AİLE NEDİR ?

Kadın ile erkeğin birbirini tamamladığı, beraberce, işbirliği içinde hayatın altından kalkmaya çalıştıkları, çocuklarını büyüterek onların da hayat oluşturabilecek insanlar olarak yetiştirmeye çalışan ,en zayıf ve ihtiyaçlı olanların öncelikli olduğu, en fazla fedakarlık yapanların da en güçlü ve sağlam olanların olduğu sisteme biz ‘AİLE SİSTEMİ’ diyoruz.

• Buradan aileyi, kendi ihtiyaçlarını kontrol edebilen, onları erteleyebilen, içlerinde sevgi ve sorumluluk duygusu taşıyabilen, büyümüş insanların oluşturabileceğini anlıyoruz.

• Çocuklar onları büyüten insanlar çocuksa, çocuk kalırlar, hiçbir zaman kendi kendilerine büyümezler.

• Bu günkü dünyada, ailenin işlevini yerine getiremediğini, belki de aile olma vasfını kaybettiğini görüyoruz.

BENLİK

Bir yaşantının anı olabilmesi için öncelikli koşul, kişinin bir benlik duygusu oluşturmuş olması, yani kendisini bir nesne olarak tanımlamayı öğrenmiş olmasıdır. Bir benlik bilinci olmadan tanımların yapılabileceği, durumların birbirinden ayrılabileceği kültürel bir çerçeve, dille ifade edilebilecek bir yaşantı oluşmaz.

Bebek, annesinin kendisiyle kurduğu ilişki sayesinde tamamen otistik bir var oluş durumundan dış dünyaya yönelir ve süreç içerisinde dünyanın bir parçası haline gelir. Bebeğin ayrışmamış ruhsal enerjisi, başlangıçta bütünüyle kendisindedir ve kendisi dışındaki dünyayla bir ilişkisi yoktur. Öte yandan, kendisinin de farkında değildir ve kendi gerçeğiyle de ilişkisi yoktur. Yeni doğanın kozası, annenin onunla kurduğu ilişki sonucunda ilk üç ay içinde kırılır ve annenin ilişki çabasına bebek de katılır.

Bebek, bu ilişki içerisinde bir kendilik duygusu oluşturur ve kendi gerçekliğiyle ilişki kurar; yani kendisiyle ilişki kurmayı annesinin onunla kurduğu ilişkiden öğrenir. Dış gerçeklikle kurulan ilişki zihnin oluşmasını sağlarken, iç gerçeklikle kurulan ilişki de kendilik duygusunun oluşmasını sağlar.

FETİŞİZM

● Bu sapkınlıkta ayaklar cinsel organ yerine geçer ve dürtüler eşin ayaklarına yönelir.

● Bebeğin ayaklarında fazla dürtü vardır ve bebek büyüdükçe dürtüler vücuda yönelir, ama eksik annelikte bazen ayaklarda fazla dürtü kalır, cinsel organlardan daha çok dürtü taşır.

HASET  VE KISKANÇLIK

Hasedi haset enerjisi ve haset duygusu olarak ele almak gerekir. Haset enerjisi doğuştan getirdiğimiz orijinal ruhsal enerjinin kendisidir. Haset duygusu yok etmek, içine almak isteyen bir duygudur. Haset duygusu ise dünyanın bizden ibaret olmadığını, dünyada bizden başka insanların da olduğunu anladığımızda çıkar. Bu algılama annemiz ve bizim ayrı varlıklar olduğumuzu anlamamızla başlar. Doğal olarak da ilk haset ettiğimiz ve haset  duygusunu yaşadığımız insan  annemiz olur ve bu duygu sayesinde de bebek, annesine benzemek için büyümeye başlar. Bu durum haset enerjisi ve duygusunun hayatımıza olumlu bir şekilde girmesi demektir. Haset bize haset ettiklerimize benzedikçe hasedimizin  azalacağını öğretir.

Haset duygusu hayatın içinde olumsuzlanan bir duygu olmak zorundadır çünkü haset edilen kişinin sevilmesini engeller. Haset edilen kişinin iyiliği istenemez hale gelir. Onun kötü duruma düşmesi hasedin yatışmasına sebep olacağından o kişinin kötülüğü istenmeye başlar. Böylece eğer kişi hasedin bu büyütmeyen, olumsuz tarafından yönetiliyorsa hem kendisi çok acı çeker hem de ilişkileri bozulmaya başlar, çevresini yok eder ve yalnızlaşır. Haset sahibi olan insan hasedinden kurtulmak için haset ettiklerini yenmeye, onlardan üstün olmaya çalışır. Hayat bu duyguyla yönetildiğinde kişinin bütün enerjisi başkalarını yenmeye gittiğinden, yaşanılan olaylardan öğrenmeye, dersler alıp büyümeye ve olgunlaşmaya da engel olur. Haset sevgi nesnesini yok eden ve haset sahibini çok zorlayan, hatta hastalandırabilen daha bebeksi ve daha öfkeli bir durumun duygusudur.

Bir kişinin hasedi çok fazlaysa ve kendisi de bunun farkındaysa, kendini doğru idare etmesi, gerektiğinde onda haset uyandıran ortamlar ve kişilerden uzak durması, yani hasedinin ilişkileri bozacak  ya da onlarda haset uyandırmaya çalışacak şekilde hayata sokmaktan kaçınıyor olması, kişinin hasedini yavaş yavaş arkada bırakmasına yardımcı olur.

Hasetten kurtulmanın, onu arkada  bırakabilmenin yolu, büyümek yani kişinin yeterliliğinin artmasıdır, böylece haset etmek zorunda kalacağı şeylerin miktarı azalmaya başlar. Örneğin; bebeklik döneminde bebeğin annesine hasedi çokken, ergenlik döneminde çocuk daha yeterli bir hale geldiğinden bu haset duygusu azalır.

Sevdiği insanın kendisine ait olmasını isteyen duygu, kıskançlıktır. Kıskançlık içeren sevgi “sen benimsin, bana aitsin” demektir.

Kıskançlık dediğimiz duygu, hasetten farklı olarak üç kişiliktir. Seven, sevilen ve sevilenin yöneldiği üçüncü bir kişi vardır. Hasette ise, sadece iki taraf vardır. Kıskanan kişi ‘ben ona ihtiyaç duyuyorum, bütün ruhsal yatırımım ona ama o başkasına da yatırım yapıyor‘ der. Haset eden kişi ise ‘onun özellikleri bende yok, onu yok edip, onun gibi olmak istiyorum‘ der.

İÇİMİZDEKİ BEBEK

Bebeksi katman en derin katmanımızdır. Bebek, annesinin onunla kurduğu ilişki ve gösterdiği duyarlılıkla “kendisini iyi hisseder”. Annenin yeterli annelik yapabildiği durumlarda, bebek, annesinin ona yaptığını kendi kendisine yapmayı öğrenir. Bu içselleştirilmiş annelikte, insanın kendisiyle sağlam bir ilişki kurabilmesi, kendi ihtiyaçlarını tanıması ve benimsemesi ve bunlara karşı duyarlı olması, rahatsız edici ve hastalandırıcı fiziksel durumlardan kendisini koruması, bulunduğu ortamları verimli ve huzurlu bir hale getirmeye çalışması gibi unsurlar vardır. Bütün bunlar, benliğimize (kendiliğimize) yaptığımız yüksek bir yatırımla hayatımız boyunca yerine getirdiğimiz işlevlerdir. 

NARSİSTİK YARALANMA

Kişinin narsistik ihtiyaçlarına karşılık bulamadığında çektiği acıya ‘narsistik yaralanma‘ diyoruz. Hayatı narsistik doyumlar üzerinden yaşamaya meyilli olan insanların hayatları bu acıdan ve yaralanmadan kaçınmak üzerine kurulur.

Yenme, kazanma içerikli konular, çocuğundan yaşlısına kadar, insanoğlunun en kolay yatırımlandırdığı alanlardır çünkü bu yatırımlar sevme kapasitesi gerektirmez, narsisistik bir enerjiyle yerine getirilebilir; en bebeksi ruhsal enerji bile bu alanlara yatırım için kullanılabilir. Kazanma-kaybetme alanına yatırım yapmak ise hem sahip olma arzumuza (açgözlülüğümüze) hem de kendimizi üstün hissetme (en başarılı olma) ihtiyacımıza hizmet eder.

Kazanarak, bize ait olan nesneleri artırmaya çalışırız, böylece sahip olma arzumuzu doyururuz. Bize ait olanı sevmek, erken çocukluk yıllarına ilişkin, kolay ve ilkel bir sevme biçimidir. Bize ait ne kadar çok nesne varsa, içinde bulunduğumuz dünyada yok olmaktan o kadar korunmuş oluruz. Bu sevme biçiminin insanlarda, zengin olurlarsa çok mutlu olacaklarına inanmaya yol açtığını da görürüz.

Yenme-yenilme alanı ise narsisistik bir amaç üzerinedir. Yenmek, üstün olmak anlamına gelir ve bunun için verilen çaba narsistik enerjinin kullanıldığı bir yatırımla oluşur. Narsisistik yatırım, en az gelişkin yatırım biçimidir. Bir bebeğin doğal enerjisi de narsisistik enerjidir. Yenilmek bazı insanlarda çok büyük bir kendini kötü hissetme duygusuna yol açar; yenilmeye katlanamazlar. Bu durumda, yenen kişiye karşı haset oluşur ve bu da büyük bir sıkıntı ve gerginliğe veya düşmanlık duygusuna yol açar. Böyle insanlar kendilerini yenme-yenilme durumlarına sokmamaya çalışırlar. Bu da çoğu zaman hayatın dışında kalmalarına, hayatı dışarıdan izlemelerine yol açar.

ORJİNAL RUHSAL ENERJİ

Doğum esnasındaki altüst oluş o zamana kadar anne karnında yaşadığı huzuru tamamen yok ettiğinde, bebeğin potansiyel enerjisi de zincirden boşalmışçasına harekete geçer. Böylece, doğum travması potansiyel enerjinin ruhsal alana çıkmasına neden olur. Yani bebeğin kendisini her şey zannettiği sıradaki huzurlu (öfkesiz) hali, hiçliği yaşadığında tamamen ortadan kalkar. Bu savrulma, ateş topu gibi yıkıcı bir enerjiyi açığa çıkarır. Doğum hadisesi sadece fiziksel doğumun değil, ruhsal doğumun da oluşturucusudur. Bu oluşum son derece allak bullak edici bir deneyimle başlamış olur.

Orijinal ruhsal enerji, öfke ve dürtünün birbirinin içinde tamamen erimiş bir karışımından oluşur. Karışımın içinde orijinal olarak öfke ve dürtü aynı oranlarda bulunur. Bu karışımın içeriği, bebek ruhen gelişiyorsa, bebekliğin ilerleyen dönemlerinde öfke içeriğinin azalması olarak değişecektir.

Kendine ait kılarak yok etmek orijinal ruhsal enerjinin amacıdır. Bebekte bu; yutarak, emerek, tutarak içine alma isteği olarak görülür. Orijinal ruhsal enerjinin dürtüsel bölümü, içine almak isteyecek kadar büyük bir ilginin oluşmasına yol açar. Öfke kısmından ise yok etme arzusu oluşur. Tabiatı gereği zaten dürtü bütünleşmeye, bir olmaya, birbirinin içinde erimeye, öfke ise yok etmeye, tek olmaya çalışır. Öfke ve dürtü karışımı halinde olan ayrışmamış enerji, yok edici özelliğinden dolayı ilişki oluşturmak için kullanılamaz. Bebeğin ruhsal alanında karışım halindeki enerji hâkim ise bebek bu enerjiyle ya beslenmektedir ya da bu enerjiyi kullanamıyorsa huzursuzdur. Anne, bebeği anne karnındakine benzer bir durum içinde tutabiliyorsa, yani bütün ihtiyaçlarını karşılayıp onunla bir bütünleşme ilişkisi kurabiliyorsa, yeni doğan bebeğin ruhsal alana çıkmış olan orijinal enerjisi yatışır ve bebek sakinleşir.

Bütünleşme, bebeğin yeniden anne karnındaki temel duygu durumuna dönmesine, “Bölünmez Bütünlük”ün parçası olarak hissetmesine yol açar. Bu enerjinin tam olarak dönüşemediği, yani öfke-dürtü karışımı halinde olduğu bebeklik yıllarında, kaçınılmaz olarak, annenin en ufak aksaması ve bebeği huzursuz eden her durum, orijinal enerjinin ruhsal alana çıkmasına ve bununla beraber korku, öfke, gerginlik, sıkıntı karışımı bir duygunun oluşmasına yol açar. Potansiyel haldeki orijinal ruhsal enerji bu vesilelerle kinetik hale gelir. Kendini kötü hissetme dediğim durumu yaratan, bu harekettir. Doğumda ilk defa ortaya çıkan bu ruhsal enerji bebekliğin ilk aylarında maksimum düzeydedir. Dolayısıyla bebeğin dengesi çok kolay bozulur; kadının müthiş bir duyarlılıkla annelik yapmasını gerektirir. Normal gelişmesini sağlayacak bir anneliğin yapılabilmesi halinde bebek daha dengededir, en azından durum travmatik bir noktaya varmaz.

Öfke-dürtü karışımı halindeki orijinal ruhsal enerjinin azalması, anneyle veya bebeğin bakımını üstlenen kişinin bebekle kurduğu ilişki sayesinde mümkün olur.

ÖDİPAL DÖNEM

● İnsanın bir sevgi ilişkisi yaşayabilecek, ebeveyn olabilecek, diğer insanlarla arkadaşlık ve dostluk ilişkileri oluşturabilecek yapıya gelebilmesi, ödipal dönemdeki anne, baba ve kendisi arasında yaşanan dinamiklerle mümkün olur.

● Bir insanın kalıcı bir sevgi ilişkisi oluşturabilmesi için bu dönemin sonuna gelebilmiş olması gerekir.

● Bu dönemde ( 3 yaş civarı) çocukların dürtüleri iki ebeveyne de gider. Erkek çocukların dürtülerinin % 60’ ı anneye ,%40’ı babaya,

● Kız çocukların dürtülerinin %60’ı babaya,%40’ı da anneye gider.

● Çocuk bir tornaya girmiş gibidir ve önemli olan bu tornadan nasıl çıkacağıdır.

● Kız çocuk, babasına yönelmiştir ve dürtüleri de artık cinsel bölgelerine geldiği ve dış dünyada kendine bir nesne aradığı için babasına bağlanmıştır. Babaya bu dürtüsel yönelim ödipal süreçte babaya aşka dönüşmüş ve çocuğun hayatı boyunca sevgi ve dürtünün bir arada olacağı bir ilişkiye sahip olma ihtiyacını oluşturmuştur.

● Çocuk erkek ise  dürtüleri ve sevgisi annesine yönelmiştir, annesine âşık olmuştur. Ancak babasının varlığı anneye olan aşkı tehlikeli hale getirdiği onun tarafından cinsel organı kesilerek cezalandırılma korkusu oluşturduğu  için dürtülerini çekmek ve annesinin yerine gelecekte ona benzeyen  bir kadınla evlenmeye razı olmuştur.

● Ödipal dönemin ortalarından itibaren çocuk, kendisini anne babasının çocuğu olarak tanımlar ve onların sevgisine, korumasına, ihtiyaçlarını karşılamalarına muhtaç olduğunu kabullenir.

● Bu kabulün anlamı çocuğun bütün bebekliği ve çocukluğu boyunca tutunduğu yükseklik fantezilerinin artık geride bırakılacağıdır.

● Fantezilerin içeriğine  romantizm girmeye başlar.

● Yüksek narsisistik hedeflerin yerini, kız çocuğunda annesine benzemek, onun gibi babasına benzeyen bir eş bulmak, çocuk doğurmak, güzel olmak, beğenilen, âşık olunan birisi olmak gibi fanteziler alır.

● Erkek çocuk ise, babasına benzemek, kahraman olmak, korkusuz olmak, annesine benzeyen bir eş bulmak, baba olmak, kadınların âşık olabileceği özellikler geliştirmek hedeflerine yönelen fanteziler kurmaya başlar.

● Çocuğun aile içerisinde yaşayarak öğrendikleri gelecekte kadın erkek ilişkisi oluşturabilecek ve ebeveyn sorumluluğunun altından kalmasını sağlayacak özelliklere sahip olmasını mümkün kılar.

● Ödipal dönemi sağlıklı yaşamış her insan hayatı boyunca ister kız ister erkek olsun sevgisini ve dürtüsünü bir arada tutarak cinsellik yaşayacak yapıya gelmiş olur.

● Sevmediği bir insanla cinsellik yaşamak imkânsız hale gelir.

● Ancak maalesef ki  yeni kuşak ise ödipalize olacak noktaya gelemeden yükseklik fantezilerine takılıp kalıyor ve hayatında sevdiği bir eşi olması, onunla bir hayat oluşturması, çocuklarla beraber bir aile olabilme amaçlarını edinecek  hale gelemiyor.

PATALOJİK REGRESYON

Patalojik regresyonu için kısaca kişinin bir travma sonucunda tekrar bebeksi düzleme geri kayması olarak tanımlayabiliriz.

Orijinal ruhsal enerjinin ruhsal alana çıkmasıyla oluşan duygu karışımı içindeki en önemli iki öğe, öfke ve yok olma korkusudur. Buradaki yok olma korkusu, şiddetli öfkeden kaynaklanır; her tarafa yönelebilen bu öfke öznenin kendisine döndüğünde “yok olma” ve “hiç olma” durumu yaratır. Bebeksi öfkenin ortaya çıkması, her zaman, içsel dengenin bozulmasından kaynaklanır. Herhangi bir büyük öfke, büyük korku yaratan bir sebep, uyarılan haset, kişinin ruhsal alanının dışında tutulmaya çalışılan orijinal enerjinin ruhsal alana dolmasına yol açar. Tıpkı doğumun bebeğin anne karnındaki dengesini altüst etmesi gibi, orijinal ruhsal enerjinin ruhsal alanı işgal ettiği her durum içsel dengeyi tamamen bozar. Doğum travmasına benzer bir altüst oluş, daha küçük boyutlarda tekrarlanır. O zaman kişiyi bebekleştirir; kişi, yaşı kaç olursa olsun bütün işlevselliğini, benlik bütünlüğünü kaybeder. 

Bu bebeksi öfkenin orijinal ruhsal enerjiden farklılaşmış, öfke şiddeti azalmış biçimleri ortaya çıktığında şiddetli bir gerginlik, korku ve sıkıntı oluşur. Kişinin işlevselliği, duygunun şiddetine paralel olarak zarar görür. İleri durumlarda algı sistemi bozulur, görüntüler deforme olur; nesneler uzaklaşıyormuş, dünya parçalanıyormuş gibi olur. Kişi yerinde duramaz hale gelebilir. İşlevsellik tamamen ortadan kalkar. Taşınması ağır duygular, kişide bu duyguların tekrar ortaya çıkması konusunda büyük bir korkuya neden olur fakat yaşanan durumun içeriği çoğu zaman hatırlanmaz. Daha ağır durumlarda tam bir dehşet duygusu ortaya çıkar ve uzun süren bir işlev bozukluğu oluşur. Bazen eski işlevsellik düzeyine bir daha erişilemeyebilir.

PRE-ÖDİPAL DÖNEM

Bebek, annesinin kendisiyle kurduğu ilişki sayesinde tamamen otistik bir var oluş durumundan dış dünyaya yönelir ve süreç içerisinde dünyanın bir parçası haline gelir. Bebeğin ayrışmamış ruhsal enerjisi, başlangıçta bütünüyle kendisindedir ve kendisi dışındaki dünyayla bir ilişkisi yoktur. Öte yandan, kendisinin de farkında değildir ve kendi gerçeğiyle de ilişkisi yoktur. Yeni doğanın kozası, annenin onunla kurduğu ilişki sonucunda ilk üç ay içinde kırılır ve annenin ilişki çabasına bebek de katılır.

Bebek, bu ilişki içerisinde bir kendilik duygusu oluşturur ve kendi gerçekliğiyle ilişki kurar; yani kendisiyle ilişki kurmayı annesinin onunla kurduğu ilişkiden öğrenir. Dış gerçeklikle kurulan ilişki zihnin oluşmasını sağlarken, iç gerçeklikle kurulan ilişki de kendilik duygusunun oluşmasını sağlar.

1 yaş civarına kadar bebeğin/çocuğun temel ilişkisi annesiyledir. Bundan sonra, altı ay kadar süren bir dönemde çocuk anneyi bırakır ve dış dünyaya yönelir. Bu kez temel ilişkisi dış dünyayladır. Dış dünyanın tehlikelerini idrak ettiğinde, 1,5 yaş civarında tekrar anneye yönelir ve temel ilişkisi tekrar eksen değiştirir. 3 yaş öncesi çocuğun annesiyle ilişkisinin karakteristiklerine baktığımızda, uzun süre annesini çok fazla yücelttiğini, hatta bir ara ilahlaştırdığını görürüz. Çocuk 3 yaşına gelene kadar bir yandan içinde bulunduğu dünyayı tanımaya ve bunun bir parçası olmaya çalışır, öte yandan da kendisini geliştirir, yeterliliğini ve hayatta kalma becerilerini artırır. Çocuğun annesine muhtaçlığı azaldıkça, kendisini canını çok yakmadan idare edecek hale geldikçe ve çevresindeki diğer insanlarla ve çocuklarla ilişkisi geliştikçe, anneyi de bir insan olarak algılamaya başlayacaktır.

REGRESYON (İNSANIN RUHSAL SİSTEMİNDEKİ GERİ KAYMALAR)

Melanie Klein, insanların iç dünyalarında ki öfkenin düzeyine göre ruhsal yapılanmaların organizasyonunda ve savunmalarda değişiklikler olabileceğini fark etmiş ve bunları açıklamıştır. İki temel pozisyon tanımlayarak insanların “depressif pozisyon” dediği bir ruh haliyle “paranoid- şizoid pozisyon” dediği bir ruh hali arasında gidip geldiklerini anlatmıştır. Depressif pozisyondaki insanın iç dünyası, sevilme ihtiyacı ile sevgiyi kaybetme korkuları arasında gidip gelen, kendi öfkesi ve haseti ile sevgi nesnelerine zarar verme endişeleri ile dolu, ayrılık ve kayıp duygularının altından kalkma sorunsalı ile meşguldür. Paranoid- şizoid pozisyonda ise hayat olayları veya büyük kayıplar, kişinin iç dünyasında büyük bir öfkenin uyanmasına sebep olmuştur ve kişi dünyayı kötü bir yer olarak algılıyordur. Başına başka öngörülemez kötülüklerin geleceğini beklemeye başlaması onu paranoyaklaştırıyordur veya dünyadan yatırımını çekerek, onun kendisine verebileceği muhtemel acılardan korunmaya çalışıyor ve içine kapanıyordur. Melanie Klein, bu iki pozisyonu açıklarken aynı insanın değişik durumlarda, içinde uyanan öfke miktarı ile bağlantılı olarak, iç dünyasının gerçeğinde büyük bir değişim olacağını anlatmaktadır. Bu değişim, varlığımızın öfkeyi en az zarar verecek düzeyde tutma refleksi ile uyarılır. İnsanın içsel hakikati, artan öfkenin onun dünyasını veya kendisine yöneldiğinde kendisini yok ettiğini, doğum travması sırasında ve dengesi her bozulduğunda bebeklik boyunca deneyimlemiştir ve giderek öfkenin zararını azaltacak bir savunmalar sistemi oluşturmuştur. Bu sistemin bütün amacı çeşitli savunmalar kullanarak fazla öfkenin kendisini ya da dünyasını yok etmesini önlemektir. Bebek, en baştan itibaren içindeki yıkıcı öfkenin onun bütün dünyasını oluşturan annesini içinde yok etmesinden korunabilmeyi en önemli hedef yapar. Anne yoksa kendisi de yoktur. Bu annenin içsel olarak muhafaza edilmesi çabasında canlılığın kendini yok olmaktan koruyan refleksinin nasıl çalıştığının bir örneğini görürüz. Bu savunmalar inkar, bölme, omnipotan kontrol, yansıtmalı özdeşim-projectif identification diye isimlendirilir. Bu yüzden erişkin bir insanın öfkesi çok artınca, bir bebeğinki kadar öfkelenince (bu öfke, öfke olarak hissedilemez, daha çok büyük bir gerginlik ve korku olarak algılanır) tekrar bebeksi savunmalar kullanılmaya başlanır; yaşımız kaç olursa olsun ruhen tekrar bebekleşiriz. Bu, tekrar daha önceki gelişme düzeylerine geri dönme sürecine “regresyon” denilir ve ruhsal varlığımızı sürdürebilmemiz (akıl hastalığı tablosundan kaçınabilmemiz, benliğimizin tekrar yıkılması tehlikesini geride bırakabilmek ) için girilen bir yol olur. Bu yola bizi sokan, derinlerde uyanan psikotik anksiyetedir, bu anksiyetenin içeriğini dünyamızın yok olması (kıyamet) ve benliğimizin yıkılması (hiçleşme) korkusu oluşturur. Biz bu büyük anksiyetenin içeriğindeki bu büyük korkuları azaltmaya çalışırken, kendiliğinden devreye giren savunmalar bizi bebekleştirir. Çünkü böyle durumlardan bebekken kurtulma deneyimlerine sahip olmuşuzdur.

RÖNTGENCİLİK

● Röntgencilik göz yoluyla bir şeyi içine alma ve onu yok etme gibi öfkeli bir içerik taşır ve haset enerjisini kullanır.

● Röntgenciliğin en belirgin özelliklerinin başında sınırları ihlal etmekten hoşlanmak vardır.

● Bu istek annenin içini merak etmekten onunla arasında sınırlar olduğunu kabul etmemekten kaynaklanır.

● Röntgenci kişiler son derece bebeksidir ancak bu merakları dürtüsel bir uyarılma ile beraber olduğu için sapkınlık sayılmıştır.

RUHSAL BÜYÜME

Ruhsal büyümenin en önemli parametresi, sevme kapasitemizin düzeyi ve bunun hayat içindeki tezahürlerini gerçekleştirebilme becerimizdir. Sevme kapasitesi arttıkça paylaşabilme, işbirliği yapabilme, yardımcı olabilme, sorumluluk üstlenme, karşımızdakinin iyiliğini isteyebilme özelliklerimiz gelişir, çalışma, yoğunlaşma, üretebilme kabiliyetimiz artar. Bunlara paralel olarak mütevazılaşma da gerçekleşir; sevme kapasitesi artarken, narsisistik özellikler azalır. Bir insan önemli olabilecek şeyler yaptığında kendini daha çok önemsemeye başlıyorsa, bu durumda ruhsal büyüme olmamaktadır; kişi başarılı olmakta, zenginleşmekte, statüsü yükselmektedir, ama büyümemektedir. Gerçek bir büyümüşlük halinde, insan, yapabildiklerinin kendisine verilmiş olanlarla, koşullarla ilgili olduğunu, başarılı olmanın insanın insan olma gerçeğini değiştirmediğini fark eder.

SADİZİM

● Sadizm dediğimiz sapkınlıkta cinsel dürtü fazla öfke içeriklidir ve ağırlıklı olarak anal bölgenin dürtüsünü içeriyordur. Bu kişilerin dışkıları ve tuvalet alanı ile ilişkileri kendine özgüdür. Tuvalet alanı, mabet gibidir ve evin çok önemli bir alanıdır, orada fazla vakit geçirme ve orada uzun süre kalmayı mümkün kılacak, müzik dinleme veya kitap okuma gibi meşguliyetlere uygun hale getirilmiştir. Bu kişilerdeki anal öfke, tahakküm etme ve cezalandırma arzularını fazla taşır. Sadizmde bu öfke kullanılarak cinsel doyum aranır.

● Sadizmin oluşması için erkek çocuğuna annenin dürtülerinin, çocuk daha anal dönem içerisinde iken kaymış olması gerekir. Bu durumda 2 yaş civarındaki erkek çocuk, kendisini annenin arzu nesnesi yani annenin aşık olacağı varlık olarak tanımlar ve dürtülerin gelişmesi durur.

● Sadist kişi, anal öfkesini “kutsal” olarak tanımlar ve herhangi bir suçluluk hissetmeden hatta kutsal bir eylemi gerçekleştiriyormuş gibi bir duyguyla uygular.

SAHTE BENLİK

Sahte benliği daha iyi anlayabilmemiz için önce ara yüz kavramını açıklamak iyi olacaktır. 

Ara yüz”, kişinin derin katlarında (bebeksi ve çocuksu katlar) oluşan haset, kıskançlık, öfke gibi negatif olarak tanımlanan duyguları göstermemek için bulunmuş bir yoldur. Kişi “iyi kızı” ya da “iyi çocuğu” oynayarak kendini idare etmeye çalışır, kendisinden beklenenleri yerine getirmeye uğraşır.

Sahte benlikte ise kişi olmak istediği gibi görünmeye çalışır, ama bunu karşısındakileri kandırmak amacıyla yapar. Yani ara yüzde kişi bunu çevresine adapte olmak için yapmak zorundayken sahte benlikte amaç kandırmaktır.

SAPKIN SİSTEM

İnsan ruhu yok edici niteliği çok fazla olan ağır öfkeyi benimsemez. Bu öfkenin az da olsa benimsenmesi kişiliği bozar, ortaya sapkınlıklar çıkar. Bir ailenin öfkesini benimsemiş birisi tarafından yönetilmesi diğerlerini mazoşist bir çizgiye kaydırdığından  o sistemi mecburen sapkın yapar. 

TEŞHİRCİLİK

● Normal 2 yaş civarı çocuğunun kendini gösterme ve teşhir etme arzuları ön plandadır. Bu dönemde çocuğun dürtüleri daha çok vücudundadır ve vücudunu göstermekten haz alır.

● Ebeveynlerin kendileri teşhirci özelliklerini geride bırakamamışlarsa veya çocuğun çıplaklığı hoşa gidiyorsa, onlarda  dürtü uyandırıyorsa çocuğun dürtüleri o seviyede kalır.