yaptıkları yatırımla oluşan ortamın adıdır. Üst düzey değil. O başka bir şey. İç görü oluştuğu anda iki insan arasındaki iş birliğinin zemini yükseliyor, frekansı yükseliyor, derinliği artıyor. Buradaki alan dediği şey tamamen analitik. Freud’a göre hasta vardır, analist vardır. Hastanın analiste yönelen bir sürü duygusu vardır o buna transferans diyor ama eğer analistin bir duygusu olursa hastaya bu zinhar yasaktır, ayıptır, günahtır. Sanki hepimiz robot gibi, android olmalıyız gibi bir tanım. Kontr transferans aslında hastanın bilinçaltını anlamak için mutlaka olmazsa olmaz bir araçtır. Tedavici kendi duygusal dünyasını tanıyacak, kendi dünyasında oluşan duygularını tanımlayabilecek ki hastanın bilinçaltını algılayabilsin. Çünkü çoğu zaman hasta, diyelim ki içindeki çocuk uyandığında bizde şefkat uyandırır. Şefkate ihtiyacı olduğu için uyandırır, biz onun içindeki çocuğun uyandığını nasıl anlayacağız? İçimizde şefkat uyandığında anlayacağız. Rüyalarından falan da anlayabilirsiniz ama seans içinde de anlarsınız. Hasta daha önce içinizde bir duygu uyandıramazken bir şey uyandırmaya başlıyorsa bir düğüm çözüldüğü içindir. Dolayısıyla burada mikro düzeyde olanı biteni daha iyi anlamayı, seans içinde olan biteni doğru anlamayı ve doğru ele almayı öne çıkartan bir yaklaşım aslında bize daha uygun çünkü biz kimseyi haftanın beş gün görmüyoruz. Yani âna biraz daha konsantre olan ve ânın doğru bir şekilde oluşmasını sağlamanın daha önemli olduğunu söyleyen bir tutum vardır. Bu kitabın yazarları karı koca adam bir yerde diyor ki; analist olmanın mutluluğu o düğümlerin çözüldüğü anda öyle sıcak, samimi ve hoş bir ortam oluşur ki bu tedavicinin de nasiplendiği bir ödül olur, neredeyse kutsal bir hava oluşur. Hakikaten de doğrudur neredeyse kutsal bir hava oluşur.
Her halükârda üçgen temel durumdur ve bütün diğer durumlar burada yapılanır.
B- Analitik durum esasta belirsizdir (muğlak). “Mış gibi” yaparak çalışır. (Analist benim babam mış gibi… vb)
Yani aslında kurgusal bir şeydir, asimetrik bir ilişkidir, kurgusaldır birazcık “mış” gibi yapar. Hasta sizi annesiyle karıştırınca hastaya kızmazsınız, ben senin annen miyim? Annenle beni niye karıştırıyorsun? Benim bir günahım yok, sen annene istediğin kadar kız ama niye bana bu öfkeyi yansıtıyorsun falan demeyiz. Sanki annesiymiş gibi bu duruma katlanırız. Çözebilmek için önce bu problemi kabulleniriz sonra çözmeye uğraşırız. Normalde biz bir insandan kendi hayatında bu kadar mazoşist olmasını beklemeyiz. Bir haksızlığa maruz kaldığında tepkisini verebilmesini bekleriz o yönde yardımcı olmaya çalışırız dolayısıyla buradaki ortamdaki yapaylık dediği şey bunlardan olur.
Eğer bu belirsizlik (muğlaklık) kaybolursa, (analist benim düşmanımdır, ya da sadece analistimdir) sürecin çalışması durur.
O zaman da rahatlıkla size olan öfkesini benimseyip annesine duyduğu öfkesinin, size yansımasını benimseyip sizi kötü yapmadan ya da “para veriyoruz, çeksin kahrımızı” havasına girmeden işin yürümesi için hastanın da sizi annesi farz ediyor olması, babası farz ediyor olması yaşadığı problem kiminleyse sizi öyle farz etmesi gerekir ki ortam bir çalışma ortamına dönsün hakikaten biraz mazoşist işi oluyor ama bir aile içinde büyümüş insanlar çoğu zaman tedaviciyi anne baba yerine koyarken sadece onlarla olan problemlerini değil, onlara duydukları sevgiyi de size aktarırlar.
SORU: Ben bazen, herhalde benden kaynaklanan bir problemdir diye düşünüyorum sanki çok umutsuzmuşuz gibi.
Umutsuz olan bir işle niye uğraşalım?
SORU: Benden kaynaklı büyük ihtimalle herhalde benim bir problemim olduğu için böyle düşünüyorum.
Bence sen annenle babanla yaşadığın hayal kırıklığını ister istemez yansıtıyorsundur. Onlar bir şeyi çözebilmene yardımcı olamamışlarsa hiç kimse yardımcı olamayacakmış gibi gelir ama söylediğinde şöyle bir gerçeklik var, biz ortamı doğru oluşturmaya çalışırken arka planda hastanın acılarını dindirmeyi ve onu mutlu olabilecek bir insana dönüştürmeyi amaçlıyoruz ama bunun yumuşak yollarla yapılabileceği kanaatinde değiliz. Her varlık gibi insan kendi sistemini korumaya çalışır ve bir sürü direnci olur eğer sizde bir zayıflık algılarsa sizi kendisiyle meşgul edebilmek için suistimal eder. Siz buna izin verirseniz bu olur bu hastaya yüklenecek bir kabahat değildir, sizin bu konuda sınırlarınızı yeterince iyi çizmemiş olmanızdan kaynaklıdır. Yani aslında senin ifadenle sert olmamızdan kaynaklıdır. Başka türlü çalışma ortamı kalmaz, insanlar istedikleri kadar şikayetçi olsunlar oldukları hallerini muhafaza etme eğilimleri daha yüksektir.
Bu belirsizlik ayrıca zaman açısından, (şimdiki zamanın içinde geçmiş ve gelecek de vardır) mekân açısından, (orada aynı zamanda burada olmak) ve bedensel duyumlar açısından da (analist ve hasta arasındaki fiziksel sınırlar silinebilir ve hasta analisti içindeki fetüs gibi hissedebilir… vb) da oluşur.
Her zaman hastayla konuşurken siz isteseniz de istemeseniz de hasta sadece şimdiki zamanda değildir kendi geçmişini de o ânın içine taşıyordur, az önce senin söylediğin gibi kendi umutsuzluklarını, geçmişten gelen korkularını bugüne taşır size yansıtır, orada ortamdadır, o anda orada bir ilişki var, iki insan var ama bir yandan da geçmiş var, geçmişteki evi var, geçmişteki mahallesi var, sokağı var veya okuldaki sınıfı da oradadır yani her şey birbirinin içindedir. Artı buna şey de ekliyor hakikaten regresyon düzeyi arttığında, iki insan arasında daha derin bir bağ oluştuğunda, içerideki bebek uyandığında, bebeğin canlılığı ve harekete geçtiği bir durumda hastanın sizinle olan etkileşimdeki derinlik o kadar artar ki anne ile bebek ilişkisine benzeyen bir parça-bütün ilişkisi oluşur. Hangi düzeye indiyseniz diyelim ki çok bebeksi düzeye indiniz, orada sınırlar kalkar. İnsanın annesi ile arasındaki bebeklik dönemindeki sınırları başlangıçta yoktur. Başlangıçta bebek, anneyi kendinden ayrı bir şey olarak algılıyor ama sınırları çizemiyor. Kendi benliğini ayrı, annesinin benliğini ayrı olarak hissedebiliyor, fark edebiliyor ama daha bunu tanımlayamıyor, henüz buradaki sınırları çizemiyor. Dolayısıyla regresyon düzeyi çok yüksekse anne karnına da iner hasta. Anne karnına inebildiyse orada zaten bir kutsallık duygusu olur. Regresyon dediği gibi olan insanlar bunları bilir yani demek ki orada bedenler arasındaki sınırlar da kayboluyor. Bunu söylüyor.
C- Analitik durumun iki kişilik alanı üç temel biçimlenime (konfigürasyon) göre yapılanır. 1- Analitik kontratla belirlenen yapı (temel kurallar, anlama taahhüdü, yargılamama. vb)
Bu yargılama ebeveynin rolüne kayarsak olur ama doğru yerde duruyorsak analist-analizan ilişkisinde bir asimetrik ilişki temelinde oluşturabiliyorsak bu yargılama olmuyor, sadece anlamaya çalışıyorsunuz. Niye böyle yapıyor? Niye böyle oluyor? Bu nedir? Direniyor mu? Sizi mi küçültmeye çalışıyor? Dönüşüm için malzemesi mi yetmiyor? Sebebi nedir? Bu direncin nedeni ne? Yoksa dediğim gibi varlık kendini korumak istiyor bunun tezahürü mü? Orada bir problem çıktığında yargılamak yerine hangisinin olduğunu anlamaya çalışırsınız. Eğer ebeveyn pozisyonunda değilseniz ama ebeveynseniz kızarsınız, hatta çok sert de kızabilirsiniz, oradan anlayın.
2- Seanslar içinde ortaya çıkan materyalin oluşturduğu yapı (hasta analistine muhtemelen istekli olarak hayal kırıklıklarını anlatır, örneğin karısının ona acı çektirdiğini anlatır… vb.)
3- Bu açık içeriğin ortaya çıkmasına neden olan bilinçaltı fantezinin yapısı. Bu materyal bilinçaltı veya latent durumdadır (arka planda, gizli) (analist-baba ile eşcinsel birleşme fantezisi gibi)
Yapılacak yorumun önceliği bu üç konfigürasyonun kesişme noktasını bulabilmektir. Bu üç yapı bu yorumda birleşir.
Şu üç yapıyı bir daha okur musun?
1- Analitik kontratla belirlenen yapı (temel kurallar, anlama taahhüdü, yargılamama.. vb)
Hasta sana geliyor çağrışım bulmaya çalışıyor ve yapıyor, yapamadığı zaman ortaya çıkan şeye direnç diyoruz o zaman onu anlamaya çalışıyoruz, dile getiriyoruz, yorumluyoruz, niye böyle olduğuna dair izlenimlerimizi aktarıyoruz. Baştan taahhüt edilmiş olanın elde edilmesine çalışıyoruz.
2- Seanslar içinde ortaya çıkan materyalin oluşturduğu yapı (hasta analistine muhtemelen istekli olarak hayal kırıklıklarını anlatır, örneğin karısının ona acı çektirdiğini anlatır… vb.)
3- Bu açık içeriğin ortaya çıkmasına neden olan bilinçaltı fantezinin yapısı.
Burada şunu söylüyorum daha ileride açıklayıcı olacak ama anlaşılır olarak gitsin istediğim için açmak istedim. Hastanın analistle olan ilişkisinde yavaş yavaş bilinçaltı bir fantezi oluşur. Tedavicinin de tedavici olmakla ilgili, insanları kurtarmakla ilgili veya o insanın acılarını dindirmekle ilgili bu fanteziye paralel bir fantezisi varsa -ki olmak zorundadır, android pozisyonda değilse tedavici de orada bir insan olarak var oluyorsa ister istemez bu iki insan arasında fantezilerin ortaklaştığı bir alan oluşur ve bu fantezilerin ortaklaştığı psikanalitik alanın arka planındaki iki tarafın da beraber oluşturduğu gibi fantezinin sürdürüldüğü bir amaç oluşmaya başlar. Bu şu açıdan önemlidir, bazen bu fantezi o kadar öne çıkar ve bu fantezi o kadar gerçekleştirilmek istenir ki ortamın konuşulması gereken konusu bir türlü konuşulamaz. Ortamda ele alınması gereken konuyu ele almayı engeller. Sanki aceleci bir şekilde bütün oraya geliş gidişini anlamlandırma ihtiyacı dediğim gibi tedavicide bu fanteziyi doğuruyor el alemin adamının karşısında oturup haftanın dört günü, beş günü onun dertlerini dinlemeyi sağlıyor o fantezi işlerin yürümesi için gerekiyor bir yandan ama bir yandan da bu fantezi bazen engel olabiliyor. Bir tıkanma olduğunda tedavicinin aklına acaba ortak fantezi mi bizi tıkıyor? Sorusunun gelmesi gerekir. Sanki ortak bir amaçta birleşemiyorlar, diyelim ki hastanın dünyasında o fanteziyi gerçekleştirme ihtiyacı öne çıkıyor siz ise işinizi yapmaya çalışıyorsunuz yani önünüze çıkan sorunu, düğümü çözmeye çalışıyorsunuz. Acaba bu yüzden mi iş birliği bozuluyor diye sorgulanması gereklidir. Mesela tedavici, hastanın kendi başına hareket etmeye başladığını ve kendini duymayı ve dinlemeyi ihmal etmeye başladığını algıladı. Aklına bunun gelmesi gerek. Ajandalarımız mı farklı? Bunun amacı bu. Benim amacım buradaki tıkanıkları çözmek ama onun derdi o değil. O başka bir şey istiyor. Diyelim ki senin ona şefkatli bir baba olmanı istiyor veya şefkatli bir anne olmanı istiyor. Senden onu bekliyor ya da belki oğluna âşık bir anne bekliyor ama genel olarak analitik ortamın arka planında onu yöneten fantezi iki tarafın da mutabık olduğu bir fantezi oluyor diyelim ki sen anne olmayı kabullenmiş oluyorsun o da seni anne yapmak istiyor, kendisine daha iyi bir anne bulmayı umut ediyor. Burada diyelim ki âşık meselesi aradaki kontratta yok yani iki tarafın da katıldığı bir şey değil ama o illa fantezinin içeriğini değiştirmeye çalışıyor “niye bana âşık olmuyor” diye dert ediyor, tedavicinin bunları yakalaması gerekiyor. Bu faktörü de hesaba katması gerekiyor.
SORU: Mesela âşık olmasına eşlik etmiyor yani o fanteziyle döndürmeye çalışıyor ya kendine âşık olduğu fantezi.
Tedavici ona âşık olmayı kabul etmez. Çünkü âşık olursa ona bir hayrı olmayacağını, onu geliştiremeyeceğini, büyütemeyeceğini bilir. Dolayısıyla anne olmayı kabul edebilir ama âşık anne olmaz, öbürü de illa “âşık anne isterim” deyince kontrat bozulmuş oluyor.
SORU: Hem de şefkatli baba diye konuştuk ya şefkatli baba fantezisi benden onu bekliyor âşık olmayı kabul etmeyeceğiz, büyütemeyeceğini oturtacağız ama onun oradaki fantezisi şefkatli bir baba beklerken, benim oradaki ajandam başkaysa o zaman… …şefkatli bir baba…
Şefkatli bir baba olmak taahhüdünü vermez. Şefkat uyandırdığın zaman şefkat görürsün ama senin doğruda tutulman gerekiyorsa niye şefkatli olsun? Belki yargılayıcı olmaz, belki öfkelenmez, belki sertlik göstermez ama niye doğruda duramadığını anlamaya çalışır. O zaman analitik ortam olarak kalır. Yok aman şefkatli baba olayım, derse o zaman analitik ortam bozulur. Ebeveyn olmaya kayar bu bizde çok sık rastladığımız bir tehlikedir.
D- Bu öncelikli nokta yalnızca hastaya bağlı değildir (analist her ne kadar hastaya bir telkinde bulunmamaya veya empoze etmemeye çalışsa da). Analist yorum ve malzeme seçimi ile sürece yön verir. (Lacan 1958) Öncelikli nokta bilinçaltı fantezidir, fakat bu fantezi analitik çiftin fantezisidir. Analist pasif durumda olmasına rağmen hastanın fantezisine maruz kalır, onun bilinçaltı hastanın fantezisine cevap verir ve onun gündem oluşturmasına ve yapılanmasına katılır. Öncelikli nokta bilinçaltı fantezidir. (Çiftin içinde bu şekilde yaratılır). Bu fantezi çiftin dinamik yapısı olarak tanımlanabilir ve her an oluşan iki kişilik alana anlam verir.
Bu bilinçaltında farkına varmadan oluşan bir şeydir akli bir tercih sunan, yapılan bir şey değil çoğu zaman maruz kaldığımız projektif identifikasyonun bizde uyandırdığı bir şeyle harekete geçer ya katılırsın ya katılmazsın. Eğer hastanın analitik ortamı bozmasına sebep olacak bir şeyse katılmazsın. Hasta da sana başka bir şeyi projekte ederek yeniden, yeniden mutabakat arıyor mutabakat alanı oluşunca siz de farkına varmadan, adını koymadan ortaklaşmış oluyorsunuz ortak bir fantezinin oluşmasında ama muhtemelen bu fantezi hemen, hemen her durumda hastanın kendisinin iyiliğinin istendiğinden emin olmaya ihtiyacı olacaktır. Bu fantezi kandırılmamayı, onun iç dünyasıyla oynanmamayı kapsıyor olacaktır. Sizin de niyetiniz bununla örtüşüyorsa o zaman bu kolaylıkla oluşacaktır. Elbette ki ben tedavicilik yapıyorum, deyince insanın içinde bu duyguların, bu ihtiyaçların olması lazım. Karşındaki insana hükmetmek için, karşındaki insanı kendine bağlamak için, karşındaki insanı manipüle etmek için, onu yönetmek için, onu kendi ideolojik bakış açınıza çekmek için, ondan yararlanmak için yapıyorsanız zaten analist değilsiniz veya analitik bir ortamı katiyen oluşturamazsınız.
E- Analitik durum bir “çift durumu” olarak tanımlanabilir. Çiftin tüm akla gelebilecek durumları (ve diğerleri) orada bir deneyim olarak yaşanır ancak hiç birisi hayata sokulmaz (eyleme dökülmez). Her an değişebilir olması ve belirsizliğini koruması esastır.
Analitik çift karşılıklı yansıtmalı özdeşleşim tarafından tanımlanır. (Amado Levy-Valensi 1963)
Bütün hikâye aslında onun etrafında dönüyor sizin de farkında olmadan hastaya yansıttıklarınız var, hastanın da size yansıttıkları vardır. Zaten kontr transferans o yansıtmaları anlamak için gerekiyor ama iş böyle yürüyor ilişki dediğimiz şeyin temelinde projektif identifikasyon yer alıyor yani bir bebek annesiyle ilişki kurup annesi çocuğun kendisiyle ilişki kurmasına izin veriyorsa yani anne bebeğin projektif identifikasyonlarına açıksa o zaman bebeğin acıktığını, susadığını, kucak mı istediğini kendiliğinden anlıyor. Çünkü bebek onu yansıtıyor zaten ihtiyacını belli ediyor, ilişkinin başlangıcı budur. İnsan ile ilişki bebekken başladığına göre temeli budur. Burada onu söylüyor; bütün bunlar projektif identifikasyon üzerinden oluşuyor dolayısıyla daha çok bilinçaltımıza hitap eden bir etkileşim oluyor. İki tarafa da hitap eden etkileşim oluyor ama o etkileşim akli düzeyde değil projektif identifikasyon üstünden oluyor karşılıklı olarak.
Taraflar arasında hastanın projektif identifikasyonu ve analistin projektif identifikasyonu ve projektif kontr identifikasyonu arasındaki etkileşimler söz konusudur. (Grinberg 1956) Bu sürecin hastada ve analistte kendine özgü bir durum yaratması kaçınılmazdır.
Yani diyor ki, hasta sizle özdeşleşir ama siz de hasta ile özdeşleşirsiniz. Devamlı iki taraf faal bir şekilde aralarında iki insana özgü bir alan yaratırlar. Bu başkası ile yaratılan alana benzemez. Her zaman kendine özgüdür orada hiçbir zaman bir kalıp tekrar yoktur ama iki taraf beraber üretir onun için alan, diyor.
F–Analitik durumun dinamikleri -ki buna transferans/kontr transferans dinamiği olarak birincil durum diyeceğiz iki şeye bağlıdır. Analist ile hastanın birlikte bir bütünlük olarak her iki tarafın bilinçaltı ile oluşturdukları birincil alan ve analistin yorumları. Analiste gelince o malzemeyi seçerek, kısmen alanın dinamiklerini etkiler. Analist ile hasta arasında ortak bir dil oluşur. Bu dil her analitik durumda analist her durumda aynı da olsa farklı oluşur. Analitik durumun dinamikleri, analiste, onun kişiliğine teknik özelliklerine, donanımına ve benliğine ve de hastanın çatışmalarına, dirençlerine ve tüm karakterine bağlı olarak şekillenir.
Çok kendine özgü bir ilişki. Değişken ayrıca her an aynı ilişki değil.
G- Freud’dan beri “transferans nörozu” diye adlandırılan ve daha sonra buna eklenen “transferans psikozu” denen kavram aslında bir transferans/kontr transferans mikro nörozu veya mikro psikozudur. Bu, hastanın içinde değil, iki kişilik alanda oluşan patolojik bir süreçtir. Her analist, bu sürece ne kadar dâhil olduğunun farkındadır.
Maalesef değildir. Çok farkında olmamız gerekir ayrıca.
Analistin işlevi, kendisini içinde bulduğu ve hasta ile ilişki içinde olduğu için zaten dâhil olduğu alana katılmaya kendine izin vermektir ama bir yandan da hem hastayı hem de kendini kurtarmaya çalışır çünkü her ikisi de aynı sandaldadır.
H- İki tarafın da kurtulması ancak yorumlama ile gerçekleşebilir.
Demek ki azarlayarak olmuyor hiçbir şey. Yorumla düzeliyormuş.
Yorumlar yeterliyse birincil ikili alan topluluğundan (bebeksi alan) başka bir topluluğa geçiş imkânı oluşur. Bu alanda nevroz veya psikozun bir kısmının üstesinden gelinmiştir. Analistin eğitimi, esas olarak onun alan patolojisine dahil olmasını sağlamak ve aynı zamanda onun altından kalkmasını da becerecek donanımı vermek için kullanılır.
Hastayla beraberce bir problem oluşturuyoruz. Bizim problemlerimizin ve hastanın problemlerinin içine girdiği ve etkileşim içinde olduğu ayrıca problemli bir alan oluşuyor. Diyor ki bu problemli alana Freud transferans nevrozu demiş. Hatta bazı durumlarda transferans psikozu diyor. Tek başına hasta bunu oluşturmaz. Siz de o nevrozun bir parçası olduğunuz için oluşur ya da psikoz olduysa o psikozda sizin de payınız vardır. Aslında psikoz bir kırılmadır. Bir şeylerin yanlış yapıldığını ya da yolunda gitmediğini veya hastayı anlamayı beceremediğinizi veya analitik bir ortam oluşturamadığınızı veya birtakım düğümleri çözemediğinizi gösterir. Dolayısıyla burada ya hasta tedavi süreci içerisinde hastalandı ya işte düzelsin de tekrar gelsin, demekten ziyade böyle bir şey gördüğünüz zaman sizin bu probleme nasıl dâhil olduğunuzu, neresinden katıldığınızı, neyi atladığınızı, nerde hasta ile ittifak kurayım derken düğümleri çözmeyi ihmal ettiğinizi görmeniz gerekir.
Analistin kişisel nevrozunun önceki zamanlardaki yönleri ve kalıntıları büyük önem taşır. Bu nedenle belirli özellikleri olan bir hastanın belirli özellikleri olan bir analistle analizde olması istenir.
İ- Hastanın “nevrozu” veya “psikozu” kavramı kendi başına herhangi bir işlemsel değere sahip değildir (bu, hastaya konan teşhisin veya hastanın yapısının anlaşılmasının önemini ortadan kaldırmaz) ancak iki kişilik alanda gelecekteki analistin özellikleri ve yine gelecekteki öngörülebilir durumlar için bir fikir verir.
İçgörü, kendi intrapsişik süreçlerine kolay erişimde yetenekli bir bireyin olumlu bir özelliği olarak tanımlanabilir ve birkaç çeşidi vardır. Burada içgörüyü iki kişilik alanda, yorumdan yararlanmaya müsait ve analitik duruma uygun bir özellik olarak değerlendiriyoruz.
İçgörü geliştirme kabiliyeti olmayan insanlar vardır. Genellikle bizim demin konuştuğumuz diyelim ki kurum çocuklarında içgörü kabiliyeti geliştirme neredeyse hiç yoktur her şeyi çok somut ve çok akli şekilden ele alırlar ve bir türlü kendilerini daha iyi anlamak ve tanımak için kullanılacak bir şeye dönüştüremezler. İçgörü eksikliği özellikle annelerin bebeklik döneminde, erken çocukluk döneminde çocuklarıyla ilişki kuramadıkları, çocuklarını anlayamadıkları her durumda insanın bir içgörü problemi olur. İçgörü geliştirmek ve iç görü oluşturmakta zorlanır, beceremezler. İnsanın içgörüye uygun bir insan olması için onunla ilişki kuran bir annesi olması gerekir ve bizimki gibi analitik yönelimli tedavilerde zaten bütün gelişmeyi sağlayan içgörü olduğu için bu içgörü geliştirme konusunda fazla zorlanan insanlar aslında bu tedaviye çok uygun değillerdir. Psikosomatik özellikleri olan insanların yaşadıkları problemleri daha çok organ düzeyinde ifade etmeye dönük yapıları olduğu için onlarda mesela sık sık ishal olmak çoğu zaman içerideki öfkenin tanımlanmaması içerideki öfkenin farkında olunmaması öfkenin bağırsaklar yoluyla dışarı atılma çabasıdır. Öfkesini bu şekilde kullanma eğilimi gösteren bir insanın tabi ki öfkesini anlamakla ilgili zorluğu olacaktır. O kadar bebeksi düzeyde bir öfkedir ki o kadar organlar üzerinden ifade ediliyor ki mesela migren de böyle bir şeydir bu insan o öfkeyi tanımakta çok zorlanır yani içgörü meselesinde handikaplı insanlar vardır. Psikosomatiklerde çok belirgin bir şekilde annelik eksikliği vardır, annelik eksikliği yüzünden hem öfke organ üzerinden deşarj edilir hem de içgörü geliştirme kabiliyeti çok sınırlı olur. Bu insanlara yardımcı olunamaz mı? Olunur ama uzun bir vade gerekir. İlk önce iç görü geliştirecek hale gelmesi gerekir. Belli bir yere gelince bırakılır.
J- Alanın işlenmesi süreci, analistin yorumundan ve hastanın “anlayışından” oluşur. Bunu daha derinden incelersek iki değil, yalnızca bir süreç olduğunu anlarız. Hastaya ulaşmayan bir yorum işe yaramaz ve vazgeçilebilir. Hastanın tek başına bir şeyi anlamış olmasının analitik süreç üzerinde hiçbir etkisi yoktur. Spesifik analitik içgörü, karşılıklı olarak hastanın ve analistin oluşturdukları alandaki bilinçaltı içeri anlamaları ile oluşur. Bu anlayış mevcut patolojik durumun altından kalmayı ve her iki tarafın da probleme dahil olmuş parçalarının kurtarılmasına izin verir.
Burada diyor ki bütün mesele iki kişinin arasında bir alanın oluşturulmasıdır, bütün problemler alana yansıyacaktır ve bütün problemler alanda çözülecektir. ‘Bir film seyrettim de aklıma şu geldi’ denmesi alandaki problemi çözmeye katkıda bulunmaz. Tabi ki hastaya başka katkıları olur ama analitik ortama katkısı olmaz. Analitik ortam derken de iki kişinin katıldığı ve iki kişinin oluşturduğu ortam ve bütün patolojileri tedavi sürecinde ortaya çıkan bütün nevrotik semptomları aslında alan patolojisine bağlıyor. Alan iyi çalışmadığı için, alan yeterince işlevsel olamadığı için, alan tam anlamıyla misyonunu yerine getiremediği için olur, demeye getiriyor.
SORU: Hastanın anlayıp gelmesi bir işe yaramaz dedi ya ben orayı tam anlayamadım.
Yani buradaki mevzuda bütün meselenin işlevsel, hastanın hayrına olacak bir alan oluşturma diye tanımladığı için bütün problemleri alanın yetersizliğine bağlıyor. Ortada bir sorun varsa mesela diyelim ki bir insan kendi biseksüelitesi ile ilgili bir problem yaşıyor ama bu biseksüalitesini ortaya koyamıyor. Bunu ifade etmeyi beceremiyor bir şekilde çağrışımları onu diyelim ki hasta kadın olsun, çağrışımları oraya çekiyor olmasına rağmen diyelim ki analist onun kendindeki bir özelliği kabullenmesinde zorlandığını algılayıp onu kendi biseksüalitesi üzerine düşünmeye çekemediği için belki analistin kendisi de kendi eşcinsel taraflarından korktuğu için konuyu oraya getiremediği için o sorun çözülemiyor. Burada diyor ki, bir film seyretti orada bir kadın vardı lezbiyendi. Onu güzel, güzel anlattı veya aa lezbiyenlik de mümkünmüş, dedi. Bunu demiş olması kendi lezbiyen tarafını kabul ettiği anlamına gelmez. Bunu ortamda dile getirebiliyorsa ortamdaki tıkanıklık çözülür.