21-12-2023

VÜCUT

Anne-bebek ilişkisinin erken döneminde bedenin önemini vurgulayarak başlamak istiyorum. Bir annenin, annelik alanı içinde yavaş yavaş organize edilecek ilk mesajları kızına iletmesinin ilkin bedensel temaslar aracılığıyla olduğunu öne sürüyorum. Anne, bebeğinden duyduğu memnuniyeti aktarırken kızının tepkisi de annenin hatırlanmayan anılarında canlanır. Bir anne, kızının bedeninde kendi annesinin kollarında sahip olduğu potansiyelin aynısını ve uzun zaman önce yaşanmış ve geçmiş deneyiminin bir ânını yeniden bulur. (Raphael-Leff 1993). Anksiyete ve korkular etkileşimlerinin bir parçasıdır ve aralarındaki bağı güçlendirir. Bir anne ile bebeği arasındaki (çoğunlukla bilinçaltı) iletişim, arzu nesnesinin ne olması gerektiğini ve neyin tehdit veya ihlal olarak algılandığını açık içerikte şifrelenmiş olarak iletir. Başlangıçtan itibaren kişi, küçük bir çocuk olarak öfke nöbetleri dediğimiz krizleri, bir ergen olarak isyankârlığı ve bir kadın olarak çeşitli duygusal ve entelektüel altüst oluşları aldığı bu mesajların hakikatine ters düşmesi sonucunda yaşar.   

Anneler çocuklarına bir program yazarlar ama bu program bazen çocukla örtüşmeyebilir. Anne, programı çocuğun kendi hakikatine arkasını dönmesi şeklinde yazabilir. Böyle bir durumda hakikatimizi bozan mesaj içimizde kalır. Çeşitli fırtınalı dönemlerde etrafımızdaki insanlar bizden hakikatimize ters davranmamızı beklediklerinde oradaki o şey canlanır ve biz o durumu bir krize çeviririz, doğru bir şekilde ele alamayız ama gene de hakikatimizden tam olarak vazgeçmek istemediğimiz için, bu durum yaşadığımız krizin şiddetinin artmasına, hissettiğimiz sarsıntıların ve öfkemizin fazla olmasına yol açar. Yazar, illa bir zararı olur ama bu düzeyde olur diyor. Mesela bazen insanların ergenlik krizi çok zor geçer. Kızsa bir sürü saçmalık, oğlansa bir sürü serserilik yapar. Bunların önemli bir kısmının arkasında bebek annesinin çocuğun hakikatini tam anlayıp kabullenememiş olmasının payının da olabileceğini söylüyor. 

Anne ile yenidoğan arasındaki bedensel teması şekillendiren, onların duygusal ilişkileridir ve bu duygusal bağdan ayrılamaz. Bağlanma kuramı çerçevesinde yürütülen erken dönem anne-bebek arasındaki duygusal alışveriş ile ilgili çalışmalar, neredeyse algılanamayacak düzeyde gerçekleşen karmaşık etkileşimin kanıtlarını sağlamıştır: Sürekli karşılıklı bakışma etkileşimlerinde, annenin yüz ifadesi bebekteki olumlu duygulanımları uyarır ve güçlendirir. Çocuğun içsel haz durumu anneye geri iletilir ve bu etkileşimli karşılıklı uyarım sisteminde anne ve çocuk artan olumlu duygulanımın simbiyotik durumuna girer. (Schore 1994: 71) Bağlanma teorisyenlerinin yanı sıra ilişkisel ve özneler arası psikanalistler, bireyin gelişiminde bakım verenle ilişkinin önemini vurgulamışlardır: Benlik, başlangıçtan itibaren sosyal bir benliktir. 

‘Benlik, başlangıçtan itibaren sosyal bir benliktir’ ifadesi ne demektir? Anne sosyal varlıksa, yani bir çevresi, dünyası, arkadaşları, işi gücü varsa, içinde bulunduğu sosyal ortamın kodlarını taşır. Dolayısıyla bebeğe o kodları taşırken, onu ayrıca sosyalleşmeye hazırlar, başkaları tarafından sosyal bir varlık olarak da görülüp yadırganmayacak bir şekilde programlar. Bir insan utanmaktan, tuhaf bulunmaktan, garip bir varlık gibi algılanmaktan kaçınabilir. Çok ağır problemli insanlarla karşılaştığınızda onların bir insan gibi değil de bir mahluk gibi algılanmaktan çok korktuklarını görürsünüz. Eğer bir insan, annesi tarafından biraz da olsa insanlık klanının bir parçası haline getirilebildiyse, diğer insanlarla iletişim kurabilen, onları anlayabilen ya da onlara kendini anlatabilen ya da en azından onlarla iletişim içinde olmayı isteyen bir varlık olarak oluşuyorsa, tuhaf bulunma korkusu azdır. Ama psikotik geçmişi olan ve uzun bir süre psikozun içinde kalmış insanların içinde o kadar annesiz bir bebek vardır ki, anneyi yiyip yutmak, her şeyi paramparça etmek, kan revan içinde bırakmak ister. Bu, bebeğin anne tarafından insanlaştırılamamış olan tarafıdır. Bu tarafı fazlasıyla taşıyan bir insan dışarıdan bakıldığında bir kabuk ya da bir ara yüz oluşturmuştur. Sanki daha normalmiş gibi davranmaya, normal hareketler yapmaya eğilimlidir ama arka planda hep, ‘acaba elimi öyle mi koydum, acaba yanlış mı baktım, acaba burada merhaba dese miydim, acaba sussa mıydım?’ diye, programının doğru yazılmadığını gösteren birçok kararsızlık yaşar; mesela sokakta yürümek bile eziyete döner. Bütün bunların daha derini parçalamak, yok etmek isteyen bebektir. Aslında o orijinal bebektir. Bebeğin doğduğu zamanki halidir. O bebek annenin tezgâhından geçemediyse ya da olumlu bir annelikle yatıştırılamadıysa, bu dışarıdan görülecek diye ödü kopar. İçinde sanki, içini okuyacaklar, görecekler ve çok tehlikeli bir varlığı içinde taşıdığını anlayacaklar korkusu olur. Bu korkuları fazla olan insanlar insanlık bütünlüğünün parçası olamazlar, her şeyi hep dışarıdan izlerler. Bu insanlar bence insan var oluşunun en acılı alanındadırlar. Normal hayatın içinde çok görmediğimiz, farkında olmadığımız ama çok ağır problemi olan insanlarla meşgul olduğunuzda hakikaten anlarsınız ki, insan denen varlık bu dünyaya müthiş bir acı çekme adayı olarak geliyor. Program ne kadar doğru yazılırsa, hayat o kadar kolay oluyor. Eğer yazılamadıysa, pek çok biçimde insanın hayatını zorlaştırıyor. 

SORU: Acaba şunu mu bunu mu yapsaydım demesi psikotik bir zemin mi?

Hayır. Bu sorduğun soruda çocuk kendi içinde bir bütünlük oluşturamamış, daha tam anlamıyla kendini bulamamıştır ve sosyal gerçeklikle kendi gerçekliğini örtüştürmeye çalışıyor, kendini şaklabana çevirmeden bu işin altından nasıl kalkacağım diye kıvranıyor demektir. 

Benlik, başlangıçtan itibaren sosyal bir benliktir. Araştırmalar, bebeklikten itibaren doğuştan gelen beyin süreçlerinin sosyal karşılıklılığı ve ‘bizlik’ gelişimini desteklediğini gösterir (Emde 2009: 556).

Son on, yirmi yılda yapılan araştırmalarda, erken dönemde anne bebek arasındaki ilişkinin, ahengin ya da ahenksizliğin beyin gelişimine de etkisi olduğuna dair bir sürü yayın çıkıyor. Beynin morfolojik yapısını bile etkilediğini ortaya çıkartıyorlar. 

Görsel ve işitsel ifadeler anne tarafından duygusal anlam bağlamında hemen yazılır: Karşılıklı taklitler ve bebeğin bakımında sorumluluk üstlenen diğer kişilerle etkileşimler, ortak bir anlam dünyasının gelişmesini sürdürülmesini sağlar. (Condon ve Sander, 1974; Meltzoff ve Moore, 1977). Dahası, nörobiyolojide ayna nöronlar ve ‘bedenlenmiş simülasyon’ kavramları anne-bebek empatik temasının beyinde nasıl kök saldığının anlaşılmasını sağlayabilir (bununla ilgili bir tartışma için bkz. Ammaniti ve Trentini 2009). Farklı bir psikanalitik bakış açısıyla Anzieu (1989), ten yoluyla temasın aynı zamanda anne-bebek bağının da önemli bir yönü olduğunu ileri sürmüştür. Anzieu, diğer işlevlerin yanı sıra derinin diğerleriyle iletişim kurmanın bir alanı ve birincil aracı olduğunu ve diğerlerinin bıraktığı izler için bir yazıcı yüzey olduğunu öne sürüyor ( s. 40). Cilt, yaşam boyu erotojenik bölge kalitesini korur. Kısmen derisi aracılığıyla bebeğin tüm vücudu, annesi tarafından fiziksel olarak kucaklanmanın hazzını veya anksiyetesini yaşar. Anzieu, bir fantezinin çocuk ve annesi arasında bir ‘ortak deri’den, bir ara yüzden yaratıldığını öne sürüyor:(…)

‘Lars and the real girl’ diye bir filmden bahsetmiştik. Orada da güzel anlatıldığı gibi, aslında tenin duyarlılığı dünyaya gelirken getirdiğimiz bir şey değil. Lars’ta da gördüğümüz gibi, ten aslında hem acı hem de haz veren bir şey, yani öfkeyle dürtünün iç içe olduğu bir durum. Mesela sırtımızı kaşıtmanın hafif düzeyde bir acıdan haz almak olduğu söylenir. Bunların hepsi bebeklikten getirdiğimiz şeyler. Bebek başlangıçta öfkeyle karışık bir dürtüyle yapılandırılmışken, anneden aldığı enerji ve onunla kurduğu ilişki içinde cildinin haz alma kapasitesi yavaş yavaş artar ve kucak istemeye başlar; kucağı, cildinden haz alma ihtiyacı nedeniyle istemeye başlar. Cildin anne bebek açısından rolü değişkendir. Başlangıçta öyle değildir ama anne bebekle ilişki kurabildiyse, üçüncü, dördüncü aydan sonra deri yavaş yavaş bir haz kapasitesi edinir. Başlangıçta bütün dürtüler, kız ya da erkek bebek fark etmez, bütün girintilerde ve çıkıntılardadır. Bir çocuk için görmek gözüyle, duymak kulağıyla, yemek ağzıyla içine almak gibidir, yani hep içine almak içeriklidir ya da bir yere girmek gibidir, sesini duyurmak, görünür olmak gibi. Başlangıçta bebeğin kavramsal dünyasındaki ilk ihtiyaçlar, ilk dürtü ve haz alanları böyle oluşur. Sonra anne bebeğe enerji verebildikçe dürtüler ağza yönelir, sonra vücuda, sonra anal bölge ve iç organlara, en sonunda da üç yaş civarında cinsel organlara gelir. Bu seyahatin kesintiye uğramış olması mesela dürtülerin ağızda kalmasına neden olabilir, bu da başkalarını dinlemeye çalışan röntgenci bir insan ortaya çıkarır. Ama neticede dürtü, baştan beri hep aynı dürtü değildir. Bebekken başka, anal döneme gelmiş çocuk için başkadır. Anal dönemde dürtü büyük ölçüde kıça ve bağırsaklara gelmiştir. Ödipal dönemle beraber cinsel organlara gelir. Bu üç süreci ihmal etmeden anlayın, hiçbir şey sabit değildir, her şey dönüşüm halindedir. 

(…)Duygular ve zihinsel tepkiler veren benzersiz bir ekran, ikisinin görüntülerini ve hayati ritimlerini kapsar ve bu ikiliyi aynı frekansta olmaya çeker, bunu gerçekleştirebilmelerini sağlar. (1989: 63). Küçük çocukla annesi arasındaki bu erken bedensel iletişimler hiçbir zaman doğrudan bilince ulaşmaz, fakat göreceğimiz gibi, bunlar onun kişiliğinin yapısını şekillendirmeye katkıda bulunur. 

Bu konuştuklarımızdan da anlıyoruz ki, akıl, zihin dediğimiz özellik aslında ruhsal yapılanmamızda çok büyük bir rol taşımıyor; yaşadığımız tüm deneyimlerin içinden çıkan, çoğu farkında olmadığımız, algılayamadığımız, tanımlayamadığımız birçok hassasiyeti içimizde taşıdığımız, esas olanın bu olduğu anlaşılıyor. Bizim akıl dediğimiz şey aslında en yüzeydeki en yüzeysel tarafımız. Bunlar bebekliğin ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. Orada yaşananlar aklımızda değil, hiçbiri hatırlamıyoruz ama yaşadıklarımız tüm özelliklerimizin en temel belirleyicisi, bunu böyle anlamamız lazım. 

ANNELİĞİN EROTİK TARAFI

Annenin bebeğine yönelik bakımındaki erotik unsur bazen göz ardı edilir. Belki de bu, Freud’un yeterince bilinmediğini düşündüğü ‘karanlık kıta’nın bir parçasıdır; anne ile çocuk arasındaki sırrın bir yönüdür

Eğer anneyle bebek arasında erotizm olmazsa çocuk otistik olur. 

SORU: Mesela bebeği emzirirken alınan bir haz vardır, öyle bir şey mi?

Hayır, o var ama işin sadece bir kısmı. Esas şu; bebeğin bütün canlılığı ve büyük ihtiyaçlılığıyla yöneldiği anne bedeni onun bu dünyadaki ilk mekânıdır. Bu mekâna indiğimizde şunu görürüz; bebek annenin kucağında olduğunda, vücut vücuda olduklarında, ikisinin bedeni ve annenin ruhu, annenin hissettikleri, çocuğa yönelen pozitif enerji ya da öfkeli, yorgun enerji, bebek bunların hepsini algılar. Aralarında son derce geçirgen bir sınır vardır. Anne de bebeği algılar, acıktığını, gergin olduğunu, sıkıntısı olduğunu illa ağlamasına gerek kalmadan bebeğin duruşundan, halinden veya hissettikleriyle algılar. Yani aralarında ince ve geçirgen bir sınır vardır. Böyle bir durumda bebeğin dürtüsel dünyasının ve içindeki canlılığın annenin dünyasında bir yankılanması olur -ki bebek dünyaya geldiğinde ateş topu gibidir; bütün girinti ve çıkıntılarından dünyaya yayılan bir dürtü vardır. Bu hal zaten erotik bir durum oluşturur çünkü bu canlanmayı oluşturan şey dürtülerdir. Annenin de bebeğe yönelik dürtüleri uyanır ama bu cinsel dürtü değildir. Annenin çocuğa yansıyan dürtüsü daha derin katlarından gelen, özellikle uyanan bebeksi tarafının dürtüsüdür. Burada annenin, sapkınların durumunda olduğu gibi ‘ne güzel erkek çocuk doğurdum, ne güzel çük doğurdum’ diye ekstra bir dürtüsü olursa -ki o bence bebeklikte değil daha sonraki dönemlerdedir- bu, çocuğa fazla gelen bir uyaran olur ama bu yoksa, doğal, olması geren uyaran, çocuğun annenin iç dünyasında uyandırdıklarıdır. Çocuk annenin iç dünyasında bir şey uyandıramıyorsa o çocuğa yazık, çocuk yandı demektir. Ya otistik ya psikotik olacak ya da annenin nefretine maruz kalacaktır. Bebek zaten dürtülerle geliyor ve annenin içindeki bebeğin dürtülerini de uyandırıyor. Burada sözü edilen şey, bebeğin annenin içinde bir canlanma oluşturmasıdır. Anne başlangıçta yeni bebeğine adapte olduktan sonra bir canlılık yaşar çünkü kendi içindeki bebeğin canlanması söz konudur ama yeterince destek almazsa bir süre sonra çökmeye, enerjisi bebeği yirmi dört saat huzurlu ve sakin tutmaya yetmemeye başlar. Bebek anneliği dediğimiz şey büyük ölçüde bebeği anne karnındaki dengede tutmaya çalışmaktır. Anne, bebeği ağlamayan, huzurlu, mızıklanmayan bir halde tutabiliyorsa, bebekte sanki anne karnındaki cennet devam ediyormuş ilüzyonunu yaratabiliyorsa bebek huzurlu olur. Normal bir annelikte bebek yavaş yavaş dünyanın cennet olmadığını anlar ve bu da onu büyümeye ve gelişmeye, anneyi içselleştirmeye mecbur eder. Çocuk, annesi yokken de onu hatırlamaya, kokusunu kaybetmemeye çalışır. Bunlar da daha sonraki, insan olma dediğimiz durumun temellerini oluşturur.   

(Cournut-Janin 1998, daha sonra ele alacağız) ve bu erotizm, aralarındaki bağın önemli bir yönünü oluşturur. Freud, annenin[çocuğuna] kendi cinsel yaşamından kaynaklanan duygularla baktığını (1905: 223) ve bunu yaparak yalnızca çocuğa sevmeyi öğretme görevini yerine getirdiğini ileri sürmüştür. Annenin erotizmi ve cinselliği, çocuğun cinsel kimliğinin oluşmasına ve kız çocuğun anneliğinin erken temellerine katkıda bulunur. Evelyne Kestemberg (1984) tarafından küçük bebek ile anne arasındaki ilişkinin erotik yönünü belirtmek için ortaya atılan birincil eşcinsellik (primer homoseksüalite) kavramı bu tartışmayla ilgilidir. Anne ve bebek arasındaki bağlılık cinsel olarak görülür, ancak zorunlu olarak cinsiyete dayalı değildir, dolayısıyla erkek bebek durumunda da annenin birincil eşcinsel arzusundan söz edebiliriz. (Denis 1982; Shaeffer 2006). 

Birincil olarak herkes aynı cinstedir. Neticede herkes kız da erkek de olsa annesinin cinsindedir. Başka bir algı sonradan oluşur. Başlangıçtaki duruma primer homoseksüel dönem denmiş. Kızlar anneyle aynı cinste olduklarından, erkek çocuklar da henüz öbür cinse ilişkin bir kavramları olmadığından kendilerini aynı cinstenmiş gibi algılarlar. Homoseksüellik dediği, aynı cinstenmiş gibi olmak. 

Kestemberg birincil eşcinselliği, bir özne ile annesi arasında tüm vücudu, özellikle de teni, bakışı, sesi içeren bir dizi bedensel temas yoluyla gerçekleşen ilk sevgi dolu alışverişler olarak tanımladı. (Kestemberg 1984: 255–256). Bu alışverişler çiftin her iki üyesini de kapsar ve her şey yolunda giderse ikisi de bu alışverişten büyük keyif alır. Bebek, bedeninin yıkanmasından ve bakımından, bakmaktan ve kendisine bakılmasından, annesinin sesinden uyarılır ve çocuğun zevki annesinin tepkisiyle yankılanır. 

Bebeğin beslenme sırasında ağızından aldığı zevkin annesinde de karşılığı oluşur, bu sadece onun tatmin olmuş bebekle özdeşleşmesi ve çocuğunu beslemekten duyduğu narsisistik tatmin nedeniyle değil, aynı zamanda kendi oralitesinden ve süt üreten memesinden erotik zevk almayı da kapsar. 

Annenin içindeki bebek uyanır ve dışarıda gördüğü bebekle özdeşleşir. Dışarıdaki bebek de annenin içindeki bebekle özdeşleşir. Cinsellikte insan sadece kendi hazzını hissetmez, karşısındaki insanın hazzı da onun hazzına eklenir dediğimiz şeyin bebekle anne arasında karşılığı olduğu görülüyor; yani bebek iştahla memeyi emiyorsa, onun aldığı hazzı annenin içindeki bebek de alır diyor. Anneyle bebek arasındaki ilişki erotik bir ilişkidir ifadesinin tam karşılığı budur.   

SORU: Bazı annelerin sütleri erken kesiliyor, orada içlerindeki bebek mi uyanmıyor?

Bunun bir sürü sebebi olabilir. Örneğin anne bebeğe süt verdiğinde ona öfkeleniyorsa, emzirdikten sonra daha öfkeli oluyorsa bebek bunların hepsini algılar ve bu öfkeye maruz kalmamak için memeyi almak istemeyebilir, isteksiz emebilir, kusabilir. Anne eğer bebek emdikten sonra öfkeleniyorsa bebek kendini zehirlenmiş gibi hissedebilir, içtiği sütün ona iyi gelmediğini hissedebilir ve bunu kusarak belli edebilir. Anneler bebeklerini emzirirlerken onlarla kurdukları ilişki güçlenir. Bebeğin emiyor olması muhtemelen annenin içinde haz ve pozitif enerji uyandıran bir şey olduğu için, annenin bebeğe yönelimini güçlendirir, bu da ilişkiyi güçlendirir. Böyle olduğunda bebeğe aktarılan pozitif enerji onun bir sürü kabiliyet geliştirmesinii, elini daha iyi kullanmasını, dikkatini bir yere daha iyi bağlayabilmesine hizmet edecek malzemenin artmasını sağlar. Dolayısıyla emzirememe, biberonla büyütülmek bebek açısından bir talihsizliktir, bazı şeylerin biraz zayıf kalmasına neden olur. Bazı insanlar daha fazla bir şeyler yapabilirler, bir şeyleri oluşturabilirler, içinde ateş var dediğimiz insanlardır ya da sönük dediğimiz insanlar vardır. İçinde ateş olan insanlar muhtemelen annelerinin onları hazla emzirdiği insanlardır. 

Birincil eşcinsellikte yetişkin cinsel organının çok sınırlı bir şekilde, çoğunlukla bilinçaltı uyarıldığını açıklığa kavuşturmak önemlidir. Bebeğe bakan kişide cinsel uyarılma ön plandaysa, bu deneyimin çocuğa büyük ölçüde yabancı olduğunu ve bu durumun bebek için tekrarlayan ve biriken bir travma yarattığını düşünürüz. 

Bu, excess dediğimiz durumu oluşturan sebeplerden bir tanesidir. Annenin hayatında büyük bir boşluk ve anlamsızlık varsa ve çocuğu emzirirken veya çocuğa yakınken uyanan iç dünyası içinin çocuğa daha ihtiyaçla yönelmesine neden oluyorsa, bu durum çocuk için bir fazlalık ve sorun oluşturur diyor. 

Laplanche (1987, 1997), annenin başlangıçtan itibaren cinsellik ile ilgili bilinçaltı iletişiminin yenidoğanın duyularını ve proto-cinselliğini yönlendirdiğini ileri sürmüştür. 

Proto cinsellik henüz yapılanmamış, çok başlangıç halindeki cinselliktir. Az önce anlattığım bütün deliklerin ve çıkıntıların dürtü alanı olması bir proto cinselliktir. O sonra ilerleyip cinsel bölgelere gelecek, bebek kız ya da oğlan olacak. 

Ona ‘esrarengiz’ bir cinsel mesaj verir ve bu şekilde bebeği cinsellik dünyasına doğru çeker (baştan çıkarır). Mesaj veya ‘işaret’ ‘esrarengizdir’ çünkü yetişkinden, onu tam olarak çözemeyen küçük çocuğa gelir. Bu mesaj çocuğun bilinçaltında temel bir yönerge haline gelecek ve bireyin içindeki ‘öteki’nin (cinsel uyaran kaynağı olarak) varlığını oluşturacak, böylece kişinin kimliğinin kalbinde güçlü bir dinamik gerilim yaratacaktır. Cinsel mesaj, genellikle anne ve çocuk arasında paylaşılan bedensel temaslar aracılığıyla ve ayrıca bebeğin aile içinde, aile yaşamı boyunca doğrudan veya dolaylı olarak maruz kaldığı etkilerle onu ebeveynlerin cinselliğini ve cinsel kimliklerini tanımaya mecbur eder. Küçük bir çocuk ilk sahneye gerçekliğiyle tanık olabilir ve daha da önemlisi, ebeveynleri tarafından ima edilen bilinçaltı temsillere kaçınılmaz olarak maruz kalır. Dolayısıyla bu esrarengiz mesaj anneden bebeğe cinsiyet, toplumsal cinsiyet ve bebek yapma hakkında en derin temel sinyallerle işlenmiştir. 

Buralarda aklıma birkaç şey geliyor; bir tanesi, bebek annesinin memesini ısırıyorsa anne öfkelenir ve bebek bunu, ‘insan eti yemeyeceksin’ diye anlar. Bu bizi insanlık kültürüne dahil eden önemli bir mesajdır. Annenin memesini yeme iznini vermemesi bizi yamyamlıktan alıkoyan önemli bir mesajdır ve çok derine işlenmiştir. Bir film vardı, uçak düşüyor ve insanlar aç kalınca cesetleri yiyorlar, kurtulduktan sonra da intihar ediyorlardı. O kadar derine kazılmış bir şey ki bu, kurtulanlar, insanlıktan çıkmış olma duygusunu taşıyamıyorlardı. İnsan eti yedikleri için, ağır hastalarda olduğu gibi kendilerini mahlukat gibi hissetmiş oluyorlar. Ya da Alman toplama kamplarından kurtulanların yüzde atmışının intihar ettiğini duyuyoruz. Bu insanlar zulümden kurtulup normal hayata dönmüşler, başlarına gelmedik kalmamış ama kurtulmuşlar, peki neden intihar ediyorlar? Orada muhtemelen o kadar aç kalıyorlar ki, birbirlerinin elindeki yemeği çalmak istiyorlar veya birisi ölsün de onun yemeğini ben yiyeyim diye bekliyorlar; bunlar da onlarda kendilerini insan gibi hissetmeyi bozuyor ve sonuçta mahlukat gibi hissetmelerine sebep oluyor ya yaşamaya hakları yokmuş gibi algılıyorlar ya da ölümü bir çıkış olarak görüyorlar. 

Transseksüellerde mesela, kadının oğlu oluyor, ‘keşke kızım olsaydı’ diyor ve çocuk bunu hissediyor ve ileride, ‘ben kızım’ demeye başlıyor. Anne bununla yetinmiyor, çocuk iki yaşındayken onun saçlarına kurdele, toka takıyor, kız çocuk gibi giydiriyor. Bu kodlar çocuğa öyle işlenmiş oluyor ki, çocuk ileride, ‘ben çükümü kestireceğim, aslında kadınım, böyle olmaz’ demeye başlıyor. Bunlar bebeklikte yazılmış kodların aslında ne kadar etkili olduğunu gösteren örnekler.

Çocuğun cinsel ve psişik yaşamını yapılandırma işlevine sahip olan, eşcinsel ve biseksüel dinamiklere yol açan her iki ebeveynle çoklu özdeşleşmeler de literatürde vurgulanmıştır. (örn. David 1973; Kestemberg) (1984; McDougall 1995). Dahası, eğer bir kız çocuk daha sonra anne olursa, kendi çocuğuna bir ilişki ve muhtemelen sadece bir örnek olarak kendini sunmaz, ona kendi içindeki baba figürüyle de bir özdeşleşme sunabilir. 

Şunun gerçekten altını çizmek gerekiyor; bazı kendini bilmezler çocuk doğurup, başkasına verip onun çocuğu büyütebileceğini zannediyorlar, ne kadar büyük bir cehalet. Çocuk o kadar hassas ve duyarlı, annesiyle arasında o kadar bir alma verme dengesi var sen onu alıyorsun, ‘kapıcının hanımı Emine hanımın üç çocuğu var, iyi bakar’ diye ona bırakıyorsun. Bu çocuk ne olacak, kimin bilinçaltını okuyacak? Bu hoyratlık kabul edilebilir ve anlaşılır bir şey değil. İnsanlar bunu çok normal bir şeymiş gibi yapıyorlar. 

SORU: Çoklu özdeşleşme böyle mi, bir sürü annenin olması mı?

Çoklu özdeşleşme genel olarak şuna denir; mesela bir insanın annesi, anneannesi var ve çocuğu paslaşarak büyütüyorlar. Böyle bir durumda çocuk eğer her gün annesini görüyorsa onunla bir devamlılığı oluyor, bundan büyük bir zarar görmüyor ama çocuğu anneanneye veriyorsa, o bakıyorsa, anne hafta sonları alıyorsa o devamlılık bozuluyor. O zaman daha büyük bir zarar görüyor çocuk. Bir sürü anne baba çocuğu hafta sonu alıyor, hafta içi annesine bırakıyor. Ya hafta sonu yanlarına gidip orada kalıyorlar, ya alıyorlar ama hafta başı gene bırakıyorlar çocuğu. Burada anlatılan pencereden bakınca insanı isyan ettirecek bir cahillik. 

Aynı şekilde, sonradan baba olan ve annelik imajını içselleştirebilen bir erkek çocuk, çocuğuna sadece babasal bir kimlik kazandırmakla kalmayıp ona aynı zamanda kendi içselleştirilmiş annesini de sunar. Her iki ebeveyn de cinsiyetler ve daha da önemlisi cinsiyetler arasındaki erotik ve cinsel ilişki hakkında bilinçaltı iletişimler sunarak çocuklarına onun psişik yaşamının farklı ve orijinal tezahürlerini destekleyebilecek veya sönümlendirecek sürdürücü veya baltalayıcı imgeler sağlarlar. 

Annenin çocuğuna ‘kendi cinsel yaşamından kaynaklanan’ bu ilk iletişimlerle (Freud 1905) öğrettiği her şey, ‘esrarengiz mesajın içerdiği her şey çok derinlerde kalır, bilinçaltıdır ve analizde yalnızca türevleri ortaya çıkabilir. Ancak bebeğin, çocukluğunda ortaya çıkan olayların yeniden gözden geçirilmesi ve çeşitli anılar, anne ile çocuk arasında aktarılan cinsellik, üreme ve aralarındaki yakın bağla ilgili bazı anlamların açığa çıkmasına yardımcı olur. 

Birincil eşcinsellik ve ‘esrarengiz mesaj’ kavramları, cinsel iletişimi ve bebeğin ve annenin, cinsel arzu ve zevki deneyimleyebilen ve cinsel istek ve zevk üretebilen cinsel varlıklar olarak birbirini karşılıklı kabullerini içerir. Bu anlamda anneliğin, doğası gereği erotik bir niteliği vardır. 

ANNELİK VE CİNSEL KİMLİK

Kız çocuğu, bedeniyle ilgili deneyimlerini yavaş yavaş annesiyle olan dinamik ilişkisine entegre eder ve bu, bir kadın olarak onun kendine ilişkin algısının, temel cinsel kimliğinin (yani annenin onun cinsel kimliğine ait algısı) önemli bir yönü haline gelir. 

Az önce anlattığım şey; bir anne, erkek çocuğu kız gibi telakki edince onun cinsel kimliğini bozar. Anne kızı kız, erkek çocuğu da erkek gibi algılayabiliyorsa çocuk o kimliği temel olarak alıyor, transseksüel olma ihtimali kalmıyor ama eşcinsel olup olmayacağını başka şeyler belirliyor. 

Ancak cinsel kimlik yekpare bir kazanım değildir. Ebeveyn figürleriyle çoklu özdeşleşmelerden kaynaklanan değişimleri ve çelişkileri örtülü olarak kabul eder. 

Buradaki çoklu özdeşleşme dediği, çocuğun ortamdaki bütün insanlarla, babasıyla da annesiyle de bir özdeşleşimi olur ama bunların nihai kimliği belirlemesi ödipal dönemde olur. Bir erkek çocuğun başlangıçta hem annesiyle hem de babasıyla özdeşleşimi vardır. Daha sonra annesiyle yaptığı özdeşleşim mesela börek yapmaktan hoşlanan bir adam ortaya çıkartabilir ya da olmayabilir. 

SORU: Mesela baba yedek anneyse ve dişil özellikleri varsa direkt eşcinselliğe sebep olur mu yoksa çoklu özdeşleşim mi olur?

Çoklu özdeşleşime neden olur. Mesela kızın annelik yapmaya meraklı bir babası var diyelim, bir kısım özelliğini annesinden alır. Mesela baba iyi yemek yapıyorsa çocuk onun o özelliğini alabilir, bundan dolayı bir zarar görmez. Genel olarak çocuğun hakikatine saygılı bir ortam varsa, çocuk olmak istediği, beğendiği şeyleri seçip rahatlıkla onlarla özdeşleşebilir. Nihai olarak önemli olan şey şu; çoklu özdeşleşimin ya da bir kişiyle özdeşleşimin önemi yok ama özdeşleşim ihtiyacı bir kimlik oluşturmak için gereklidir. Özdeşleşebileceği kadar yakın, beğendiği ve yakın birisine ihtiyacı var çocuğun. Bir başka ifadeyle, kendisine yatırım yapılmasına ihtiyacı var. Annenin ya da babanın ya da müştereken, çocuğu kendi hayatlarının içinde tutuyor olmaları lazım ki, o da saçının rengini değiştirerek kendine bir kimlik oluşturma derdine düşmesin. 

Amerika Birleşik Devletleri’ndeki feminist fikirlerden ilham alan psikanalistler bu tartışmaya katkıda bulundular. Harris (2000), ‘karmaşık cinsiyet olgusunu’ ‘yumuşak bir şekilde bir araya getirilmiş bir sistem’ olarak tanımlar. Kaos teorisine atıfta bulunarak şu sonuca varır: Kaos teorisi açısından ‘yumuşak bir birleşim’ olarak yeniden şekillendirilen cinsiyet gelişimi, negatif ve pozitif ödipal özdeşleşmeleri, aktif ve pasif cinsel amaçları ve ebeveyn nesnelerinin ve kendilik nesnelerinin çoklu ve karmaşık karakterizasyonlarını eşit bir olasılık düzlemine yerleştirir (s. 256).

Negatif ve pozitif ödipal özdeşleşme derken ne kastediyor? Mesela erkek çocuk annesiyle özdeşleşiyorsa bu negatif ödipal özdeşleşimdir; babasıyla özdeşleşiyorsa pozitif ödipal özdeşleşimdir. Kız çocuk da babayla özdeşleşip eril özellikler oluşturuyorsa buna negatif ödipal özdeşleşim, anneyle özdeşleşiyorsa pozitif ödipal özdeşleşim diyoruz. Bunlar aynı anda olabilir, hem pozitif hem negatif özdeşleşim olabilir. Yani çocuğun sadece babasıyla ya da sadece annesiyle özdeşleşmesi değil, aynı anda mesela kız çocuğunun babasıyla özdeşleşip, yine de onun kızı olup ona dürtüleriyle yönelmesi mümkündür ama bunların hepsi yan yana durur diyor. Hayatın gidişatına, karşılaşılan durumlara göre bu olasılıklardan bazen biri, bazen diğeri ağırlık kazanır. Koşullar mecbur ediyorsa, bir kız çocuğu, kullanmadığı eril tarafını kullanmak zorunda kalabilir, bundan bir zarar görmez, fayda görür, adaptasyonunu güçlendirir demek istiyor. 

Benjamin, kızın babayla özdeşleşme süreci ve bunun önemiyle ve cinsel kimliğine katkısıyla ilgili makalesinde şunları dile getirir: Kızın babasıyla özdeşleşmesini (1991) ‘ötekine duyulan sevginin önemli bir temeli’ olarak tanımlamak gerekir: Bu temel, önemli bir öncül olarak nesne sevgisinin pek de zıddı değildir ve bunu, onun gelişen sevgi kapasitesinin önemli bir bileşeni’ saymak gerekir.” (1991: 277) Çocuğun, babasının kızı olmanın yanı sıra ‘babasının oğlu’ da olma isteğini ele alıyor. Cinsel kimliğin karmaşıklığı yalnızca kaçınılmaz olarak değil, aynı zamanda yaratıcılığın ve zengin bir iç yaşamın kaynağı olarak da görülmelidir; bu durum McDougall’ın (1995) yaratıcılık ve cinsellik hakkındaki şu sözleriyle örtüşmektedir: “Yaratıcı eylemler ruhsal yapıdaki eril ve dişil öğelerin birleşmesi olarak kavramsallaştırılabilir.” (1995: 113) 

Bu da enteresan bir görüş. Yani çocuk yaratmaktan kalkarak yaratmak dediği şey her zaman bir erkek ve bir kadını gerektirir; mesela bir erkek ressamın kendi içindeki dişil tarafı kullanması veya kadınsa eril tarafını kullanması gerekir ki yaratıcılık ortaya çıksın diyor. Burada söyledikleriyle modernist dünyanın kalıplarını parçaladığını, her şey ya odur ya budur mantığını geride bıraktığını, her şeyin biraz daha karmaşık olduğunu, yan yana durduğunu, duruma ve koşullara göre bazılarının öne çıktığını sonra onların geriye çekilip başkalarının öne çıktığını, meseleyi böyle algıladığını, bu arada da doğru-yanlış, iyi-kötü gibi kalıpları esnettiğini görüyoruz. Meseleyi biraz postmodern dünyanın kavramsal düzenine uygun bir hale getirmişler. Elbette bizim için önemli olan hayatı ne ölçüde kapsadığı, ne kadar temsil edebildiğidir. Bütün teorilerin, ilim, bilim dediğimiz şeylerin arkasında aslında hakikatin daha soyut bir düzeyde yeniden üretilmesi, yeniden ele alınıp o soyutlamanın arkasında yeni kaynakların, yeni olasılık ve ihtimallerin keşfi vardır. 

SORU: Bu dediğiniz şeyden şunu mu anlamalıyız; aslında bizim aklımızın ötesinde bir gerçeklik var ve biz onu daha da fazla algılamaya uğraşan bir yolda mı gidiyoruz? Gerçekliğin yeniden üretilmesini tam anlamadım. 

Mesela matematik hayatla sınandığında doğrulanmış bir bilim, bir soyutlama alanıdır. Bir köprü yaparken kullandığın matematik eğer köprü sağlam durabiliyorsa, doğrulanmış demektir. Ya da mermi atılıyor, kaç metreye düşecek? Veya hızla ilgili bir formül kullanıyorsun. Eğer matematikle ilgili aldığımız sonuçlarla kronometre tutarak aldığımız sonuçlar örtüşüyorsa, matematiğin hayatın fizik gerçeğine uyumlu olduğunu, onu doğruladığını söyleyebiliriz. Matematik fizik gerçekliği, fizik gerçeklik de matematiği doğrulamış oluyor. Bu matematik aslında soyut bir alan, hayatın bizzat kendisi değil, hayatın soyutlanmasından kaynaklanıyor. Bu soyutlanma geçekle doğrulanıp güvenilir bir referans haline geldiğinde bu sefer matematiği kullanarak x gezegeninin bir niteliğini söyleyebilir hale geliyorsun. Bu bilgi o gezegene birinin gidip ölçmesinden değil, matematiğin uygulanmasından kaynaklanıyor. 

SORU: Yani var olan gerçekliğe ulaşmanın bir yolu olmuş oluyor. 

Var olan gerçekliği derinleştirmenin bir yolu oluyor. Bizim için erişilmez olan mesafeler ya da ölçülerle ilgili olarak ölçemeyeceğimiz bir şeye de erişmemizi sağlamış oluyor. Buna yeniden üretme deniyor. 

SORU: O yüzden mi pozitif bilimler deniyor?

Pozitif bilim, doğrulanabilir ya da yanlışlanabilir bilimler demektir. Kafadan atma, ben böyle söylüyorum şeklinde olanı değil, kanıtlanabilir olanı ifade eder. 

Ancak kişinin cinsel kimliğinin akışkanlığının da sınırları vardır ve bu sınırlar belirli bir bedensel işlevde, üremede ve özellikle de hamile kalmada yatmaktadır. Gebeliğin gerçekleşmesi için iki özelleşmiş farklı hücre gereklidir (sperm ve yumurta); vücut, sembolizasyon ve dönüşüm için muazzam bir potansiyele yol açan bir gerçeklik sunar ama bu kapasitenin içinde kaybolmaz; bir yandan da et ve kemik olarak son derece somuttur. Annelik, kişisel deneyimlerin merceğinden algılanan, zenginleştirilen veya yanlış anlaşılan bedenin ham süreçlerinin son derece sembolik dönüşümüdür. Bununla birlikte, asıl çocuk doğurma sürecine yaklaşılan bedende sembolik olmayan bir ‘artık’ vardır ve bu artık doğum sırasında sadece kısa süreliğine ve geçici olarak deneyimlenebilir. Kendi vücudunu ve diğer kadınların bedenini gözlemlemesi, kız çocuğunun kendisini kadın olarak tanımasında önemli bir rol oynar. 

Kız çocuk annesinin vücudunu erkek çocuktan çok daha fazla merak eder diyor. 1900-2000’li yıllarda oluşmuş olan bilgi birikimi kadınlığı yeniden tanımlıyor ve bu tanım, Freud’un yaptığı tanımdan daha farklı. Freud’a göre kadınlar çocuk doğurmak için cinsellik yaşarlar; rollerini yerine getirmek için sevişirler, çocukları olunca da mutlu olurlar. Cinsel hazla veya cinsel hazzı yaşarken oluşan yakınlıkla ilgili bir bilgisi yoktur. Kadınlarla erkekler arasında sanki ayrı varlıklarmış gibi derin sınırlar çizilmiştir. Burada kadın cinsiyetinin önemli bir parçası olarak annelik de buna ekleniyor. Annelik de kadın kimliğinin bir parçasıdır. Anne olur ya da olmazsın, o ayrı ama kadın cinsiyetiyle ilgili bir sıkıntısı, bir çatışması olan insanlarda daha yoğun bir şekilde çocuk sahibi olma arzusu olur diyor. Kendi cinsiyetini pekiştirmek için çocuk doğurmaya ihtiyaç duyan kadınlar vardır, dolayısıyla Freud’un tanımını tamamen değiştirmiş oluyorlar. 

Erikson (1968), kadın üreme organlarına ve anneliğe doğrudan atıfta bulunarak kadın cinsel kimliğine katkıda bulunan ‘iç mekân’ kavramını önermiştir. Şunları söyler: Kız çocuğu kendinden daha büyük kızlarda, kadınlarda ve dişi hayvanlarda, hem üretken hem de tehlikeli potansiyellere sahip bir iç alanın var olduğuna dair kanıtları gözlemlemeye eğilimlidir. Burada sadece hamilelik ve doğum düşünülmez; bunların yanı sıra emzirme ve kadın anatomisinin dolgunluk, sıcaklık ve cömertliği çağrıştıran tüm zengin dışbükey (yuvarlak) kısımları da bu potansiyelin parçalarıdır. Erikson 1968 (s. 267) 

Birksted-Breen 2. Bölüm’de, hamilelikte iç ve dış mekân kavramının önemini klinik olarak göstermektedir. Kız çocuğunun gelişiminde özellikle kadın bedenini gözlemlemenin önemi Balsam tarafından vurgulanmıştır. (2003) Bu makalesinde ayrıca doğurganlığın ve gücün temsili olarak fallusla aynı düzeyde gördüğü, kadının hamile bedenini ele almıştır. 

Fallus, eril bir karakter geliştirmiş güçlü, adil, sistem kurucu özellikleri olan erkek imgesinin adıdır. Kadın imgesinin de hamile bir kadın olduğunu söylüyor. Kadın bedeni ve kadın cinselliği bakımından, karnında bir bebek, kadını daha bütünlüklü tanımlayan bir imgedir diyor.

Bölüm 4’te Balsam, bir kardeşe hamile olan annenin vücudunun küçük çocuk için önemini anlatıyor; eğer anneden öğrenemezse, çocuk, kadın bedeninin gizemli bir şekilde hızla değişmesini anlama ihtiyacı ile diğer akrabalar ve arkadaşlarla bu öğrenme ihtiyacını karşılayacak. Bu bilgi, bedenin gerçek hali ile değişme potansiyelini ortaya koyan ve bedeninin farkındalığını dinamik bir içeriğe dönüştüren dişi için, cinsel kimliği açısından bir genç kız için özel bir öneme sahiptir. 

Erkek çocuklarda böyle bir şey yoktur, kendi vücutlarını çok merak etmezler, ayna karşısına geçip kendilerini seyretmezler. Başkalarının vücutlarını görme merakları ödipal dönemin başlarında olur, annelerinin vücudunu merak ederler. Bunu farklılığı algılama ihtiyacıyla, yani annelerinin kendilerinden farklı anatomileri olduğunu anlama ve iki cinsi ayırt etme amacıyla yaparlar. Bir insanın ruhsal gelişimini sürdürebilmesi için iki cins olduğunu anlaması çok önemlidir. Bunu anlayamayacağı bir kültürde büyüyorsa, anne babanın da bedenlerini göstermekten aşırı bir sakınmaları varsa, o zaman çocuğun ruhsal gelişmesi bunu anlayacağı yaşa kadar durur. Doğal olarak çocuğun hayvanlar, diğer küçük çocuklar, etraftaki konu komşu, akrabalarla ilgili gözlemleriyle iki ayrı cinsin olduğunu fark etmesi gerekiyor. ‘Ben on bir yaşında anladım’ diyorsa, o yaşa kadar olan dönem uykuda geçmiş demektir. 

Kadınların bedenlerinin şekline ilişkin kaygıları ve diğer kadınların bedenleriyle kendilerininkini karşılaştırmaları, kız çocuğunun cinsel kimliğini benimsemeye çalışırkenki merakının devamı olabilir diye düşünüyorum. On dokuzuncu yüzyılda neredeyse bir ince bel takıntısı ya da modern günlerde düz bir karın saplantısına varan bu durum, kısmen, daha eski çağlardaki kadın güzelliğini temsil eden dolgun, yuvarlak, yumuşak beden arzusuna karşı bir reaksiyon formasyon olabilir diye düşünüyorum. 

Ergenlik çağında kız çocuğun hormonal işleyişinde ve vücudunun şeklinde yavaş yavaş değişiklikler meydana gelir. 

Kadın ve erkek bedeni biraz stilize ediliyor gibi. Yani herkes estetik görünme peşinde. Estetik duygusu çağlar içinde hep aynı değildir, bir sürü değişkene bağlı olarak değişir ama neticede günümüz dünyasında sanki daha stilize bir estetik anlayışına doğru gidiliyor. O da bence kadınların daha zayıf, erkeklerin daha adaleli olması gibi prototipler yaratıyor. 

SORU: Önceki çağlara reaksiyonu anlamadım. 

Bana da ters geldi, niye önceki çağa reaksiyon olsun. Estetik anlayışı değişir ama şuna katılıyorum; mesela psiko-histori diye bir alan var. Orada diyor ki, insanlar ilkçağlarda bugünkü çocuklara, hatta daha erken çağlarda bebeklere benzeyen yapıdaydılar. Bundan dolayı da daha saldırgan, daha yırtıcı, daha öfkeli ve daha korkaktılar. Eski Hint mitolojisinde tanrıçalar, bebekleri duvardan duvara atıp parçalayan dişi tanrılar olarak tanımlanıyor. O zamanki anneleri temsil ediyor. Anneler çok öfkeli ve çocukları taşıyacak güce sahip değiller ve çocuk ağlayınca onu taşa vuruyorlar şeklinde bir tanım var. Zaten ilk çağlarda bebek ölümleri çok fazlaymış. Çağlar değiştikçe, edebiyata baktığınızda Don Kişot 1600’lü yıllarda yazılmış ilk romandır. O günkü toplumun yapısını, özelliklerini, hayallerle gerçekleri karıştırmaya ne kadar eğilimli olunduğunu, kahramanlığın nasıl abartıldığını ve idealize edildiğini anlatır. Kıymetli bir romandır ve o çağın insanını anlamamıza yardımcı olur. 1800’lü yıllardan itibaren romantizm insanların ergenlik çağı gibidir, herkes birbirine âşık olur, cinsellik yok, daha çok ideal bir aşk var. Sanki herkes birbirini melek sever gibi seviyor. Orada kadınların erkekleri nasıl idealize ettiklerini, gözlerinde büyüttüklerini, adamların da kadınları nasıl idealize edip melek gibi algıladıklarını görürsünüz. Cinsellik ayıp, günah, edebiyatta konu haline geliyor. Ergenlik çağının başındaki çocuklar da böyledir, kızlar oğlanları, oğlanlar kızları idealize ederler. İş şuraya geliyor; çağlar geçtikçe insanın bebeklikten erişkinliğe kadar yürüdüğü yolu insanlığın da yürüdüğünü görmüş oluyoruz. Böyle bir paralellik olduğunu görmüş oluyoruz.  

Oradan kalkarak mesela Roma dönemiyle ilgili film seyrederken bakıyorsunuz aşk var ama o çağda aşk yok. Bunlar bugünkü insana göre yeniden şekillendirilmiş masallar. Veya Osmanlılar şöyle iyiydi vs. Osmanlı dediğin adam şimdiki İŞİD’çiler. Orayı burayı basıyorlar, kadınları kaldırıyor, çocukları alıp yeniçeri yapıyor, acemi oğlan ocağında o çocuklara tecavüzler ediliyor. Bu çok yüce bir şeymiş gibi anlatılıyor. Bu o çağda sadece Osmanlı’da olmuyor. Diğer toplumlarda da aynı şey. Japonya’da samuraylar, İngiltere’de veya çok denizci ülkelerde tayfalar var, oğlan çocuklar vs. Yani sırtımızda çok yüklü bir bagajımız var. Şimdi suç diye gördüğümüz, ayıpladığımız şeylerin atalarımız tarafından yapıldığını çok güzel anlatan bir bilim dalı psiko-histori. Böyle bilim dallarına çok ihtiyacımız var. Flaubert’le birlikte 1800’lü yıllarda gerçekçi edebiyatta aşk, sevgi, intihar, insanların zaafları yüzünden başlarına gelenler gibi bugünkü dünyadaki anlayışımıza daha uygun bir edebiyat türü çıkıyor. Bilimdeki gelişmeler hızlanıyor, natüralizm denen, Emil Zola’ların eserler verdiği başka bir döneme geçiliyor. Hatta yeni edebiyat bugün dünyadaki anlamsızlığı, sıkıcı, karmaşık havayı içerik olarak taşıyor. Dolayısıyla edebiyata baktığınız zaman insanlığın bir aynasını görüyorsunuz. 

Temel unsurun aile yapılanmasıyla ve annelik kapasitesiyle ilgili olduğunu iddia ediyor psiko-histori. Bu benim kafama da çok yatıyor. Hatta Edison’ların var olduğu, elektriğin icat edildiği, büyük icatların yapıldığı veya toplu taşımacılığın, benzinli motorun bulunduğu, çocukların çekirdek ailede büyüdükleri, annelerin çalışmayıp çocuklarına baktıkları, babaların çalışıp, uğraşıp evin geçimini sağladıkları dünyanın bize bıraktığı bir miras olarak anlatıyorlar. Aile yapısı ne kadar güçlüyse, çocukların kapasitesi de o kadar yüksek oluyor diyorlar. Dolayısıyla anneler ne kadar mutlu oluyorsa çocukları da o kadar sağlıklı oluyor gibi bir yere varıyor söylenen şey. Bence olanı biteni, hayatı, insanı anlamak açısından önemli bir boyut. Zamanınız varsa tavsiye ederim. 

SORU: Böyle bakınca aklıma spiral geldi. O zaman şimdiki toplumsal düzey daha bebeksi düzeye inmiş, büyük bir yıkım var ama formu değişmiş sanki. 

Zaten burada da hasta konuşulurken annenin ağır ihmallerine hepinizde ağır bir tepki oluşuyor. Annenin önce kendini düşünmesi, ağır ihmali herkeste bir öfke oluşturuyor. Aslında demek ki hepimizin içinde en fazla zayıfların korunduğu, en gelişkinlerin en fazla fedakârlık yaptığı bir düzeni isteyen bir tutum var ve buna aykırı davranıldığında da rahatsız oluyoruz. Ama gerçekten bu senin söylediğin şey, anneliğin tekrar bozulması, eski çağlardaki kaliteye geri dönmesi insanlığı bozacaktır. Böyle bir tehlike var. Ama bu bir spiral midir, yoksa kıyamet mi kopuyor, insanlık kültürünün sonuna geliyoruz da başka bir kültür oluşacak onu bilmiyorum. Mesela Luc Bensson’un bir filmi vardı; insanların hepsi şişman, bilgisayarın karşısında rüya âlemine girip çeşitli doyumlar yaşıyorlar ama gerçek hayatla bir bağları yok; sistemleri ihtiyaç duydukları hazzı yapay bir şekilde üretiyor, onlar da onun içinde, biraz matrikse benzeyen bir şekilde yaşıyorlar. Mesela böyle giderse geleceğin insanları böyle olacak. Temas yok; temas korkutucu ve fazla dürtü uyarıcı gibi gelebilir. Nereye varır bilmiyorum ama iyi bir gidişat yok. Genel olarak insanlık büyük krizlerle dönüşüp allak bullak olduğunda illa bir yol bulup kendini tamir etti, yoksa uygarlık bin kere biterdi. Yine öyle olur mu olmaz mı bilmiyorum ama biraz kafası çalışan ve gidişatı izleyen herkesin endişeli bir şekilde izlemesi gereken bir durum var, iyiye doğru gidilmiyor. Geçmişin kazançları geri kayıyor.

Ancak menarş (ilk âdet) aniden ve genellikle fark edilebilir uyarı işaretleri olmadan ortaya çıkar. Psikanalizde menstruasyon hakkında çok az şey yazıldığını belirtmekte fayda var; ancak menarş, hastalar tarafından sıklıkla travmatik olarak hatırlanan önemli bir yaşam olayıdır. Belki de menarş aslında şok edicidir, bir tür normal yaşam travmasıdır çünkü çocuğu birdenbire yetişkinliğe doğru iter ve çocuğun vücudunda büyük bir değişiklik olur. Bundan sonra çocuğun, cinselliğinin ve çocuk sahibi olma olasılığının sorumluluğunu üstlenmekten başka seçeneği yoktur; bu, doğurgan yılları boyunca tek başına veya partneriyle paylaşarak taşıması gereken bir sorumluluktur. Ergenlik çağından itibaren kızın üremeyle, yaratma ve kaybetmeyle ilgili duygusu her ay tekrarlanır; âdet görme ile tekrarlanan bu durum çoğunlukla göz ardı edilir. 

NSELLİK VE ANNELİK

Kadının cinselliği ile anneliği arasındaki bağlantı birçok tartışmanın konusu olmuştur. Aslında çağlar boyunca kadın cinselliği direkt olarak çocuk doğurma işlevine sahip olma olarak tanımlanmıştır. Freud (1937), kız çocuğunun cinsel arzusunu penise hasedine, bir eş bularak bir penis sahibi olma arzusuna ve çocuk doğurarak, özellikle erkek çocuk doğurarak penis sahibi olmuşcasına toplumsal statüsünü yükseltme isteğine bağlamıştır. 

Bunun geçerli olduğu dünya dönemleri olmuştur. Şimdi bize ters geliyor ama bilim ve teknoloji bu düzeye gelmeden önce kaba kuvvetin bütün üretimin ana unsuru olduğu, erkek emeğinin, kas gücünün üretimin çokça parçası olduğu yıllarda erkek çocukların daha değerli bulunmuş olması kaçınılmazdır. O dönemde doğum deyince annelerin de aklına oğlan doğurmak geliyor olabilir. Bunlar için illa çok eril merkezli bir dünya tahayyülü gerekmiyor. Kadının ikinci planda kalmasının bunun gibi anlaşılır fiziksel nedenleri olduğu çağlar var. Çağlar boyunca, Kuran’da da yazar, Araplar kızlarını toprağa gömerlermiş. Bu bütün kültürlerde var. Nüfus problemi ve aç kalma sorunsalı olan, kıtlıkların olduğu dünya döneminde bu bütün kültürlerde vardır. Sadece Araplarda değil, Göktürklerde de nüfusu kontrol edecek yollar aranmak zorunda kalınmıştır. Açlığın ne olduğunu biz bilmiyoruz. Eski çağlarda açlığın ne olduğunu bilen insanlar kendilerine göre elbette bu durumdan korunmanın yollarını aramışlardır. Dolayısıyla bana fazla önyargılı geliyor. Kadınların toprağa gömülmesinin nedeni kadınlardan nefret olmak zorunda değil, nüfusu kontrol etmek içinde olabilir demek istiyorum. Hindistan ve Çin’de de bir dönem yaygınmış. Bunların Müslümanlıkla, Araplıkla bir ilgisi yok. Müslümanlar kızlarını gömmüyorlardı deniyor, onların yaşadığı çağlarda büyük kıtlıklar, açlıklar olsaydı onlar da öyle yapacaklardı. Bunların arkasında bir kötülük aramak yeterince açıklayıcı değil; hoyrat, acımasız bir yöntem ama insanlığın devamlılığı açısından işlev gördüyse anlaşılır bir şey.  

Kadınlara yakıştırılan cinsellik bir erkeğe sahip olma ve onu kendinde tutma amacına bağlanmıştır.

Eski yıllarda böyle olduğu muhakkak. Psiko-historiye göre asker gücünün veya toplumu savunmayı elinde tutanların ki bunlar daha çok erkek çocuklar, bu böyle olmuştur. 

Burada kadınları hem anne hem de bir seksüel varlık olarak ele alan bazı yazarların görüşlerinden kısaca bahsedeceğim. Helene Deutsch, kadınlarda, bir penise sahip olma arzusu yerine üreme duygularının öncelik taşıdığını ileri sürmüştür. ‘Kadın Psikolojisi’ (1945) adlı incelemesinde cinsellik ile annelik arasında net bir ayrım yaptı; bunlar, ideal koşullar altında kadınlarda bir arada bulunan duygu yüklü ihtiyaçlardır.

Gerçekten, bir kız çocuk annesiyle özdeşleştiyse, ancak anne olduğunda o özdeşleşim tam gerçekleştirilmiş olur. Dolayısıyla illa çocuk doğurayım da statüm artsın veya erkek doğurayım da çüküm olsun vs.’ye gerek yok. Anneyle özdeşleşmenin doğal sonucu, onun da anne olmayı istemesi olacaktır. İhtimalleri yan yana tutun, hepsi olasılıklar yelpazesinde bir yer taşır, annesiyle ilişkisini, çocukluğunu dinlerken insandan insana hangisinin ön planda olduğunu anlamak da bizim işimiz.

Ayrıca cinsel eylem ve cinsel haz, insanlık türünün sürmesine yaptığı hizmete karşılık kadına sunulan bir zevk ödülüdür’ (s. 77) ve yine ‘kadın için çiftleşme her şeyden önce bir döllenme eylemidir, çocuğun doğumu ile sona eren üreme sürecinin başlangıcıdır (s. 91) .

Mesela insanlığın ergenlik çağında olduğu 1700-800’lü yıllarda kendini daha tam oluşturamamış erkekler için kadının cinsel haz alması, onun sadakatinden şüphe duyulan kaypak bir varlık gibi algılanmasına sebep olan bir paranoyaya yol açmış olabilir ama bunu bugüne yaymak yanlış. Dünya ve insanların özellikleri değişiyor, daha iyi de daha kötü de olabiliyor. 

Cinsel haz öncelikle klitorisle bağlantılıdır, vajina ise ‘üreme içindir’ (s. 80).

Bu da yanlış. Bir insan ne kadar kız çocuğuysa onun haz alanı o kadar klitoraldır. Bir insan kadınlaştıkça cinsel haz vajinaya doğru yayılmaya başlar ve hatta vajinanın derinlerine doğru gider. Kadın sabit varlık değildir. Onu büyüten ve geliştiren bir eşi varsa, ondaki ruhsal gelişme sürer. Üstelik kadın, erkekten daha değişken bir varlıktır, dönüşüme daha açıktır. Vücudunda değişiklikler oluyor, her ay memeleri büyüyor, küçülüyor, canı yanıyor. Yani onun hakikati belki onu dönüşümlere ve değişimlere daha açık bir varlık haline getiriyor. Dolayısıyla kadının haz kapasitesi, yaşadığı hayatla birebir bağlantılı olarak, onu geliştirecek bir şekilde yaşıyorsa, aynı kalmaz, devamlı değişir ve gelişir. Çocuk gibi olup içindeki problemleri sere serpe yaşıyorsa tersine daha bebekleşir, çocuklaşır, kalitesi daha düşer.  

SORU: O zaman sevgi kapasitesi ve haz kapasitesi paraleldir, sevme kapasitesi arttıkça haz kapasitesi artar diyebilir miyiz?

Kesinlikle. İyi formüle ettin. 

Her ne kadar vajina ikinci organ olarak zamanla cinsel bir duyarlılık kazansa da, klitorisin yerini alamaz. 

O çağlarda öyleymiş demek ki diyeceğim. 

Bir kadın için cinsellik üremenin hizmetindedir; Deutsch, hastalarının anneliğini ve çocuk arzusunu, sunduğu klinik öykülerde ele alma konusunda çok ustadır; bazen annelik ve çocuk isteme arzusunun arkasında gizlenmiş olarak aslında, hiç de seyrek olmayarak, önemli bir cinsel arzusunun yattığını da ima eder. 

Annelik ve cinsellik arasındaki bağlantıyla ilgili konular 1970’lere kadar psikanalitik yazıların ön saflarında yer almıyordu, ancak önemli istisnalar da vardır. Bálint (1949), ‘anne ile çocuk arasındaki ilişkinin, karşılıklı içgüdüsel amaçların yine karşılıklı bağımlılığı üzerine kurulduğunu’ görmüştür (s. 256). Judith Kestenberg (1956), erken dönemdeki yaygın vajinal duyumları ve uyarılmayı küçük kız çocuğunun oyuncak bebeklerine yansıttığını ve onları yıkayarak, giydirip soyarak, kucaklayarak kendinde görünmeyen ve iyi tanımlanmış bir cinsel organ eksikliğini bebekleri üzerinden telafi ettiğini öne sürdü

Bu doğru bir şey bence. Barbie bebekler sanki bir anlamda kız çocuklarının kendi vücutlarını sevmeyi, benimsemeyi, idealize etmeyi kolaylaştırmak amacıyla yöneldikleri nesnelermiş gibi görünüyor. Bebeğiyle oynayan bir kız çocuğunun bebeğini beslemesi, giydirmesi elbette başka bir anlam taşıyor, Barbie bebekle oynaması başka. O Barbie bebek aslında kendisi, kucağına alırken aslında kendini benimsemeye, sevmeye, belki erkeklerle olan ilişkide onların çükü var benim yok hasedini geride bırakmaya çalıştığı anlamına gelir. Kendini benimsemek, eksik bulmamak, tam hissetmek istiyor. 

Mesela bir kadının oğlu var ama kocası yok, ayrılmışsa o zaman burada anlattığı durum olmayacaktır. Bunların arkasını aramamış. Kadının kocasıyla ayrı, çocuğuyla ayrı bir ilişkisi var. Kadının, akşamları kocasıyla yatması çocuğu annesiz bırakmasına yol açıyor ama bu, çocuğu pozitif etkileyen bir şey. Anneli babalı büyüyen çocukların durumuyla sadece annesiyle büyüyen çocukların durumu arasında hayata adapte olma, hayatın parçası haline gelebilme açısından bir sürü fark var. Babası olan erkek çocuklar dünyanın parçası haline daha kolay gelebiliyorlar. Anne, insanın hayatındaki en yakın kişi; sanki partneri, sevgiliyi temsil eden bir modelken, çocuğun babasıyla olan ilişkisi ‘anneden başkaları’ alanını temsil ediyor gibi. Yani baba, anneden ayrı bir varlık olarak çocuğun ilgi alanına girip onun ilgisine karşılık verebiliyorsa, bu çocuğun hayata katılması daha kolay. Birinci kişi insanın kendisi, ikinci annesi, üçüncü babası ya da birinci hep kendisi, ikinci annesi ama üçüncü kişi dış dünya, mesela işi. Babanın varlığı çocuğun dünyaya katılımını kolaylaştırıyor. Çocuğun dünyaya katılımı başlamadan önce babanın varlığıyla anneden ayrı bir varlıkla bir şey oluşturmuş, bir şey paylaşmış, oynamış, onun kucağına gitmiş oluyor; düştüğü zaman onu kaldıran, doktora götüren birisi olmuş oluyor. Bütün bunlar çocuğun programına yazılıyor. Bu yazılıp erkek çocuk dört yaşına geldiğinde parka gidelim arkadaş bulayım, oynayayım derdine düşüyor. Arkadaş edinsin diye ortam oluşturuyorsun, ya da diyorsun ki, arkadaşımızın da onun yaşında oğlu vardı, gidelim, tanışsınlar, arkadaşlık etsinler. Bir de çekingen, insanlardan uzak duran, oyun oynarken çabuk kırılan, üzülen, ben oynamayacağım diyen bir oğlan çocuğu var. Bu ikisinin arasındaki farkta babanın olup olmaması çok belirleyicidir. Normalde erkek çocuk, babası yanındaysa dünyadan duyduğu korkuyu hissetmez, babanın yanında kendini güven içinde hisseder. Dolayısıyla çocuk, babası yoksa, zayıfsa ya çekingen ya da her an kötü bir şey olacakmış duygularıyla baş etmek zorunda kalır. Yani bir şekilde çocuğun hayatında babanın eksikliği görülür.  

Diyelim ki evde baba var ama çocuklar anneye düşkün. Bu baba ilgisiz, sorumluluk duygusu ve çocuklara yatırımı eksik olduğu için mi çocukların babayla ilişkileri kopuk, o yüzden babaya yönelmiyorlar yoksa anne, çocukları kendinde tutup babaya yönelmelerine farkında olmadan tepki mi veriyor? Çocuk, babaya yöneldiğinde annesinin kendisine öfkelendiğini algılıyor ve adını koyamıyor ama babasından uzak duruyor. Bir kadının çocuğu kendinde tutma eğilimi varsa, bu kendini öncelikle babayla olan ilişkisinde gösterir; çocuğu babayla paylaşmak istemeyecektir. Bunlar bazı durumlarda son derece görünürdür, bazı durumlarda da örtük bir şekilde vardır, adı konmamıştır. Dolaysıyla bu sorular önemlidir. 

Genel olarak söylenen şudur; annenin bir partnerinin, yani geceleri gittiği bir sevgilisinin olması onun çocukları kendinde tutma, çocuklar üzerinde iktidar oluşturma ya da çocukları kendi parçası yapma eğilimini azaltan bir şeydir. Eğer annenin adam yerine koyabildiği bir eşi varsa, o zaman çocuklara zararı az olur. Zarar nedir? Çocukları kendi iktidar alanında tutma eğilimi kadınlarda gayet büyük bir tehlikedir. Baba pasifse, o da kadını anne yerine koyduysa çocuklara öfkelenir, onları kıskanır ama kapının önüne konacağım korkusuyla belli edemez. O zaman da kocası olmadığı için kadının çocuklara yatırımı artar. Toplumda çok yaygın olarak gördüğümüz budur. 

Benedek (1959, 1960), daha sonra göreceğimiz gibi, ebeveynliğin ebeveynlerin yaşamı boyunca sahip olduğu önemini vurguladı. Annelik duyguları ve kadın cinselliği sorunu doğrudan Braunschweig ve Fain (1975) tarafından ele alınmıştır. Kadın cinselliğinin anneliğe paralel bir konumda olduğunu ileri sürdüler. Sevgilinin sansürü (la censure de l’amante) kavramını kullanarak bunun nasıl olduğunu anlattılar. Gündüz çocuğuna anne olan kadın, gece âşığının (babanın) sevgilisi olur. Çocuğun, bu annenin babanın sevgilisi olduğu gece hayatı, (acaba annenin çocuğun hayatından geçici olarak uzak kalması mıdır) çocuğun hayatından geçici olarak uzak kalmasıyla sonuçlanır. Bu yetişkin cinsel yaşamı çocukta bir ‘sansür’ sürecine tabidir. Fain (1971), sevgili kadın ile anne olarak kadın arasında bütünleşme olanağının bulunmadığına inanmaktadır: Anne ve kadın her zaman amansız düşmanlar olarak kalacaklardır (s. 345). Yakın zamanda Guignard (2006,), annelik ve cinselliğin iki farklı düzeyi

Şunu çok fazla görürüz, bir kadın kocasıyla ilişkisinde kendisini kadın olarak hissedemiyorsa çocuklarına düşkünlüğü artar. Demek ki bir kadının iki tarafından biri aç bırakılırsa öbür taraf şişkinleşiyor. Şişkinleşen annelik de çocuğu daha çok kendinde tutmak ister, onu kendi parçası olarak algılar; o giderse hayatında çok büyük bir boşluk açılacak ve bütün anlam gidecekmiş gibi hisseder. O zaman bu yuvarlak hatları daha belli olan anne/kadının çocuğu kendinde tutma eğilimi çok artıyor ama hayatını dolduran bir adam varsa böyle bir saçmalığa kaymıyor. Bu da gündeme, bu, kadının elinde olan bir şey mi, olmayan bir şey mi sorusunu getiriyor. Ne diyorsunuz?

SORU: Eşini seçen kendisi ama. 

Çok doğru.

SORU: Onu da malzemesine göre seçmiyor mu sonuçta?

Birçok faktör var aslında. Bunlardan biri, domine edip yönetebileceği bir erkek bulmak olabilir. Narsistik bir ihtiyaçla eş seçimi yapıldıysa, o kadının zaten başlangıçtan itibaren programının çocukları kendi parçası olarak tutacak şekilde bir çalıştığı söylenebilir. Biz böyle durumlarda çocukların anneden kurtarılması gerektiğini düşünüyor ve annenin çocukların bireyselleşmelerini engellememesini sağlamaya, çocuğa da zarar görmeyeceği bir denge kurmaya çalışıyoruz. Ama bu koşullarda bu kadın neyi ne kadar yapabilir sorusunun cevabına da ihtiyacımız var ki, ölçüyü kaçırmayalım. Demek ki doğru bir anne olmak istiyorlarsa kadınların doğru bir eş seçmeleri önemli. 

SORU: Siz zaten kadın seçer diyorsunuz değil mi?

Adamı seçen aslında kadındır ama bunu belli etmez. 

SORU: Hayat matematiğinde bir şey arıyorsan hayat önüne bir şey getirir diyorsunuz, o zaman anne babalara dönüp bakınca gerçekten bir şey aramamışlar sonucu çıkıyor, yoksa orada anlaşılması gereken bir şey var da ben mi es geçiyorum?

Bence eski çağlarda, yani elli yıl önce bir kadının çocuk doğurmaması ya da evlenmemesi büyük sorun olarak algılanıyordu. Dolayısıyla ne kadar kadın bir adamı sevdiği için, ne kadar adam bir kadınla evlilik hayatı oluşturmak için birbirlerini seçtiler belli değil. Artı, geleneksel sistemde evliliğe büyükler karar veriyorlar; görücü usulü oluyor, bir sürü hesap kitap, çıkarlar devreye giriyor ve olması gereken doğal matematik bozuluyor, başka bir matematik oluşuyor. Bunları da hesaba katmak lazım ama bazı insanlar başka insanlara göre daha az çıkarcıdır, rahatlarına daha az düşkündürler ve doğru olan neyse onu yapmaya daha fazla uğraşırlar. Bazı insanların da hiç böyle bir derdi yoktur; nerede iyi ot varsa oraya giden inekler gibidirler, en kolay, en rahat neyse onu seçerler. Çoğu zaman aslında bu seçim trajik sonuçlar oluşturuyor. Kadınları ve erkekleri mutsuz ediyor, çocuklar onları büyütemeyecek bir ortama doğmak zorunda kalıyorlar diye düşünüyorum. Aslında herkesin bir şansı olur, o şansı kullanabilenler ve kullanamayanlar vardır, buna inanıyorum. Hatta bizim yaptığımız işin temelinde bu var. İkinci bir şans ve sorgu oluşturmak, ikinci seçimi doğru oluşturmaya çalışmak gibi. Kader değiştirmek çok zordur ama mümkündür.