04-01-2024
Sembiyozis ve ilişkide olmak
Bebeğin kendisini annesinden ayrı bir birey olarak deneyimleme kapasitesi psikanalizde uzun süredir tartışılmaktadır. Küçük kızın anne figürünü içselleştirmesi, bebeğin tümüyle anneye bağımlı olduğu bir dönemde başlar; bu durum Margaret Mahler’in (Mahler ve ark. 1975) ‘sembiyoz’ olarak tanımladığı durumdur. ‘Ben’in henüz ‘ben olmayan’dan farklılaşmadığı, anneyle bir ayrışmamışlık ve kaynaşma durumunu tanımlayan bir ‘metafor’dur (s. 44). Her şey yolunda giderse bunu ayrışma-bireyleşme süreci takip eder. Diğer birçok yazar Mahler’in gelişim teorilerine katılmıyor. Örneğin Daniel Stern (1985), ‘bebeklerin doğumdan itibaren ortaya çıkan bir benlik duygusunu deneyimlemeye başladıklarını’ belirtmektedir. Stern’e göre başlangıçta ya da bebeklik döneminin herhangi bir noktasında kendilik ve ‘diğeri’ arasında hiçbir kafa karışıklığı yoktur’ (s. 10). Winnicott ise (1975) doğumun ‘muazzam bir altüst oluş’ olduğunu, doğumdan hemen sonra ‘doğum travması’ ile birlikte geçici olarak ‘kimlik’ denebilecek bir yapının kaybedildiğini söylerken Stern ile aynı fikirde gibi görünmektedir. Buradan, bebeğin anne karnında iken de bir kimliği olduğu anlaşılmaktadır. Ancak Winnicott, ‘bebek diye bir şey yoktur’ der ve bebeğin ancak çevrenin (annenin) sağladığı ortam içinde var olabildiğini, bu yüzden doğduğunda bir birey sayılamayacağını anlatır. Varlık, hayata bir birey olarak başlamaz, anne-bebek matriksinin bir parçasıdır. (1952: 99). (4) (4) Winnicott’ın ‘Birincil Annelik Meşguliyeti’ (Bu kitabın 1. Bölümü) başlıklı makalesine göre, anne-bebek ikilisinin arasındaki ilişki simetrik değildir, ancak aynı frekansta buluşmak zorundadırlar, aksi takdirde anne bebeği anlayamaz; anne de, bu anlamda, bir düzeyde bebeğinden tamamen ayrı ve bağımsız değildir. Bu ruh hali kesinlikle hamilelik sırasında başlar ve doğumdan sonra da bir süre için devam eder.
Bu ruh hali kesinlikle hamilelik sırasında başlar ve doğumdan sonra da bir süre devam eder. Anne, hamile kalmadan önce bile çocuğuyla ilgili fanteziler besleyebilir; bazen en çok arzu ettiği niteliklerle, bazen de en korkutucu niteliklerle donattığı bir ‘fantezi çocuk’ (Deutsch 1933; Raphael-Leff 1993; Lax 2003) hayal edebilir. Bir kadının gerçek bebeğine kendi kişiliğinden ayrı bir birey olma duygusunu verebilmesi için hayalindeki çocuğundan vazgeçmesi gerekir.
Bazı kadınlar vazgeçmez, hayallerindeki bebeği oluşturmaya çalışırlar ama bu sefer de çocuğun üzerinde onun hakikatini bozan bir etki oluşmaya başlar. Sonra çocuk biraz daha büyüyünce, anne, yok piyano kursuna gidecek, yok şu sporu, baleyi yapacak vs. gibi kendi kafasındaki projeyi çocuğa dayatmaya başlar. Bir insanın bunu yapabilmesi için çocuğu hakikaten kendi parçası zannetmesi lazım, yoksa çocuğa onun istemediği bir şeyi yaptırmanın ne manası var? Sana göre hoş olan şey çocuk için eziyet olabilir. Bir insan bunu niye düşünemez? Bunun için, ‘ben onun iyiliğini ondan daha iyi düşünürüm’ diyor olması lazım.
SORU: Benim kafam karışıyor, bazı şeylere de annenin karar vermesi gerekir ya, bunu neye göre belirleyecek?
Çok doğru söylüyorsun. Ateşi çıktığında acı ilacı içirmek annenin sorumluluğunda; doktor, menenjite çevirmesin, canı yanar ama iğne vermek zorundayım, dediğinde gidip çocuğa iğneyi yaptıracak. Veya çocuk okul çağına gelmiş, okula gitmek istemiyorum, evde oturacağım diyor, sen de onun bu hali geleceğini bozmasın diye onu okula götüreceksin. Ama bunlar başka. Çocuğun sağlını muhafaza etmek ya da eğitimini sağlayıp dünyada aşağılanan bir alt sırf insan grubu olarak anılmasın, o grubun bir parçası haline gelmesin diye gitmek istemese de onu okula götüreceksin. Burada yüzde yüz eminsin ki bunu şan olsun diye yapmıyorsun, çocuk zarar görmesin diye yapıyorsun. Şunu yaparsan kafa karışıklığın çözülür; eğer anne bunu narsistik ihtiyacı ile yapıyorsa, arkadaşlarının çocuğu piyanoya gidiyor, benimkinin de bir eksiği olmasın diye yolluyorsa anla ki anne çocuğu harcıyor ya da ben piyano çalmak isterdim ama bana fırsat verilmedi diyorsa, kendisiyle çocuğunu karıştırıyordur. Sen yapamamışsın, üzülüyorsun da bakalım çocuk istiyor mu?
SORU: Peki terapiye bu motivasyonla, yani herkesinki geliyor benimki de gitsin diye getiriyorsa o da sorunlu değil mi?
Evet. Burada o kadar kafa karıştıracak bir şey yok. Mesele şu; sevgi dediğimiz duygu nefsin otomatikman geri çekilmesi ve karşımızdaki insanın iyiliğini kendi çıkarımızdan daha üste koymak demektir. Bir insanın sevebilecek hale gelmesi için kendi nefsini geriye çekebilecek bir insana dönüşmüş olması lazım. Çocuk üç yaşından sonra ödipal döneme girmeye başladığında annesine çikolatasından bir parça vermeye de başlar. Bu da çocuğun nefsini bir miktar geriye çekip annesinin ihtiyacına duyarlı olacağını gösteren ilk deneyimdir. O zamana kadar çocuk böyle bir şey yapmaz. Dolayısıyla sevgi dediğimiz duygu doğduğumuz an olan bir şey değil; özellikle ödipal dönemde oluşur. Kız çocuğunun dürtülerinin babasına yönelmesi, dürtüyle sevginin bir araya gelmiş halidir, bu da büyüklerdeki aşk dediğimiz duyguya benzer bir duygudur. Oğlan da annesine benzer biçimde yönelir. Bunlar insanın yapısındaki ilk sevgi örnekleridir. Eğer yapı oraya kadar gelemediyse, olmaz. İnsanlar, ‘ben çok seviyormuşum, çok acı çektim’ dediklerinde sevgiden değil, o kişi onu istemedi diye acı çekerler, narsistik bir kırılmadır ve sevgiyle alakası yoktur. ‘Ama yerlere yapıştım.’ Demek ki narsistik sistemin yüksekmiş. Yüksekten aşağıya düşünce canın daha çok yanıyor.
Birksted-Breen, 2. Bölüm’de hamile bir hastanın korkularını ve fantezilerini anlatıyor. Bu fantezilerin bilinçli ve bilinçaltı düzeyde detaylandırılması, üzerinde çalışılması hamileliğin temel bir yönüdür ve Birksted-Breen, anne olmayı bekleyen hamile kadında çok sık görülen canlı ve yoğun rüyalarda bu çalışmayı gerçekleştirir.
Normal şartlarda kız çocuk, daha küçükken annesiyle özdeşleşiminin bir sonucu olarak bebeklerle oynamayı sevmeye başlayabilir. Çocuklarla uğraşanların dikkat etmesi gerekiyor; bebekle oynarken söylediği laflara bakarak annesinin ona nasıl bir annelik yaptığını anlarsınız. Kızarak annelik yapıyorsa bebeğe öyle davranır, bebeği sallar, ensesinden tutar vs. Mesela böyle bir anne çocuğu sevgi ve öfkeyle karışık, onu korkutarak sevme biçimine sahiptir. Bu ödipal bir şey değil. Oynarken, çocuğun babası bu diyerek oraya bir oyuncak daha koyuyorsa o zaman dersiniz ki ödipalize olmuş, yani çocuk anneli babalı olmuş. Öyle bir şey yoksa, bu oyunu oynaması için bebekleri sevmesine çok gerek yok, oynamasının sebebi annesiyle özdeşleşimi. Annesinin annelik rolünü oynamaya hazırlandığı anlamına gelir. Burada her doğuran ya da çocuk isteyen kadının geçmişinde mutlaka bebeklerle oynarken oluşturduğu bir fantezi dünyası vardır. Dolayısıyla bebeği sevmeyi önce fantezide öğrenir. Sevme derken, ona yatırım yapmayı, onu istemeyi kastediyorum. Sonra yaşı büyüdüğü zaman biyolojik olgunluğuyla beraber dünyaya bir çocuk getirecek hale gelir. Eğer anneler, kendi anneleri onları parçaları haline getirdiyse onlar da çocuklarını kendi parçaları yapacaklardır. Anne baba, çocuğu aralarındaki sevginin tezahürü olarak beraber oluşturdukları bir varlık olarak algılayabiliyorlarsa -ki bunun için zamanında kendilerinin de öyle algılanmış olmaları gerekir- ancak sevecekleri bir insan olduğunda çocuk dünyaya getirmeye kalkışırlar. Sevecekleri bir adam yokken çocuk doğuracağım diye tutturan kadınlar ödipal bir ortamdan gelmemişlerdir. Buralardan kendinizi anlamak için faydalanabilirsiniz. Annelik deyince tek kalıp, tek bir durum yok. Anne var çocuğu kendi parçası olarak sevebiliyor, anne var çocuğu narsistik doyum için kullanıyor, anne var çocuğu eşiyle birbirlerine hissettikleri sevginin bir ürünü olarak algılıyor, ona göre seviyor. Böyle bir durumda oradaki sevgi daha yüksek bir sevgi olur, ruhsal yatırım miktarı daha fazla olur, çocuk daha fazla yatırımlandırılır. Buralar nereden geldiğimizi, eksiklerimizin neler olduğunu bize gösterebilir. Ama neticede her anne olmaya kalkışmış insanın çocuklukta fantezilerinde muhakkak anne olmuş olması lazım. Böyle değilse, çocuk ona yük gibi gelir, onu kendisini sömüren bir şeymiş gibi algılayıp çocuğa düşman olabilir, içine girmiş yabancı bir varlık olarak algılayabilir.
SORU: Okuduğumuz “Gerçek anne sevgisi nedir?’ – Tessa Baradon” başlıklı makalede buna benzer bir vaka anlatıyor.
Oradaki bu soru, gerçek sevgi nedir, kadının çocuğunu sevemeyeceğini anladığı için sorduğu bir soru. Sevgi zannettiğim şey gerçek sevgi midir, gibi, konuyu neredeyse felsefi bir planda çözmeye çalışıyor. İyi bir anne olma isteği çok güçlü ama sahip olduğu malzemeyle bu mümkün olamıyor. Çok güzel bir makale. Bir sürü bir şeyin kimsenin elinde olmadığını anlatıyor. Oradaki çocuk belli ki bir trajedinin içinde kalmış.
SORU: Kız çocuklarının bebekle oynamalarına bakarak annenin nasıl annelik yaptığını anlarız dediniz ya, mesela bir yetişkinin sahip olduğu evcil hayvanına bakarak da bunu anlamamız mümkün müdür?
Yüzde yüz anlamayabilirsin ama bir sürü ipucu verir: Mesela hayvan külfet geliyorsa, kedi kakasını yaparken kumları sağa sola serpti diye öfkeleniyorsa bu kapasitesiyle anne olmasın, önce büyüsün. Hayvanlarla olan ilişki kadınlar ve erkekler için bir nevi antrenmandır. Size muhtaç bir varlık. Ama şöyle bir şey olur; farkına varmadan hayvana birçok şey projekte edilir. Mesela ondan annelik beklersiniz, korktuğunuz zaman yanına gidiyorsanız hayvanı anne yapmışsınızdır. Mesela okuyacağız, annenin bebeğinden annelik beklediği bir sürü durum var. Hele doğan kız çocuğuysa, böyle bir şeye çok maruz kalıyor. Sonra çocuğa, çocuğun da kendilerinin de bir türlü anlayamadıkları gereksiz bir öfke duyuyorlar.
Bu çalışma, annenin çocuğunu kendisinin bir parçası olarak ve aynı zamanda ayrı bir kişi olarak taşımasını ve kucaklamasını sağlayan gerekli bir psişik çalışmadır; çok büyük çaba gerektiren eşsiz ve önemli bir deneyimdir; bu sürecin gerektiği gibi yürüyebilmesi için annenin gerek kendi annesinden edindiği, gerek eşiyle ilişksinde oluşan duygusal kaynaklara ihtiyacı vardır.
Rüyalarda ya da fantezilerde hasar görmüş ve zarar veren çocuk imajı çok görülüyorsa, müstakbel annenin kendini yetersiz veya çocuğa zarar verecek tehlikeli anne figürü olarak görme duygusuyla karışır ve bu durumda, hamile kadının fetüsün durumu hakkında aşırı derecede endişe duyması son derece anlaşılırdır.
Bir kadın, bilinçli olarak yeni doğan bebeğini kendi başına bir kişi olarak kabul etme yeteneğine sahipken, bilinçaltı olarak onu kendisinin ve psişik yaşamının sahip olduğunu düşündüğü yönleri taşıyan bir kişi olarak deneyimler (onu parçası olarak algılar ç.n.). Bu durumda, bebeğe kendisinde beğendiği tarafları da yansıtabilir, rahatsız olduğu tarafları da. (Pines 1993). Mahler’in anne ve bebek arasındaki sembiyoz teorisini tanımlamak için kullandığı ‘metafor’ kavramı bu bağlamda faydalıdır. Erişkinlerde bir özlem olarak bir kaynaşma (fusion) durumu vardır. Belki bir fantezi düzeyindedir…
Bütün insanların içinde aslında anneyle bebeğin birbiriyle çok iç içe olduğu, ikisinin bir olduğu bir deneyim vardır. Eğer otistik değilse, normal bir çocuk olduysa, içinde illa annesiyle bir olduğu bir dönem vardır. Aslında insanlar farkında olmadan bu dünyadaki cennet tahayyülü olarak başka bir insanla bir olmayı arzu ederler. Dolayısıyla bu birlik içimizde vardır. Bir ortamda bir ahenk varsa, herkes o ortamın parçasıysa o ortam bizi mutlu eder çünkü orada herkes bir olmuştur; ortamda kişilerin aynı şeyi algılayıp düşündüğü, aynı şey için sevinip üzüldüğü bir durum oluşturulabiliyorsa, bu herkeste hoş bir anıya dönüşür. İnsan ruhu bebekliğinde yaşadığı bazı durumları yetişkin yaşamında bir aşk ilişkisi içinde tekrar yaşama ihtiyacı duyar. Cinselliği bile ikinin bire dönmesi olarak sayabilirsiniz. Bu bizi insan yapan bir şeydir. Bunların olmadığı ya da eksik olduğu durumlarda insan bir fotoğraf, mekanik bir şey olur. İnsanlar kolaylıkla kurgusal olabileceklerini zannederler; şöyle düşüneyim, şöyle planlayayım, şöyle davranayım deme yollarına girerler. Bebeğin anneyle bir olduğu anlar aslında hakikiliğini dibine kadar hissettiği anlardır. Bunlar insanın içine yerleştiyse kişi kolay kolay savrulmaz; yerleşmediyse savrulma tehlikesi taşır. Neredeyse şu söylenebilir; hayat, bebekken yaşadıklarımızı erişkin hayatımızda tehlikesizce, bir zarar görmeden ve bir zarar vermeden tekrar yaşayabilecek hale gelme amacına doğru ilerler. Bebeklik, erken bebeklik biraz kaybedilmiş cennetlerdir. O kaybedilmiş cennete dönme arzusu çoğu zaman hayatımızı yönetir.
SORU: Kişi çocukluğunda kötü şeyler yaşadıysa o zaman kötü şeylere doğru mu ilerler?
Hayır. Bazı insanlar çocukluğunu hatırlamak bile istemez. Öyle bir insanın özel hayat oluşturma kapasitesi olmaz, yani çok yaralı olan bir insan bağlanmakla, birine yönelmekle, güvenmekle ilgili o kadar çok handikaplar yaşar ki… Ya da kendi annesiyle olan ilişkisinde annesini iyi yapabilmek için kendisini o kadar hırpalar ki, zaten böyle bir mutluluğu hak etmediğine inanır.
SORU: Popüler kültür üzerinden soruyorum, mesela kız çocuk babasıyla sorunlu bir ilişki yaşıyor, erkek arkadaşları da hep aynı tipte insanlar, ebeveyn problemini aşamıyor.
Bebekliğe dönmek cennete dönmektir.
SORU: Ama kötü bir cennet.
O da para pul düşkünü oluyor, arsa, ev alıyor veya ayna karşısından kendini alamıyor, kendini güzel yapmaya çalışıyor. Onun hayatı anlamlandırma biçimi durumuna uygun oluyor. Kahraman olmaya vs. çalışıyor. İnsanlık kültürünün içinde bin tane yol var. Mesela çok fazla travması olan birisi, ben birini seveceğim o da beni sevecek ve mutlu olacağız fikrine çok fazla inanmaz. Bu, bugünkü dünyada çok belirgin. Gençler, ben kalıcı ilişkiye inanmıyorum, diyorlar. Herhalde anne babalarından görmedikleri için.
SORU: Çok fazla inanıyor olmak ne anlam ifade eder?
Yani cennet meraklısı. Bu dünyada insanlar, bizim gördüğümüz kadarıyla özel hayat oluşturma kapasitelerini kaybediyorlar. Arkadan gelen kuşak çok handikaplı. Fotoğraf gibiler, rüzgâr nereden eserse oraya dönüyorlar, düşüncelerinde, algılarında bir derinlik yok.
SORU: Diziler de öyle. Netflix’te bir diziye başlıyorum, on dakika sonra bakıyorum ne oluyor, bu niye böyle, bir konu yok.
Dünya çapında bu böyle, sadece Türkiye’de değil.
SORU: Bir olmak diye konuştuk ya, benim sekiz yaşında bir kız hastam var. Tünelin bir ucundan kendisi giriyor, bir ucundan beni sokuyor, ancak kafam giriyor ve ikimiz çok yakın duruyoruz. Kendi aramızdaki bir çalışmada acaba çocuk sembiyotik bir bağ mı oluşturmaya çalışıyor diye konuşmuştuk.
Olabilir, anne karnında buluşmaya çıkıyor olabilirsiniz; cennette randevu gibi. Şu çok önemli; eğer insanların sınırları iyi çizildiyse, bizim regresyon dediğimiz çok derin bağlar yaşayabilirler. Aslında regresyon olmadan cinsel hayat kuru, mekanik olur. Mutlaka regresyonla birlikte yaşanıyor olması lazım ki, cinsellik gibi bir nimet bize sunulduysa, o nimet sonuna kadar yaşanabilsin. Kişinin derin bir regresyona girilebilmesi için regresyonun onun açısından korkutucu ve tehlikeli olmaması lazım ve bunun tehlikesiz olmasını sağlayan şey, insanın sınırlarının iyi ve sağlıklı çizilmiş olmasıdır. O zaman regresyona girdiğinde karşısındaki insanın içinde kaybolacak diye korkmaz; sınırlar iyi çizilmediyse öyle korkuları olur.
Çoğu zaman âşık olmak (Freud 1930), (5) cinsel ilişki gibi belirli durumlarda neredeyse ulaşılan bir durumdur. Aynı şekilde, bir sanat eseri (Magherini 1989) veya doğal güzellik üzerine derinleşmek ( meditasyon) aynı duyguyu oluşturabilir. Bu ruhsal durumlar, Freud’un ‘okyanus hissi’, ‘çözülmez bağ duygusu’, ‘dış dünyayla bir bütün olma’, ‘büyük bütünlüğün parçası olma duygusu’nu da hatırlatır. (Freud 1930: 63). Bütün bu durumlar, anne ile yeni doğmuş bebeği arasındaki erken dönem deneyimlerinde, yani birbirlerine âşık olduklarında ve birbirlerinden büyülendiklerinde ortaya çıkan duygu durumunun yankıları gibi görünüyor.
Annenin ruh hali, küçük çocuğun özerk bir birey olarak kendilik duygusunu pekiştirmesine veya aslında bulmasına yardım etmekte çok önemlidir. Ancak anne, çocuğunu kendisinin bir uzantısı olarak algılarsa, çocuğunda sınır karışıklığı oluşmasına sebep olabilir.
Çocuk, özerkliğini bulma sürecinde özdeşleşme ve ayrılık sorunları üzerinde çalışırken, annede de kendi çocukluğunda annesi ile yaşadığı aynı sorunlar uyanır ve onları tekrar ele alması ve üzerinde çalışması mümkün olur. Her şey yolunda giderse, çocuk kendini koruyabilen ve sınırları olan bir benlik geliştirebilir, ancak bu benliğin başkalarını anlamak, kendini onların yerine koyabilmek gibi özellikleri kullanabilen, bu sayede iletişime izin veren bir ‘geçirgenlikte’ olması gerekir ki insanlarla yakınlıklar oluşturmak mümkün olsun.
Empati dediğimiz özellik kullanılırken kişi kendisi olarak kalır ve aynı zamanda karşısındaki insanı hissedip onun içinde ne olup bittiğini anlayabileceği kadar da derin bir bağ oluşturur ama bu onu karşısındakinin içinde kaybolacakmış gibi bir tehlikeye sokmaz. Çoğu insan empati yapamaz, karşısındaki insanı kendinden kalkarak anlar. Benim başıma gelse şöyle hissederdim, o da böyle hissediyordur, gibi kendinden yola çıkarak bir çıkarsama yapar. Empatide karşıdaki kişiyle özdeşleşmeye gerek yoktur. Karşınızdaki insanın halini anlarsınız, sezersiniz; muhtemelen orada daha bebeksi taraflarımız devreye girer. Ya da sezgi olarak içinize doğar, nasıl anladığınızı bilmeden anlarsınız. Biz aslında ona ‘mentalizasyon’ demeyi tercih ediyoruz. Bir insanı içimizde gerçek haliyle oluşturabiliyorsak, onu mentalize edebildiğimizi söylüyoruz. Mesela siz hasta anlatırken eğer onu mentalize edebildiyseniz anlattığınız anlaşılır oluyor, hastayı hepimiz kavrıyoruz. Edemediyseniz anlamaya çalışıyoruz, dikkatimiz dağılıyor, bir şeyler söylüyoruz ama sonra başka başka şeyler çıkıyor. Sınırlar iyi çizilmediyse kişi empati bile yapamaz, özdeşleşir.
Çocuk/bebek anneyle bu deneyimi yaşayabilirse bunu içselleştirecek ve hayatı boyunca kullanacaktır. Anne ve bebek arasında karşılıklı etkileşimle oluşan sembiyoz (sınırların olmaması) ve ilişki içinde olmak (esnek sınırlar gerektiren) meselesi annenin kendi annesi ile olan ilişkisine kadar uzandığından, bu, nesiller arası aktarılan bir süreçtir. Kendi annemizden gelecek nesillere, çocuğun içselleştireceği şekilde aktarılacaktır (ayrıca bkz. Blos 2003′ün üç kuşak modeli). Bir annenin bebeğiyle ilişkisi, onun kendi annesinin kızına aktardığı deneyim ve ona bilinçaltı bir model olması üzerinden gerçekleşir.
Yukarıda belirtildiği gibi, annenin kendi sınırları ve benlik duygusu hamilelik sırasında ve bebeğin yaşamının ilk haftalarında netliğini kaybetmiştir (kendi vücudunun içinde büyüyen bir varlık onun parçası olarak etkili olur). Perinatal (doğuma yakın) dönemdeki bir kadının kendine özgü ruh hali, Winnicott’ın ufuk açıcı bir makalesinde (1956, bu ciltte yeniden basılmıştır) ‘birincil annelik meşguliyeti’ (primer maternal preoccupation) olarak tanımlanmaktadır. Winnicott, annenin, bebeğinin ihtiyaçlarına içten gelen bir anlayışla yanıt verebilmesini sağlamak için bu özel ruh halinin gerekli olduğuna dikkat çekiyor.
Burada annenin içindeki bebek canlanıyor, uyanıyor ve karnındaki bebekle veya yeni doğmuş bebekle kendi içindeki bebek bir ilişkiye giriyor; böylece kendi doğurduğu bebekte ne oluyorsa annenin içindeki bebek de onu algılıyor ve dolayısıyla ortaya çok ahenkli bir ilişki çıkıyor, yani aslında her iki taraf da derin bir regresyonda. Zaten bebek daha ne kadar geriye gidecek, gitse anne karnına geri döner ama annenin ruh hali, kendi hayatı olan bir insan olarak bebekle bütünüyle o ilişkiyi sürdürecek şekilde oluyor. Zaten anne bu haliyle bebeği o kadar iyi hissediyor ki, tuvalete gittiğinde bile aklı bebekte kalıyor. İlk üç beş hafta içinde böyle, sonra anne yavaş yavaş bebeğe adapte oluyor, onu anlayamama korkusu geçiyor, anlayabileceğini algılıyor ve sonra normale dönüyor. Ama yine de kadın, bütün bebeklik boyunca bebekle bağını bozmadan, yani biraz bebeksileşerek annelik yapar.
SORU: Bebeklere bazen anne değil de anneanneler, babaanneler bakıyor. Orada çocuğun bu ihtiyaçlarını algılama kapasitesi gene onların içindeki bebek uyanınca mı oluyor?
Eğer bir insan, bir bebeğe içindeki bebek uyanmadan bakıyorsa, onun adı ‘bakım’dır. Acıktı, susadı, üşüdü vs. Bu annelik değil. Bu ruh haline bir örnek olarak, annenin illa regresyona kaymış olması lazım, yani içindeki bebeğin uyanmış olması lazım ki bağ sürsün. Mesela bir insan çok öfkeliyse regresyona giremez. Benim iki oğlu olan bir hastam vardı; evde kayınvalidenin zulmettiği bir ortamda çocukları büyütmeye çalışmış ama çocukların ikisi de hastaydı. Fazlasıyla öfke uyandıran bir kayınvalideydi ve anne çocuklarıyla bu bağı kuramamıştı.
Winnicott, annenin bebeğiyle özdeşleşmesinin ve onunla aynı frekansa inen bir regresyon sürecinin önemini vurguluyor, ancak böyle bir ruh hali onun, bebeği dışsal bir gerginlikten veya bebeğin kendi gerginliğinden (içsel) koruyabilmesini sağlar.
Bu, zorunlu olarak akışkanlaşan sınırlar bağlamında hem anne hem de bebek kendi bireyselliklerini tanımlamak zorundadırlar. Annenin, kendisine ve yaşamına oldukça dengeli bir narsist yatırımı varsa çocuğunu kendinde tutmayacak ve onun özerkliğini geliştirmesine izin verecektir.
Bebek neticede annenin karnında büyüyor, dolayısıyla annenin istese de istemese de onu kendi parçası olarak algıladığı bir süreç var. Zaten eğer anne bebeği kendi parçası olarak algılamazsa bu bahsettiğimiz ilişkiyi kuramıyor veya çocuk otistik oluyor. Bebeğin önce bir illüzyonu var, anneyle ikisinin bir olduklarına inanmaya çalışıyor. Benliği, yok, o başka birisi, sen başka birisisin, diyor ama buna rağmen bebek annesiyle bir olduğu illüzyonunu muhafaza etmeye çalışıyor. Bu illüzyon aslında bebeği koruyor. Zaten anne de onu karnında büyüttüğü için kendi parçası olarak algılıyor ve bebek de anne onunla bir bütünleşme ilişkisi oluşturduğu için bu illüzyonu sürdürebiliyor. Eğer anne bebekle parça-bütün ilişkisi oluşturamazsa, o zaman bebek o illüzyonu sürdüremiyor ve hızlı bir şekilde, daha iki aylık bile olmadan annesiyle kendisinin ayrı varlıklar olduğunu algılıyor. Bebeğin iç dünyasında o kadar fazla haset var ki, bu, anneye karşı muazzam bir gerginlik ve öfke hissetmesine yol açıyor; bebek anneye bağlanıp onun etrafında bir karakter örgütleyemiyor, kendi bedeni üzerinden örgütlüyor ki buna da otizim deniyor. Otizimde çocuğun merkezinde vücudundan gelen doyumlar ağırlıklıdır. Onun için otistik çocukların kendilerine has vücut hareketleri vardır. Bu vücut hareketleri, otistik çocuk kendi vücudunu merkeze aldığından, dengesi bozulduğunda tekrar sağlamak için kullandığı yollardır.
SORU: Yemek yemek de böyle olabilir mi? Ne kadar yerlerse yesinler doymak yok gibi. O da alma duyusuyla ilgili olabilir mi?
Evet. Doyumlardan bir tanesi, tatta bir doyum, bazen koku olur. En fazla olan, sert bir şeye dayanmak veya elinde sert bir şey tutmak olur. Mesela elinde araba var diyelim, çocuk onu araba olarak görmüyor, sert bir şey olduğu için onu tutuyor. Vücudun bütün duyumları, çocuğun dengesini sağlamak için kullandığı şeylerdir. Ama normal insanlarda da tadı tuzu olan bir yemek yemekle saman yemek arasında herhalde bir fark var.
SORU: Ama onlar her şeyi ağızlarına atıyorlar.
O tamamen bütün enerjinin ağızda ya da deliklerde olmasından kaynaklanıyor. Bazı çocuklar kulağa, buruna bir şey sokarlar.
SORU: Biricikliğin içinde de illüzyon var mı?
Aslında biriciklik tam bir yalandır. Biriciklik sıfatı aslında normal olarak Allah’a atfedilmiştir. Bebek için annesi biriciktir. Onun yerini hiçbir şey tutamaz. Anneanne, babaanne baksa diye soruyordu arkadaşınız, annenin yerini hiç kimse tutmaz. Bu yine bebeklikte anneyle yaşanan bir şey ama sonra çocuk yavaş yavaş babasının varlığını fark etmeye başlar. Babasının enerjisinin de annesinin içinde olduğunu algılamaya başlar; annesinin hayatında baba olduğunu algılamak zaten çocuğun biricik olmadığını anlamasına yol açar. Bir annenin çocuğuna, ‘sen benim biriciğimsin’ mesajını vermesi için ‘babanı sayma’ diyor olması lazım. Zaten babayı biraz yok etmiş oluyor. Çocuk bu zokayı yutarsa babasız kalır, babası abi, arkadaş olur ama baba olmaz. Ayrı varlık olma, seperasyon dediğimiz süreç çocuğun gündemine bir buçuk-iki yaş civarında geliyor. Çocuk, annesini ve kendisini bu dönemde ayrı varlıklar olarak tanımlıyor, birbirlerinin uzantısı olmaktan çıkartıyor. Eğer anne çocuğu kendinde tutmaya çalışıyorsa, çocuğun bireyselleşme süreci zarar görüyor. Bireyselleşmekten kastettiğim, çocuk kendine göre bir karakterdir; odasına şunu koymak veya şu renk ayakkabı giymek, ayakkabısını kendisi bağlamak, yemeğini kendisi yemek istemek gibi otonomlaştırıcı, onu annesine muhtaçlıktan uzaklaştıracak yetenekler geliştirmeye başlar ama çoğu anne bunu engelleme eğilimindedir. Çoğu anne, sen iyi yapamıyorsun ben yaparım veya ben yediririm, düğmelerini ilikleyeyim, der. Çoğu anne, çocuğa onun hayatını kolaylaştıracak bir donanım eklemek yerine onun her ihtiyacını onu kendine bağlamak için kullanır. Bireyselleşme, çocuğun kendini bulması demektir. Bireyselleşmiş bir insan hayata kalıplarla bakmaz, herhangi bir konuda kendi fikri vardır; doğru yanlış meselesine başkalarının yaptıklarına göre bakmaz, herkes başörtüsü takıyor ben de takayım demez, cuma namazı kılınıyor, herkes gidiyor ben de gideyim demez; cuma namazına inanıyorsa gider ama bir hayır görmüyorsa gitmez, orada saçma sapan vaaz dinlemez. Bireyselleşme, bir insanın dünyayı kendi gözleriyle görmeyi becerebilmesi demektir; annesinin, babasının gözüyle, kendinden beklendiği biçimde görmesi değil. Kendini bir algı ve işleme merkezi olarak kullanıp, kendine göre doğrular, yanlışlar oluşturup ona göre yaşamaya çalışması demektir. Tabii bunu yaparken bilimden, felsefeden vs,’den etkilenmeyecek diye bir şey yok, araştırır zaten. Tekerleği yeniden icat etmeye lüzum görmeyebilir ama merak edip araştırır. Dolayısıyla annelerin, çocukları kendi iktidar alanlarında tutmaya çalışırken onları yetersiz bırakarak bozduklarını hep görüyoruz. Mesela bence biriciklik zokasını yuttuysan o seni hayatın boyunca hep zehirleyen bir şey olur. Gerçek bir sevgiyi arayıp bulmak yerine hep o biricikliğin peşinde koşarsın. Çok tehlikeli bir şeydir. Gerçekten de vazgeçilmesi zor bir şeydir. Anneyle bebek arasındaki cennet hep kendini hatırlatır ve hep onu aramamıza yol açar demiştik, bu da öyle bir şeydir. Kimde varsa, Allah kurtarsın diyelim. Biriciklik Allah’a atfedilmiştir ki o da bebek annesidir.
SORU: Bana biriciklik ve kendini feda etme potansiyeli paralel gidiyormuş gibi geliyor. Mesela kendimde gözlemliyorum; aslında yapamayacağım bir işi birisi bana çok iyi yaptın desin diye yapmaya kalkışıp insanüstü bir gayrette bulunduğum zamanlarda o insanın biriciği olmak, en iyi yapan olmak istediğimi fark ediyorum.
Onu şöyle nitelendiriyoruz; bir insan biricik olma derdine düştüyse sürekli olarak kendi içindeki bebeksi tarafı ihmal etmek zorunda kalır. Onun bunun biriciği olayım derken kendine eziyet eder. Ama aklı başında olan biri bunu kendine yapmaz. Senin söylediğin şey buraya çıkıyor; biricik olacağım derken insan kendini çok fazla gömmek zorunda kalıyor. O fedakârlık değil de narsistik ihtiyacın büyüklüğünden kaynaklanıyor. Biraz mazoşizm, çünkü eziyet çekmeyi göze alıp önemli olmak demektir; önemli olayım da önemli değil, eziyet çekeyim demektir. Biricik olmaya çalışan kişinin ödediği bedel, kendine ihanettir.
Fain (1971), baba ile anne arasındaki cinselliğin, çocuğa uygun bir alan bırakarak onun hayal kurma kapasitesini geliştirmesini kolaylaştırdığını, bu yalnız bırakılmanın ona iyi geleceğini söyler. Annenin de, kendisinin ‘yarattığı’, yatırım yaptığı bir parçası olarak bebeğiyle ilişki kurabilmesi için hayal gücünü geçiş süreçleri düzeyinde kullanabilmesi gerekir (Winnicott 1951). Bu sayede kişinin bedenine/zihnine ayırabileceği tüm narsistik yatırımla aynı zamanda, çocuğu kendi içsel, bilinmeyen bireyselliğinde ayrı bir varlık olarak keşfedecek, onu ‘bulunmuş’ hale getirecek bir geçiş oluşur. Geçişliliğin bu yönüne erişimi olmayan (hayal kuramayan) bir anne, çok etkili yansıtmacı özdeşleşimin hâkimiyetinde çocuğuyla sembiyotik bir kaynaşma içinde sıkışıp kalabilir. Bu durum annenin çocuğu, kendisine ait olmayan, beğendiği veya korktuğu özellikleri ile birlikte kendisinin bir parçası olarak görmesine yol açar. Gerçek bireysel çocuk tanınmaz ve dolayısıyla ihmal edilir. Burada kendi katlanılmaz, taşıyamadığı, ruhsal (psişik) içerikleri için bir kaba ihtiyaç duyan anne bunları çocuğa yansıtarak onu bir depo olarak kullanabilir ve çocuğu kendi öfke, kırılganlık, yeterlilik ve başarı duygularını ve narsistik ihtiyaçlarını tatmin edecek bir deneyime dönüştürebilir.
Bu çok yaygın gördüğümüz bir şey. Anne çocuğa bir sürü yansıtma yapıyor; bazen kendindeki beğenmediği tarafları yansıtıyor, bazen çocuğu ihtiyaçlarını karşılayacak bir nesne olarak algılıyor, onları yansıtıyor ve çocuktan ona uygun beklentileri oluyor. Ondan sonra çocuk o beklentilere uygun davranamayınca da sen kötüsün, yaramazsın, laf dinlemiyorsun vs. diye tanımlamaya başlıyor çocuğu. Bu her durumda böyle mi olur? Hayır. Eğer anne kendine tatmin edici bir hayat kurabilmişse, eşiyle de onu tatmin eden bir ilişki oluşturabildiyse, günlük hayatın rutini içinde içinin çektiği bir yemeği yaparak, odasına istediği perdeyi takarak vs. ihtiyaçlarını tanzim etme yolunu bulur. Gerektiğinde ona destek olacak bir anne arıyorsa zaten onu eşinde arar. Yoksa bunların hepsi sıkıntı. Anne çocuğu ne kadar anlıyor, ne kadarı kendi yansıtmaları, karmakarışık olur. Anne bu konuda tek başınaysa yansıtma tehlikesi de o kadar artar. Sonuçta yakından baktığınızda annenin çocuğu hiç anlamadığını, çocuk ne yapsa kızdığını, çocuktan devamlı şikâyetçi olduğunu, ondan büyük insan olmasını beklediğini görürsünüz. Çocuk çocuk gibi olduğunda kızar.
Aşırı ve kaotik yansıtmalar, hem anne hem de çocuktaki bireysellik duygusunu zayıflatır ve bunun sonucunda ikisi arasında patolojik bir sembiyoz ortaya çıkar. Bu durum annenin, kendisinde sevmediği, sürekli hatırlattığı tarafları için çocuktan kaçmaya veya sıkılmaya yol açarak çocuğa yansıttığı tarafları reddetmesiyle değişebilir. Buradaki asıl etki, kendi yansıttığından kaçma ihityacından oluşur. Yine çok görülen bir durumda, anne kendi ihtiyaçlılığını bebeğe yansıtır ve bu, bebeğin gördüğü bakıma derinden haset etmesine yol açar; bebeği rekabetçi bir şekilde ilgiyi devamlı kendisinin elinden alan ve kendisiyle ilgilenilmesine fırsat vermeyen kişi olarak görmesine yol açabilir. Kitabın son bölümü, Lemma’nın annenin bebeğine haseti ile ilgilidir.
Welldon (1980) ve Motz (2005), çocuklarını istismar eden (onlara kötü muamele eden) annelerin genellikle onların özerk, kendilerinden ayrı bir varlık olduklarına dair çok az farkındalığa sahip olduklarını göstermiştir; çocukta gördükleri şey kendi acıları ve öfkeleridir ve bu dayanılmaz bir hatırlatıcıdır, ne pahasına olursa olsun susturulması gerekir.
Bazen uç örnekler görüyoruz; anne çocukken tacize uğramış, tacizden koruma adı altında çocuğu kısıtlamış, zulmedip duruyor. Orada anne hesapta çocuk onun yaşadığı travmaları yaşamasın diye uğraşıyor ama aslında çocuğa yaşamadığı bir travmayı yaşatıyor. Koruyacağım derken devamlı olarak kendisi çocukta travma oluşturuyor. Bu annelik tehlikeli meslek, çok fazla zarar verme tehlikesi var çünkü karşıdaki varlık savunmasız, onun eline verilmiş.
SORU: Annenin hiç zarar vermeme ihtimali var mı?
Karıkoca birbirlerine âşıksalar zarar vermez. O zaman bütün dürtüler birbirlerine yönelmiştir, çocukta dürtü fazlalığı olmaz. Artı, bu yansıtmalara gerek kalmaz, yani bir yakın ilişkide insanlar zaman zaman hastalanırlar, çocuk olurlar, bir şey olur, uykuda tekrar bebekliğe dönerler; yanlarında onları seven bir insanın olması bütün bu konuştuğumuz projeksiyonlara gerek kalmamasını sağlar.
SORU: Peki özellikle kız çocuklarına annelerin ergenlikte oraya gitme, neredesin, haber ver diye aşırı olan halleri var. Bu durumda annenin aslında kızını dışarıya iten bir tarafı var da onu denetlemeye çalışıyor diyebilir miyiz?
Şu tamam, acaba anne çocuğa çok fazla karışarak onun bireyselleşmesini mi engelliyor? Evet. Anne çok müdahale ediyorsa, çok karışıyorsa, beğenmiyorsa çocuğun bireyselleşmemesine yol açıyordur, yani çocuğun ayrışmasını engelliyordur. Bu tamam. Ama senin dediğin şey, anne bu kadar üstünde durduğuna göre kızına öfkesi mi var, diyorsan vardır, hele genç kızsa. Eğer annenin içinde kız çocuk ağırlık taşıyorsa kendi kızını kıskanır, rekabete girer, onun kendisinden daha güzel olmasını istemez. Kadın ruhu böyle bir ruh; başında onu doğruda tutan bir insana ihtiyaç duyar, dediğimde bunları kastediyorum. Kendi haline bırakılırsa nefsine yenik düşer. Bir miktar öfkesinden yaptığı kesin ama sen şöyle bir soru da soruyorsun; acaba anne bilinçaltında kız gidip birileriyle yatsın kalksın mı istiyor? Olabilir. Eğer kızı babasıyla yakın bir ilişki içindeyse, bulsun birini de başımızdan gitsin diyebilir.
Anne, çocuğu bir birey olarak kabul etmeyi reddeder, aslında bebeğin bakımını başkasına yükleyerek bebeği aktif olarak da reddetmek ister. Aynı zamanda bebekle birbirinin içinde erimiş bir ilişki biçimi kurulur. Bebeğe duyduğu öfke ve suçluluk duygusuyla anne, bebeğin ağlamaları, huzursuzluğu üstünden kendisi üzerinde tam bir omnipotan kontrol kurabilmesine yol açar. Dahası, çoğu zaman babayla sürdürülebilir bir ilişkinin yokluğunda, anne bir yandan da bebeğe tutunur ve böyle bir durumda mümkün olan tek temas olarak anne ile bebek kaynaşır (fusion.)
Bu durumlarda kız çocuğu, sembiyotik yaşamlı anneliğin sınırları dahilinde sağlıklı bir anneliği yapamayacak durumdadır. Anne olduğunda çocuklarının özerk bireysel varoluşuna izin veremeyecektir ve bilinçaltında sahip olduğu, annesinden miras kalan paradigmatik annelik imajını kendi çocuklarıyla yeniden üretmeye çalışacaktır. Bilinçaltı olarak bütün enerjisini bu amaca, kendisinin annesine bağımlı olduğu gibi çocuğunu da kendisine bağımlı hale getirmeye adayacaktır.
Daha az trajik koşullarda annelerin karşılaştığı ayrılık zorlukları, ‘Anneler, Kalmak İçin Orada Olmak Zorundadır’ başlıklı makalede Furman (1982) tarafından çok iyi bir şekilde anlatılmıştır ve bu makale bu kitapta yayınlandı (‘Annelik Üzerine, Bölüm 5′). Furman, çoğu zaman annenin de ayrılık konusunda bilinçaltı zorluklar yaşayabileceğini öne sürüyor. Bu durumda anne, çocuğuna karşı aşırı korumacı davranabilir ve çocuğun, kendisinden uzakta kendi deneyimlerini yaşamasını etkili bir şekilde kısıtlayabilir. Bazı durumlarda anne, çocuğunun özerkliğini teşvik ediyor gibi görünebilir, ancak gerçekte onu dayanamayacağı durumlara sokarak uzaklaşmak istediği için çocuğu cezalandırmış gibi olur. Pappenheim ve Sweeney (1952), işe geri dönmek isteyen, oğlunu kreşle tanıştırmak konusunda çaresiz kalan bir anneye ilişkin ikna edici bir örnek veriyor. Bu anne kendisi işe geç kaldığı için suçlamalarıyla oğlunda sürekli endişe ve korku uyandırıyor, ayrıntılara dair talimatlar vererekçocuğun alanına giriyor ve onun faaliyetlerini devralarak oğlunun özerkliğini inkâr ediyordu. Sonuç olarak öyle bir çocuk yetiştiriyordu ki, bu çocuk kendisinden ayrılırsa paniğe kapılırdı.
Bir anne, çocuğunu aktif olarak reddedebilir, ancak bu tutum çocuğun bağımsızlaşmasına veya özerkliğine yol açmaz; tam tersine, anneyle katı ve inatçı bir özdeşleşmeyi teşvik edebilir. Bağımsızlığa izin vermek ile reddedici olmak arasında çok ince bir çizgi vardır; tıpkı iki kişi arasında duygusal yakınlık oluşturmakla, uygun sınırların olmaması ve sürekli birbirlerinin sınırlarını çiğnemeleri gibi.
Kademeli ve yaşa uygun bir ayrılma ve özerklik, çocukta ve annede kendi yaşamlarında diğerinin bulunmadığı ilgi alanlarını ve etkinlikleri bulma kapasiteleri sayesinde desteklenir. Çocuk karyolasında hayal kurar, vücuduyla oynar, çıkardığı sesleri dinler; anne cinsel hayatından, kendi hayatı ile ilgili düşünmekten keyif alır. Bazen yalnız kalma isteği, karşıdakinin buna izin vermemesi yüzünden sıkıntıya, hatta öfkeye dönüşebilir. Çocuk karşıt sevgi ve nefret duygularıyla nasıl başa çıkacağını annesinden öğrenecektir çünkü anne istese de istemese de, çok sevdiği çocuğundan nefret de ettiğini kabul etme kapasitesine güvenmek zorundadır. Çocuğuna karşı olumsuz duygularıyla baş edebilme kapasitesi, mükemmel bir anne olmadığının kabulünü içerir ve anneliği daha sağlıklı bir anneliğe dönüştürür.
Benden daha iyi anne nerede gördünüz diyen anneler aslında çocuklarına duydukları öfkeyi gömen, onun inkâr eden ama o öfkeyi çocuğa karışarak, müdahale ederek etkili bir şekilde hayata sokan varlıklardır.
SORU: Hocam aralarında aşk ilişkisi varsa dedik ya… (kayıt arası)
…Öfke damlalarıyla dolar ve göle döner bu sefer ortaya çok evhamlı, çok müdahaleci, çocuğu çok kısıtlayan bir anne çıkar. Annenin çocuğa olan öfkesi biriktiğinde çocuğun başına kötü şeyler gelecek diye tahayyül etmeye başladığı için, anne, nereye gittin, kaçta geldin, niye haber vermedin vs. diye çocuğun bireyselleşmesinin önünü kapatır. Ama şunu bilin; nefsini geride tutmak zorunda kalmak öfke birikmesinin ana nedenidir. Kadın, bebeği seveceğim diye kendini sildiğinde, bu fedakârlık öfkeli olmanın alanını da oluşturmuş olur. Eğer annenin hayatında pozitif enerji alabildiği bir karıkoca ilişkisi varsa, -ki bu da aslında doğru düzgün bir cinsel hayatları olduğu anlamına gelir- o zaman anne çocuğuna verdiğinde çok zorlanmaz ama yoksa çok zorlanır. Çok zorlanması demek çok öfkelenmesi ve çok evhamlı, kısıtlayıcı bir anneye dönmesi demek. Dolayısıyla anne, mükemmel anneyi oynadıkça öfkesi daha da artar.
SORU: Bu durumda bunun önüne nasıl geçilir, yani bir şey alamadığı durumlarda?
Bu konuyla ilgili makalede diyor ki, annenin yürümeye başlayan iki-iki buçuk yaşındaki çocuğun kendinden uzaklaşmasına izin vermesi, bu öfkesi yüzünden suçluluk duymamasıyla mümkün olur. Dolayısıyla eğer anne kendi içindeki öfkeyi kabullenebildiyse, çocuğa öfkelendiğini anlayıp çocuğun biraz uzaklaşmasına izin verir, diyor. Çocuğu kendinde tutup hırpalamaktansa, ona gitmek istediği kadar uzaklaşma iznini verir, bu da çocuğun bireyselleşme sürecini güçlendirir, diyor. Bana makul ve doğru geliyor. Evet ben çocuğa fazla veriyorum, bu da beni öfkelendiriyor, diyebilmek daha sağlıklı. İdeali oynamayın, mükemmel olmaya çalışmayın. Olduğunuz hali anlayın ve ona göre kendinizi tanımlayın lafı doğrulanmış oluyor.
Ambivalans kavramı Parker (1995) tarafından Torn in Two adlı kitapta derinlemesine tartışılmış ve bu ciltte, ‘Utanç ve Annelik Ambivalansı‘ (Bölüm 3) üzerine bir makaleyle ele alınmıştır. (Ambivalans, annenin çocuğunu severken bir yandan da ondan nefret etmesi demektir ve bu durum bütün anneler için geçerlidir, anneliğin tabiatında vardır. ç.n.)
Aslında her fazla fedakârlık gerektiren durum için geçerlidir. Dolayısıyla biz kimseden fedakârlık yapmasını beklemeyiz. Hayatın matematiğine uygun olması yeter. Aldığıyla verdiği denk olsun yeter. Fedakârlık iyi bir şey değildir, sonuçta insanın öfkesinin artmasına neden olur.
Ambivalans, ‘seperasyon’ süreciyle çok ilişkilidir. Bir annenin çocuğuna yönelik ambivalansı erken çocukluktaki anneye yakınlıktan sonraki yıllarda, çocuğun daha fazla özerkleşmesini, annesi dışında kendisine daha fazla alan yaratmasını ve yatırımını anneden oyuna, arkadaşlara kaydırmasını teşvik eder. Böylece çocuk, kademeli bir gelişim içinde, ruhsal yatırımını dış dünyaya kaydırabilir; hem çocuk hem de anne, birbirlerinden daha bağımsız olurlar. Ancak bazı durumlarda, örneğin aşırı suçluluk veya utanç nedeniyle ambivalans yönetilemez hale gelir ve sonuçları zordan felakete kadar değişir. Parker, ambivalansın anneliğin eksik olmasından kaynaklanmadığını, her annede olduğunu ve annenin ideal anne olma isteğinin fazlalığının kendisini kötü anne zannetmesine yol açtığını, bu yüzden suçluluk duygusu ve kendini suçlama kaynağı olabileceğini, ağır durumlarda utanç oluşturacağını anlatır.
Ama bizim gördüğümüz şu; neticede insanların annelik kapasiteleri aldıkları annelik kadar oluyor. Dolayısıyla burada meseleyi sadece ideal anne olmayı bırakıp daha makul bir anneliğe razı olmaya bağlamak bana doğru gelmiyor. Gerçekten de, aldığınız annelik eksikse siz de çocuğunuza ona uygun olarak annelik yaparsınız. Daha fazla öfkelenince daha fazla suçluluk duygusu ve daha fazla kısıtlayıcılık birbirini tetikleyip besler. İdeal anne olmaya çalışmak problemi büyütüyor ama ben ideal anne olmayayım, çocuktan sıkıldım, kendi haline bırakayım, ben kocamla gideyim, iki gün de teyzesi baksın, yaklaşımından bir hayır gelmez. Çocuğun ayrılmaya hazır olmadığı dönemlerde bırakılması bir travma etkisi oluşturur. Dolayısıyla o kadar kolay değil. İnsanın kendi aldığı annelik de bu tahammül sınırının nerede oluştuğunu, nereden sonra aşıldığını belirleyen önemli bir etken.
SORU: Narsist yapıda bir annenin mükemmeli oynadığı ve kendini kusursuz varsaydığı için bir tarafım nefret ediyor demesi çok zormuş gibi geliyor bana.
Evet, narsist bir anne her şeyi kusursuz yaptığına dair bir tanımı olduğundan, ideal anne olmayı bırakamaz.
Halbuki ambivalans, annenin çocukla sorunlarına yaratıcı çözümler bulmasını, aralarındaki sınırların esnek bir biçimde oluşmasını, çocuğun anneden uzaklaşmasını ve özgürleşmesini kolaylaştıran bir duygu durumudur. Bir anne, çocuğuna yönelik ambivalansla boğuşurken ona, Klein’ın depresif konum olarak tanımladığı, diğer kişiyi ya ‘iyi’ ya da ‘kötü’ yapmadan onu hem sevmenin hem de kızmanın mümkün olduğu bir duruma nasıl gireceğini öğretir.
Bazı durumlarda, daha ağır problemleri olan anneler de çocuk susmuyor diye ondan nefret ederler Duvarlara vurasım geliyor, nereden doğurdum, der, çocuğu kötü yapar. Onu, hayatını zehir etmeye gelmiş gibi algılar. Bu daha büyük bir tehlike; böyle bir durumda çocuk ya akıl hastası ya border-line olur. Sorunlu ambivalans bu bölümde daha ayrıntılı olarak tartışılacaktır.)
Büyük anne
Eğer bir anne, ambivalansı tehlikeli ve utanç verici olarak algılıyorsa ve çocuğunun kendisinden uzaklaşmasını ve büyüyen özerkliğini dayanılmaz bir kayıp olarak görüyorsa, anneliğini geliştirebilmek için anneliği idealleştirmesi bilinçaltı savunmalarının bir parçası olacaktır.
İdealize edilmiş ve her şeye kadir (omnipotan) bir nesne imajından vazgeçmek zordur. ‘Büyük Anne’ (Neumann 1955), insanlığın tarih öncesindeki ilk heykel yaratıları arasında doğurganlığın sembolü olarak karşımıza çıkan bir figürdür. Bir anne olarak kendini tümüyle çocuklarına ve özel olarak anneliğe adamış, ona ihtiyaç duyulmadığında kendini geri çeken, çocuğun ihtiyacı ne olursa olsun karşılamaya hazır bir figürdür ve bu figür yüceltilen bir kadın imajını ifade eder. Böyle bir anne hem kadınların hem erkeklerin inanmak istedikleri bir fantezidir. Anneliğin tehlikeli bir imajıdır, çünkü anneyi insan üstü olarak tanımlar.
Mükemmel anne imajının kökleri, bebeği tarafından her istediğini yapabilen, çok güçlü olarak algılanan anneye olan bağımlılıkla ilgili çok erken deneyimlere dayanır. Hamileliğinin başlamasıyla birlikte bir kadının iç dünyasında, bir zamanlar kendi annesi tarafından işgal edilen, yaşam ve geçim sağlaması beklenen ve yaşamın onsuz düşünülemeyeceği bir kişi pozisyonu oluşur (rahman ve rahim olan, yani Allah sıfatları ç.n.). Bu kişinin gerçekçi hayat verme kapasitesi ile iyi olan her şeyin her şeye gücü yeten sağlayıcısı olması arasındaki çizgi bazen bulanıklaşır ve insani başarısızlıklarının açığa çıkması, anneye, çocuklarına karşı suçlu ve dışardan bakıldığında da affedilemez bir hayal kırıklığı ve değersizlik olarak geri döner. Bu, çok zalimce bir reddiyedir. Fakat ‘kendinden her şeye gücü yeten’ birisi olmayı beklemek, ‘bunu yapabileceğimiz anlamına gelmez’ (Leisse de Lustgarten 2006: 194) ve annenin, bebeğinin kendisinde deneyimleyeceği bazen bilinçaltı düşlem ile gerçekte yapabileceği büyük ama gerçekçi iyilik arasındaki boşluğu yaratıcı ve sevecen bir şekilde doldurması gerekir.
İdealleştirme, baştan çıkarıcı bir fantezidir. Anne figürünün idealleştirilmesi bebekliğin çok erken dönemlerinde başlar. Bu imajın tartışılmasının, aşk ya da nefret gibi yoğun duygular her uyandığında yaşam boyu tekrar tekrar devam eden bir süreç olduğunu ileri sürüyorum. Bir kadın çocuk sahibi olduğunda o imaja dönüşür. Bu durumu kendi içinde nasıl tartışabildiğine bağlı olarak ya bunu büyük bir narsistik doyum olarak sürdürmek isteyecek ve kendi ambivalansını kabul edemeyecek ya da ambivalansını kabul edecek ve bunu çocuğu ile esnek sınırlar oluşurmak ve onun kendisinden ayrılmasını kabul edebilmek için kullanarak, hayatını çocuğu üzerine kurmayacaktır. Aksi takdirde, idealize edilmiş bir anne imajının çocuklukta içselleştirilmesi, bir kadını ileriki yıllarda zalim bir annelik figürünün esiri haline getirebilir; bu koşullarda kadın, çocuğuna yönelik tepkilerini onun ihtiyaçları ne olursa olsun, yapılacak ‘doğru’ veya ‘en iyi’ şey olarak gördüğü şeylerle sınırlar, çocuğunu görmeyi ve anlamayı reddeder. (O ideal bir anne olduğu için çocuğu için neyin iyi ve doğru olduğunu daha iyi biliyordur ç.n.)
Eğer bir kadın bir ideale uyması gerektiğini hissediyorsa, başarılı olma umudu çok azdır. Birksted-Breen (1974), idealize edilmiş anne imajına sahip kadınların ilk çocuklarıyla sorun yaşama olasılığının daha yüksek olduğunu, annelerini eleştiren ve onlar hakkında daha gerçekçi konuşan kadınların bebekleriyle daha kolay ve iyi bir ilişki oluşturduklarını bildirdi. Ulaşılamaz bir ideal annenin içselleştirilmesi, yeni anneyi kendi yetersizlik duygusuyla baş başa bırakır ve bebeğiyle temasının gücünü ve özgüvenini yok eder. Bu yüksek idealizasyon, doğum sonrası depresif tepkilerde merkezi bir unsur olabilir (Mills 1997). Baradon 12. Bölüm’de, ‘bencil olmayan anne sevgisi” fikrinin bir annede nasıl suçluluk ve utanca dönüştüğünü anlatır. Bu anne, kendisinden mükemmellik bekleyen bir annedir ve çocuğuna karşı duygu ve davranışlarının aslında oldukça karışık olduğunu fark ettiğinde hayal kırıklığına uğrayacak ve kendini değersiz hissedecektir. O nedenle, Parker’ın tanımladığı ambivalansta, eğer anne kendi nefretini anladığında içinde büyük bir utanma uyanıyorsa, bu ambivalansı ‘yönetilemez’ bir durum olarak görür.
Utanma duygusu benliğimizin görünmesini istemediğimiz bir tarafı görünür olduğunda oluşan bir duygudur. İdealize anneyi oynamaya çalışan annelerde, bunu yapamadıkları anlaşıldığında bu utanma duygusu ortaya çıkıyor.
SORU: Bu da benliği kapatmaya mı neden oluyor?
Olur ya da olmaz. Eğer bu utanç, bu utancı yaşayacağıma öleyim, yok olayım, düzeyinde bir öfkenin annenin kendine dönmesine neden oluyorsa o zaman olur. Utanma, biraz da daha önceki iddialarını gerçekleştirmenin mümkün olmadığını anlamaya doğru gidiyorsa o zaman kadın benliğiyle ilişkisini kesmez, hatta bu durum, benliğini kullanarak kendisinin insan olduğunu kabullenmesini de kolaylaştırabilir.
Annelik işlevi
İdealleştirme, mükemmel bir nesneye sembiyotik bir bağlanmayı destekler, bu nesne dışarıdadır; çoğu zaman gerçek annede yer alan, başarısız olmaktan, uygun olamamaktan duyulan korku ile içselleştirilmiş bir imgenin varlığı ile bağlantılıdır. Özdeşleşmeyi nesne yatırımının bir dönüşümü olarak gören Freud’un (1924) tanımladığı gibi, özdeşleşmeyi engeller veya saklar: ‘Nesne yatırımlarından vazgeçilir ve yerine özdeşleşmeler getirilir’ (s. 176) dediği durum oluşur.
Nesne yatırımı derken, dürtülerin devrede olduğu bir yatırımdan bahsediyor. Mesela bir kız çocuğunun dürtüleri babasına yöneliyorsa, çocuk, annesiyle özdeşleşir; özdeşleşme alanı annesine kalır. Ya da tersi olursa, yani dürtüleri doğduğu andan itibaren annesindedir, bunu geri çekemiyorsa, o zaman babasıyla özdeşleşmek zorunda kalır. Hem nesne yatırımı hem de özdeşleşme olmaz. Oluyorsa da dürtüsel içeriği çok azdır. Nesne yatırımı ve özdeşleşim yatırımı diye bir ayırım var. Dürtü neden anneden babaya dönmüyor da çocuk babayla özdeşlemek zorunda kalıyor? Anne çocuk için tehlike oluşturuyor, çocuğun sınırlarını çizmesine izin vermiyor ve çocuk, annesi onu gerçek anlamda seviyormuş gibi algılamıyor, hep kendini eksik, bir şeyleri ters giden, sakar birisi olarak algılıyor. Bunu hem anneyi iyi tutabilmek için yapıyor olabilir hem de anne çocuğu öyle gördüğü için, çocuk da kendini öyle görüyor olabilir. Kadın eşcinsellerde olan daha çok bu.
SORU: Bir tanesi, çocuğun tuvalete gidiyor olmasını iğrenç bir şey diye tanımlamıştı.
Bir insanın annesinin ona yatırımı az diyelim; erkek çocuksa, o zaman çocuk anneye dürtüleriyle tutunur, dürtülerini annesinden çekemez, çünkü çekerse ortada bir şey kalmaz. Çocuk mecburen anneyle olan ilişkisini aşk ilişkisini yapar ve bu sefer eşcinsel olmak zorunda kalır. Annenin oluşturduğu içinde kaybolma korkularının çözümünü eşcinsel olarak bulur. Erkek eşcinsellikte böyle oluyor.
Böylece, nesne ile özdeşleşilmez, ona dürtülerle bağlanılır (aşkta olduğu gibi). Bu özdeşleşme kavramı nesnenin (tümgüçle kontrol edilen) kaybına dayanma kapasitesini ve nesnenin (az çok belirli ama sınırlı) yönlerinin içselleştirilmesini ima eder. Özdeşleşmenin mümkün olabilmesi için, sembolize edilenle sembolün birbirinden ayrılabilmesi ve nesnenin kendisi ile işlevini karıştırmamaya hizmet eden bir soyutlama kabiliyetinin oluşması gerekir (sembolik eşitlemenin geride kalması gerekir).
Sembolik eşitlemede kastettiği şu; mesela bir objeyi gösterdik, bu ‘bardak’ dedik; bunu kaldırdığımızda yine aklınıza ‘bardak ‘gelir. Biz bu sembolle, yani ‘bardak lafıyla ‘bardak” nesnesini birbirinden ayrı olarak algılayabiliyorsak herkes anlar. Eğer bunu beceremiyorsak, soyutlama kabiliyetimiz çok bebeksi, çocuksu düzeyde kaldıysa, ‘bardak” deyince ‘O da ne?’ deriz. Onu gözümüzün önüne getirebiliyor olmamız için bu sözcüğün bu nesneyi ifade ettiği içimizde oturmuş olmalıdır. Özdeşleşim olabilmesi için, mesela kızın anneyle özdeşleşebilmesi için, özdeşleştiğinde annesi olmayacağını, ona dönüşmeyeceğini, ona benzeyeceğini ama yine de kendisi olarak kalacağını anlaması lazım diyor. Yok oraya gelmediyse, anneyi sadece içine alır, introjekte eder; o da bir çeşit özdeşleşim gibi görünüyor ama özdeşleşim bir insanın bütününü kapsıyorken, introjeksiyon annenin bir özelliğini kapsar. Mesela anne öfkelenince bir hareket yapıyorsa, kafasını sallamak vs. gibi, ister kız ister erkek olsun, çocuk annesinin bu özelliğini alabilir. Veya konuşurken kullandığımız harfler, dili annemizden öğrendiğimiz için annemizin telaffuzuna benzer. Onun mimiklerini, telaffuzunu benimsememiz introjeksiyon yüzünden olur, özdeşleşimle ilgili değil. Özdeşleşimde çocuk, annenin özelliklerini, yemek yaptığını vs. görüyor, anne bana mutfak oyuncağı al diyor, kendisi de yemek yapmaya çalışıyor veya bebek bakıyor, annesinin yaptıklarını yapıyor.
Mesela çok sık rastlarız; bir insan bir şey yapmıştır ve ona kızarsınız. Bunu o kişi iki şekilde algılayabilir; kendisine kızılmış gibi ya da yaptığı yanlışa kızılmış gibi. Genelde kendisine kızılmış gibi algılama eğilimi vardır ama aslında yapılan şeye kızılmıştır. Kişinin kendisiyle işlevini birbirinden ayırmak lazım. Yanlış yapıldığında, yapılan şeye kızılmış olunuyor. Annenin çocuk üzerinde kurduğu baskı büyükse ya da anne hakikaten çocuğa kızıyorsa, yani yaptığına değil de çocuğun kendisine kızıyorsa, bunu nereden doğurdum, der gibi kızıyorsa, çocuk yanlışına kızılınca bunu, bana kızıyor, şeklinde tanımlar.
SORU: İntrojeksiyonda, anneyi veya başka insanları mentalize edememek söz konusu olur mu?
Hayır. İntrojeksiyon özdeşleşim malzemesinin çok bebeksi biçimidir. Özdeşleşim için soyutlama kabiliyetinin uygun hale gelmesi 3-5 yaştan sonradır, 3-5 yaş öncesindekiler introjeksiyondur.
SORU: Annenin yaptığı şeyleri parça parça alıyorsun diye anladım. Onları bütün olarak algılamıyorsun ve o yüzden de mentalize edemiyorsun gibi anladım.
Parça parça alıyorsun, sonradan belli bir yaşa gelip anneyi bütünlüklü algılamaya başladığında o parçalar bir araya gelip içindeki anneyi oluşturuyor. Çocuk da ona benzemeyi seçerse, annem gibi olayım, diyorsa o birleştirdiği parçalar bir özdeşleşim nesnesi yaratmış oluyor.
Özdeşleşme sürecinde kişinin kendilik duygusu zenginleşir, biçimi değişir, bazı durumlarda kendilik tehdit altına girer (işgal edilmiş gibi olur), ancak benlik sınırları korunur. Öte yandan füzyonu düşünürsek, sübjektif sınırların silindiği bir durumu anlatmış oluruz. Bu durumda nesneyle somut veya somuta yakın bir duyusal (sensational) temas aranır, (bir bebek gibi) (6) bu da bir tür ‘olumsuz halüsinasyon’u (negative hallüsination) teşvik eder; bu durum aslında fark edilmez, ama etkileri dikkat çekicidir, (füzyon) kişinin bireysel sınırlarının varlığını ortadan kaldırır.
Negatif halüsinasyon, bir nesnenin, diyelim ki annenin içinde bir yeri var ve onu uzun bir zamandır görmüyorsun; annen içinden silinmiyor ama annenle ilgili tahayyül ettiğin şeyler bir negatif halüsinasyon oluyor. Yani bir varlığı özlediğimizde onu tekrar içimizde buluyor olmamız negatif halüsinasyondur. Nedeni o varlığa, onun bize verdiklerine duyduğumuz ihtiyaçtır.
SORU: Özlediğimde içimdekine öfkelendiğim için mi oluyor?
Hayır, öfkelenmedin. Özledin, baktın yok, sonra aklına geldi ki annen memlekette, ne yapıyor acaba şimdi dedin, bu negatif halüsinasyon.
Annelik duygusunun ortaya çıkmasında, ‘annenin bebeği ile sembiyotik kaynaşması mı yoksa kendi bebeklik annesinin imajıyla özdeşleşmesi mi etkili oluyor?’ sorusu özellikle önemlidir. Annelik işlevi ile annelik kavramı arasında bir ayrım yapmayı faydalı buldum. (Mariotti 1997). Annelik işlevi simgesel düzeyi ifade eder ve anneliğin temel bileşenidir. Çocuksuz kadınlar yaratıcı bir annelik işlevine sahip olabilirler ve kendilerini sembolik yaratıcı bir çiftin içine yerleştirebilirler, kendilerini sahip çıktıkları çocuğu doğurmuş gibi hissedebilirler; öte yandan da birçok kadın kendi doğurdukları çocuk karşısında içlerinden gelenle annelik yapmakta çok zorlanırlar, yaratıcılıklarını kullanamazlar, annelik yaparken önemli zorluklar yaşayabilirler.
Yani bir noktada senin doğurup doğurmamış olman bebeklik dönemi için çok önemli. Bebeklik döneminde annenin kendi doğurduğu çocuğa bakması çok önemli ama sonraki yıllarda bu kadar hayati olmaktan çıkıyor. Annenin veya ona annelik yapan insanın annelik kapasitesi iyiyse çocuk bundan fayda görüyor, değilse zarar veriyor ama gayet doğal olarak bir insanın onu doğuran tarafından bakılıp büyütülmesinin en pozitif durum olduğu söylenebilir. Çocuğunuza süt verin, diyorlar ama çocuğunuza kendiniz bakın, demiyorlar. Anneler sütlerini kavanozlara koyup, buzdolabına yerleştirip bakıcıya, biberona bunu koy, dediğinde sanki her şey halloluyormuş gibi algılıyorlar.
Her şeye gücü yetme yanılsamasından vazgeçme kapasitesi çok önemli bir faktördür. Paradoksal olarak, ‘bakire doğum’ (Deutsch 1933) veya ‘partenogenik doğum’ (Mitchell 2000) veya Kristeva’nın (1989) ‘bakire anne’ gibi terimlerle adlandırdığı gibi, fiili annelikte anne, bebeği sanki tek başına oluşturmuş gibi bir fanteziye kendini kaptırabilir; bu durumda diğerini/kocayı/babayı dışlayabilir (7).
Bekâr kadınların gidip de kendilerine sperm bankasından sperm alıp hamile kalmaları böyle bir şey. Sanki çocuğun annenin yanında babaya da ihtiyacı yokmuş gibi ya da anne baba arasındaki etkileşimin ortamın sıcaklığını, duygusal durumu oluşturacağını bilmiyorlarmış gibi davranıyorlar. Şu konuştuklarımızdan anlaşılacağı gibi, bir kadının tek başına çocuk bakması felakettir.
Bu, babanın dışlanma hali, döllenme ve hamileliğe yardımcı olan tıbbi tekniklerle desteklenebilir ve kadının dünyasında bunların, babanın yerini alması olarak görülebilir.
Bu çok söylenen bir şey; üreme tedavi merkezlerinde çalışan tıbbi personelin oraya devamlı gidip gelen kadınlar için biraz baba işlevi gördüğüdür. Bebeği yerleştiriyor ya, öyle bir bağ olduğu söyleniyor.
Faure-Pragier (1997), subfertil hastalarla yaptığı kapsamlı çalışmadan yararlanarak, birçok vakada anneyle olan bağın babanın varlığına izin vermediğini ileri sürmektedir: Annelik ilişkisi psişik olarak o kadar sürükleyiciydi ve bebeğe yapışıktı ki, genç kadının yaratıcılığını fiziksel ve zihinsel olarak geliştirebileceği bir alanı kalmıyordu. Babanın değersizleştirilmesinin ardından, bir kadın eşini değersizleştirebilir ve bu onun kendi gücüne ilişkin abartılı duygusunu destekler -görünüşte ise işe yaramaz bir eşe sahip olmanın getirdiği hayal kırıklığı, ona yönlendirilen suçlamalar ve kadının çektiği acı tabloya hâkimdir. Kadın aslında iktidar sahibi olma arzusuyla yetersiz bir eş seçmiştir.
Ağır narsistlerde bunu görürsünüz. Kendilerine idareleri altına girecek, bağımlı olacak adam bulmaya çalışırlar; adı adam ama kendisi çocuk. Bunu her şeyi kontrolleri altında tutmak için yaparlar. Bırakılmak istemedikleri için muhtaç insanlara giderler ama bu sefer dürtüleri uyanmaz ve dürtüsüz hale gelirler. Hayat çok şakacıdır. Güzelce tokatlar.
Eğer kız çocuğu kendini böyle bir anne nesnesiyle özdeşleştirirse, babasının değersizleştirildiğini hissettiği gibi o da kocasını da değersizleştirecektir. Annelik işlevine sahip olma ve bunu sürdürme kapasitesi, kadının yaratıcılığının eşiyle beraber oluşturduğu bir alanda gerçekleştiğini ve birbirlerini tamamlamalarına bağlı olduğunu hem bilinç düzeyinde hem de daha önemlisi bilinçaltı düzeyde kabul etmesini gerektirir.
Annenin yaratıcı annelik işleviyle özdeşleşen çocuk annesiyle aynı olmadığını, ancak kendi yöntemiyle aynı işlevi yerine getirebileceğini örtülü olarak kabul eder. Bu, farklılıkların, içsel çalışma ihtiyacının, başarısızlık olasılığının farkında olmayı, diğerinin ihtiyacını kabul etmeyi ve yardıma şükran duymayı gerektirir. Annelik nesnesi ve annenin somut kişiliğiyle olan birliğin kaybının yasını tutma kapasitesini içerir. Erkek çocuklar ve erkekler de annelik kapasitesini içselleştirebilirler ve içselleştirirler; annelerini veya partnerlerini taklit ederek veya onlarla rekabet ederek değil, bireysel bir yaratıcı kapasite olarak.
Erkekler kendilerine bakmakta çok yetersizseler ve her şeyi eşlerinden bekliyorlarsa, bir süre sonra eşlerini anne yaparlar, kaçınılmaz olarak öyle olur. Dolayısıyla bir erkeğin kendine bakabilecek, gerektiğinde annelik yapabilecek kapasitede olması onun bir adam olarak ayakta kalmasını sağlayan unsurlardan bir tanesidir. Kızlara söylüyoruz, eğer kendinize bakmayı beceremiyorsanız, kendi sorumluluğunuzu alamıyorsanız, bulacağınız adam sorumluluk alamayan bir adam olur. Onun için her şeyi bir kenara bırakın ve bir an önce kendinize sahip çıkmayı öğrenin diyoruz.