Anna Moltz
Kadın ve erkek şiddetinin farklı şekillerde ortaya çıktığı günümüzde kabul edilen bir yaklaşımdır. Erkek şiddeti daha fizikseldir ve dış dünyadaki kişilere yönelme eğilimi gösterir. Kadın şiddeti ise dış dünya tarafından fark edilmezken, yakın ilişkilerde ortaya çıkar ve bu durumda şiddetin hedefi kendi çocukları ve/veya eşleri olur. Anna Moltz aşağıdaki makalesinde bu konu ile ilgili kendi tecrübelerini ve görüşlerini dile getirmektedir.
Yazar, sapkın veya ‘toksik’ bir ilişki içinde kadınların kendi çocuklarına ve partnerlerine yönelik gösterdiği şiddetin gelişimini ve hayata girişini anlatıyor. Yakın partnerlere karşı kadın saldırganlığı, bu ilişkilerin bir özelliği olabilir ve yıkıcı etkileşimlerin sürdürülmesinde önemli bir rol oynar. Bu tür ilişkilerde genellikle kadın şiddeti gerçeği azımsanır veya tamamen reddedilir ve erkek fail olarak, kadın ise basitçe mağdur olarak tanımlanır. Yazar, kadınlara yönelik bu tür bir bakış açısının, kadın failliğinin ve sapkınlığının gerçekliğini kabul etmeye nasıl engel olduğunu anlatıyor. Bu durum, şiddet içeren ilişkilerin karmaşık dinamiklerinin derinlemesine anlaşılmasını ve bu ilişkilere etkin psikoterapötik müdahalelerin yapılmasını engeller, aynı zamanda çocukların bu tür durumlara maruz kalmasına sebep olarak onları ciddi risk altında bırakır. Bu kavram, ‘toksik’ olanın eşlerden biri nedeniyle değil, kökleşmiş yıkıcı dinamikleri ile ilişkinin kendisinin olduğu fikrine dayanır. ‘Toksik çift’, hem kadın hem de erkek partnerin öfke içeren dürtülerini ve ruhsal rahatsızlıklarını ortaya çıkaran, iki sorunlu bağlanma sisteminin etkileşimi ile yaratılır. Bu yazıda yazar, erkeklerin yanı sıra kadınların da son derece zulüm içeren davranışların hem faili hem de kurbanı olabileceğini anlatıyor. Kadınların şiddet göstermediği varsayıldığından, genel olarak kadın şiddetinde olduğu gibi, toksik birlikteliklerin bazı yönlerinin düşünülemeyecek kadar tabu olma tehlikesi vardır.
Giriş: Kadın şiddeti ve toksik çiftler
Adli psikoterapi alanı, aynı kişide hem fail hem de mağdur rolünün nasıl bir arada var olabileceğine dair çok önemli bir fikir vermiştir ve ciddi şiddet eylemlerinin altında yatan bilinçdışı güdüleri göstermiştir. Bu güdüler Freud tarafından 1916’da tarif edildiği gibi, bilinçaltındaki suçluluk duygusundan dolayı yakalanma ve cezalandırılma arzusunu içerir:
Kulağa ne kadar paradoksal gelse de, suçluluk duygusunun işlenen kötü davranıştan önce var olduğunu, ondan kaynaklanmadığını, aksine kötü davranışın suçluluk duygusundan kaynaklandığını iddia etmeliyim. Bu insanlar, haklı olarak suçluluk duygusundan dolayı suçlu olarak tanımlanabilirler. Elbette suçluluk duygusunun önceden varlığı, bir dizi başka belirti ve etki göstermiştir. (Freud, 1916, s. 332)
Kontrol altına alınma ve cezalandırılma arzusu, suçluların suçlarını beceriksizce, sanki yakalanmak ister gibi işlemelerine neden olabilir. Yakalandıktan sonra derin bir rahatlama duygusu hissederler ve ardından cezalandırılırlar. Adli hastanın iç dünyası, hapishaneler, denetimli serbestlik ortamları ve ayakta tedavi klinikleri gibi çeşitli ortamlarda, erkeklerle psikoterapötik çalışmayı şekillendiren şiddetli ve sapkın davranışlar açısından zengin ayrıntılarla tanımlanmıştır (örn. Glasser, 1979; Morgan, 2007). Londra’daki Portman Clinic, önemli bir eğitim ve öğretim işleviyle bu düşüncenin doğum yeri olarak kabul edilir. Adli psikoterapi modeline göre, suçun analizi kişinin ruhsal çatışmalarını ortaya çıkarır; bu nevrotik durumlarda kişinin ruhsal durumunun anlaşılması için semptomların incelenmesine benzer. Adli psikoterapinin bu yaklaşımı geleneksel psikanalizden farklı olarak, suçlunun iç dünyası ile ilgili olarak toplumun rolünü merkeze alır. (Veldon, 1996).
Bu anlayış, kadınlarda şiddet ve sapkınlığın kökenleri ile hayat içindeki uygulamalarını anlamak ve bunların yalnızca çok nadir vakalarda meydana geldiği varsayımını sorgulamak için genişletilmiştir. Welldon kadın sapkınlığı üzerine çığır açıcı çalışmasında (1988), anne sapkınlığı kavramını ortaya koydu ve kadının kendi bedenine yönelik kötü muamelesinin devamı olarak çocukların narsisistik kullanımını ve bunun kuşaklararası bir istismar ve zulüm modelinin nasıl tekrarlanmasına sebep olduğunu tanımladı. Bir fallusun (erkeklik organı) sapkınlığın temel bir ön koşulu olduğu varsayımını sorguladı ve annelerin, kendilerinin ve çocuklarının bedenlerini sapkın faaliyetlerde kullanma potansiyelleri hakkındaki şaşırtıcı ve sarsıcı keşifleriyle klinisyenleri şok etti. Kadın sapkınlığının karakteristiklerinin kapsamlı bir tanımını, erken ve geç dönem çalışmalarında sundu (Welldon, 1988, 2011).
Erkeklerde olduğu gibi kadınlarda da işlenen suçun amacı bilinç düzeyinde görülmeyebilir ancak analitik psikoterapi süreci boyunca, terapistle kurulan ilişki üzerinden açığa çıkarak daha net hale gelir. Bunun başarılı bir şekilde gerçekleşmesi için, terapistin nötralitesini koruması, açık olması, aynı zamanda yeniden sahnelenme (re-enactment) tehlikesi konusunda keskin bir farkındalığa sahip olması gereklidir.
Kadın şiddeti ve yakın ilişkiler
Bu makalede kadın şiddetini, toksik çiftler olarak adlandırdığım yıkıcı, sapkın ve şiddet içeren ilişkiler bağlamında araştırıyorum. Bu şiddet, genellikle bilinçli olarak istenenle doğrudan çelişen bilinçaltındaki güçlerin bir yansıması gibi anlaşılabilir. Bu tür şiddet eşe, çocuklara veya kadının kendisine karşı ciddi biçimde ifade edilebilse de genellikle gözden gizlenir. Dış dünyanın gözlerinden uzak olan evde, vücudun görünmeyen yerlerinde veya bu konu hakkında konuşmayan veya konuşamayan mağdurlar üzerinde gizli olarak uygulanır. Bu gizli ve saklı olan doğa sosyal tepkide de karşılık bulur. Toplum genellikle ister anne istismarı ister yakın ilişkilerde kadın saldırganlığı ile ilgili olsun, bu tür bir şiddet gerçeğini tamamen inkar eder.
Birbirlerine olan çekimleri, genellikle bilinçdışı, ama daima karşı konulmaz olan kötücül güçlere dayanan istismarcı ilişkilerde, kadın şiddetinin rolünü tartışacağım. Bu sapkın eşleşmeler yüksek derecede bağımlılık yaratabilir ve ikili arasındaki bağın istismarcı uygulamaları hayata geçirme ortak ihtiyacına dayandığı görünmektedir (Welldon, 2002). Çiftin sapkın davranışları zaman zaman kendi çocuklarına veya başkalarının çocuklarına uzanır. Bu çocuklar büyük ölçüde kendi tatminleri için kullanılacak nesneler olarak görülür. ‘Toksik çiftler‘ olarak adlandırdığım durum içinde kadınların şiddet uyguladığı klinik durumları tartışacağım ve bunun terapiyi nasıl etkilediğini ayrıntılı olarak anlatacağım.
Aile içi şiddeti sıklıkla bir kişi tarafından, genellikle bir erkek fail tarafından bir kadın kurbana karşı işlenmiş olarak düşünsek de toksik bir ilişki içinde bu yıkıcı gücü yaratanın, şiddetin asıl uygulayıcısı eşlerden biri olduğu zamanlarda bile, iki bireyin de etkileşimi olduğunu düşünüyorum. Bu tür bazı ilişkilerde kadının kendisi, eşini kendi iğrenme, aşağılanma ve değersizlik duygularını yansıtacak bir nesne olarak kullanarak ana saldıran olmaktadır. Bu durumda erkek, utanç ve aşağılanma duygusuyla dolu bir “zehir kabı” haline gelir (deMause, 1990). Bazen kadınlar farkında olmadan kendi saldırgan dürtülerini eşlerine yansıtırlar ve başkalarına karşı kendi şiddet isteklerinin farkında olmaktan geçici olarak kurtulurlar. Hatta bazı kadınların, kendilerini istismar eden, şiddete eğilimli partnerlere olan yönelimlerini, kendilerine karşı hissettikleri vahşi dürtüleri partnerlerinin uygulaması açısından, kendine zarar verme biçimi olarak görmek bile mümkündür.
Bu ilişkilerde saldırganlık ve yakınlık ayrılmaz bir şekilde iç içe geçebilir, o kadar ki iletişimin temel birimi şiddet haline gelir; öpme yumrukla beraberdir. Bu tehlikeli dansı, partnerler arasındaki şiddetin bilinç ve bilinçaltı dinamiklerini ve endişe verici karmaşıklığını ortaya çıkartarak keşfediyorum (Motz, 2014).
Her türden çift, birbirlerine ve/veya aile içindeki herhangi bir çocuğa karşı ciddi zarar verme potansiyeline sahip yıkıcı dinamiklere gömülebilir. Şiddet içeren ilişkilerin temelini oluşturan tehlikeli ve zorlu etkileşimlerde her iki partnerin rolünün analiz edilmesi ve karşılıklı katkılarının çözümlenmesi gerekir. Cinsel istismara uğramış kadınlar ve istismarcıları arasındaki bağın doğası, habis bağlanma (malignant attachment) olarak görülebilir. Bu açıkça bir çocuğun veya ergenin bir ebeveyn veya kardeşle cinsel ilişkiye zorlandığı veya baştan çıkartıldığı ensest ilişkilerde geçerlidir. Böyle istismarcı ilişkiler hayatın ilerleyen dönemlerinde yeniden oluşturulduğunda, erkekler kadar kadınlar da birbirlerine ve evlerindeki çocuklara ciddi düzeyde zarar verebilir. Ensestin sonuçları hem erkek hem de kız çocuklar için derin iz bırakır, ancak kadın cinsel suçlarındaki namus lekesi, özellikle aile üyelerinden biri fail ise, erkek çocukların başlarına gelen istismarı açıklamasını zorlaştırabilir. Bunlar, hem uzun vadede hem de derhal yıkıcı etkileri olan toksik bir ilişkinin en uç örneklerinden biridir. Diğer çocuk istismarı ve travma vakalarında olduğu gibi, erken yaşta istismara uğrayan bir kadın, belki yıllar sonra benzer bir ihlali bir başkasına da uygulayabilir. Bunu yaparken saldırganla özdeşleşerek hareket eder (A. Freud, 1936) ve başka bir kişiye kendisine davranıldığı gibi davranarak utanç verici ve istenmeyen duygulardan kurtulmaya çalışır. Şimdi bu sürecin, seçilen istismar ve aşağılama nesnelerinin bir erkek eş ve bir kız çocuğu olduğu klinik bir örneğine döneceğim.
Klinik öykü: Yanardağ ve hiçlik arasında
Paula ile tanıştığımda 42 yaşındaydı. Eşi, çocukları, takip ve tehdit ettiği çeşitli akıl sağlığı uzmanları da dâhil olmak üzere başkalarına karşı uzun süredir devam eden şiddet geçmişi nedeniyle psikoterapi için yönlendirildi. Borderline kişilik bozukluğu teşhisi konmuş ve birçok kez hastaneye yatırılmıştı. Bu hastaneye yatışlar, akıl sağlığında daha fazla bozulmayla sonuçlandı ve personele yönelik saldırıları ve sık sık hem neden olduğu hem de direndiği anlaşılan “kısıtlamalar” (restrain) ile karakterize edildi. Şiddet eğilimi nedeniyle ana akım akıl sağlığı servisleri tarafından geri çevrildi ve ardından adli psikoterapi ve psikoloji servisine sevk edildi.
Ön değerlendirme sırasında Paula oldukça içine kapanık ve durgundu. Duygusal olarak ‘kapalı’ gibi görünüyordu, ancak ani canlılık parlamalarıyla beni şaşırttı. Güçlü bir huzursuzluk ve bastırılmış öfke duygusu yayıyordu, bu yüzden nazikçe adım atmam gerektiğini hissettim. En başlarda bana, kendisini erkeksi görme eğiliminde olduğu için ‘kadın’ olduğunu hissetmekte zorluk çektiğini anlattı. Kadınsı olmayı savunmasızlık, uysallık ve çaresizlikle ilişkilendirdiği için kadınsı olmadığını hissettiğini söyledi. Aniden, kadınsılığımla ‘rahat’ olduğumu hissettiğini ve asla benim gibi etek veya topuklu ayakkabı giyemeyeceğini söyledi. O anda birdenbire sert bir şekilde yargılamaya maruz bırakıldığımı, aynı zamanda yorumunda üstü kapalı bir itham olduğunu hissettim. İfadesi, ikimizin arasındaki farkları ve aynı zamanda yakın terapötik ilişki içinde olan iki kadın olduğumuzu vurguladı. Ani ve keskin yorumunun, bilinçaltında dengemi bozmak ve ‘kadınsılığımı’ sorgulamak için tasarlanmış olduğunu hissettim. Bu, onun bana olan güvensizliğine ve ruh haliyle algılarının ne kadar çabuk değiştiğine dair önemli bir fikir verdi. Şüphelerine rağmen bana önceki yaşantısını, geçmişte ve şimdi yaşadığı zorluklarını anlatabildi. Paula kontrolden çıktığını, değişken ruh hali ve öfke patlamalarıyla ailesini kendinden uzaklaştırdığını düşünüyordu.
Üç seanslık değerlendirmenin sonunda, on sekiz ay boyunca haftalık psikoterapi yapma konusunda anlaştık. Şiddeti kamuoyu için bir tehdit değildi ancak tipik kadın şiddetinde görüldüğü gibi öfkesi kendisine olduğu kadar eşine, çocuklarına ve psikiyatristler ve koğuşlardaki hemşireler gibi, ona ‘şefkat’ gösterecek bir konumda olanlara yönelik vahşi eylemlerinde kendisini gösteriyordu.
Dört kızın en büyüğü olan Paula, annesi tarafından hayatının büyük bir bölümünde fiziksel şiddete maruz kalmıştı ve küçük yaştan itibaren, küçük kardeşlerine bakmak için sık sık yalnız ya da bu işe uygun olmayan bakıcılara bırakılıyordu. Ayrıca önemli bir konu olarak, küçükken ona ve kardeşlerine bakıcılık yapan, kendinden yaşça büyük bir erkek akrabası tarafından cinsel istismara uğramıştı. Cinsel istismar altı yaşındayken başlamış, istismarcının artık cinsel birleşmeyi gerçekleştirmeye başladığı on bir yaşına kadar devam etmişti. Paula bu durumu ailesine anlatmaya çalıştığında şüphe ve kayıtsızlıkla karşılaştı. Okulda başkalarına karşı saldırganlık, rastgele cinsel ilişki, uyuşturucu madde kullanımı ve hayvanlara işkence yaptığı sorunlu bir ergenlik dönemi geçirdi. 16 yaşındayken, kendinden birkaç yaş büyük olan genç bir adamla bağ kurdu ve daha sonra onunla evlendi. Genç adam kendisini ona adamıştı, ancak depresyon ve ara sıra uyuşturucu madde kullanımından muzdaripti, kendisi de bir bağımlı olan ve çocukluğu boyunca ona fiziksel olarak şiddet uygulayan bir annenin tek çocuğuydu. Paula 18 yaşındayken kızlarına hamile kaldı. Eşi bebek bakımında ona destek olacağına söz verdi. Paula, hamilelik sırasında yaşadığı huzursuzluk, mide bulantısı ve ağırlık duygularından ve yabancı bir yaratık tarafından istila edilme hissinden nefret ediyordu. Hamileliği sonlandırmasını engelleyen tek şey kürtajın yanlış olduğuna dair güçlü inancı olmuştu. Doğumdan sonra, bebeğine bakmayı dayanılmaz bularak içine kapalı ve öfkeli hale gelmişti. Özgürlüğünün elinden alındığını ve vücudunun hem hamilelik hem de doğum nedeniyle tahrip edildiğini hissederek yerle bir olmuştu. Zaten hamileliği plansız olmuştu.
Daha sonra bir erkek çocuğu daha oldu; bu çocuğa kendini çok daha yakın hissetti ve kızıyla kuramadığı sevgi dolu bir ilişkisi oldu. Paula, eşine yönelik şiddet ve çocuklarına, özellikle de kızına yönelik fiziksel istismar ve ihmal hakkında yaşadığı suçluluk duygularını anlattı. Güçlü utanç duygusuna rağmen, kızının sürekli beslenme ihtiyacından iğrendiğinden (bıktığından) bahsederken ve onun ‘doymak bilmez’ olarak tanımladığı ihtiyaçları ile ilgili güçlü bir zulmetme duygusu tarif ederken açık sözlü ve içgörü sahibiydi. Kızına karşı bu uzaklaşma isteği ile ilgili suçluluk duyduğundan bahsetti ve kızına kendisine davranıldığı gibi, bir dereceye kadar zalimce ve ondan kurtulma arzusuyla davrandığını fark etti. Paula’nın babası gibi eşi de daha şefkatli ve dengeli bir ebeveyndi -ki Paula bu duruma hem haset ediyordu hem de değer veriyordu. Bu zıt duyguları kabullenmek onun için çok zor oldu.
Paula’nın oğluyla bir süre güzel bir ilişkisi olsa da ruh halindeki dalgalanmaların her doğumdan sonra kötüleştiğini ve kendini, oğlu dışındaki insanlara veya kendisine zarar verme arasında gidip gelirken bulduğunu belirtti. Gerçekte iki çocuğuna da ebeveynlik yapan kişi olan eşi, Paula’nın öfkesinin hedefi haline geldi. Buna karşılık eşi, genellikle çocukların uyuduğu gece saatlerinde daha fazla uyuşturucu ve alkol kullanımına kaydı. Paula bu durumu fark ettiğinde, eşine fiziksel saldırıda bulundu. İlişkileri daha dengesiz hale geldikçe, eşi teselliyi başka kadınlarda aramaya başladı. Eşi bu ilişkilerin cinsellik içermediğini, sadece içinde bulunduğu yalnızlık ve utanç duygularından uzaklaşıp bir nebze rahatladığını iddia etti. Eşinin yaşadığı ilişkiler Paula’nın öfke, kıskançlık ve altta yatan terk edilme duygularını körükledi. Eşine karşı şiddeti daha sık ve şiddetli hale geldi ve eşi de bazen fiziksel saldırganlık yoluyla karşılık vermeye başladı. Kavgaları arttıkça ilişkileri tedirgin ve şiddet dolu bir hal aldı. Paula’ya, kavga sırasında veya başka zamanlarda, eşi onu kıskançlık krizine sokmak istermişçesine başka kadınlarla yaşadığı ilişkileri yüzüne vuruyormuş gibi gelmeye başladı. Terk edilme korkusu ve eşini kontrol etme arzusu, onu, eşinin hayatının her alanında kendi iradesini uygulamak isteyen bir ‘yakın ilişki teröristi’ (Johnson, 2008) haline getirdi. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, küçük çocuklarının ihtiyaçları bu toksik ilişki içinde ihmal edildi.
Paula, ilk seansların çoğunu öfkesini kızından, benim “yanardağ ile hiçlik” arasında bir salınım olarak adlandırdığım, fiziksel istismar ve ihmal arasında gidip gelerek nasıl çıkardığını anlatarak geçirdi. Daha sakin kalan, görünüşe göre annesinin sevgisine güvenen, ancak ebeveynleri arasında tanık olduğu şiddetli kavgalardan korkan oğlunun aksine kızı yapışkan, güvensiz ve belirgin bir şekilde mutsuz oldu. Paula, eziyet eden davranışlarını bıraktığında kızının yapışkanlığını ve endişeli patlamalarını gördü, bunları “uygun olmayan bir anne” olduğunun kanıtı olarak gördü ve onunla vakit geçirmekten kaçındı. Bana, bir seviyede kızına verdiği zararın farkında olduğunu, ancak başka bir seviyede, maruz bıraktığı zulme “göz yumduğunu” söyledi. Bu, güçlü ve yıkıcı bir şekilde özdeşleştiği kızına karşı uyguladığı şiddeti kabul etmekten kendini korumanın yolu gibi görünüyordu. Terapi süresince, ebeveynleri arasındaki ve annesinin kendisine yönelik duygusal ve fiziksel şiddetin canlı anılarını da anlattı.
Kontrtransferans Konuları
Terapide Paula ile başka bir “toksik çift” olma riski vardı. Saldırılarına maruz kalan bir rehine durumuna düşebilirdim. Paula ve benim, terapide derin düşüncelerin olduğu bir keşif ortamı yaratabilmek için gerekli olan işbirliğini oluşturacak bir yol bulmamız gerekiyordu. Bu sayede duygusal bağlılık yerine yoğun ve gerçeği gizleyen davranışların yer aldığı bir ortam oluşması engellenebilirdi. Seanslara genelde kendini korumaya almış bir şekilde gelirdi ve bazen, sanki benimle görüşmeden önce zor duygularını boşaltmak istermişçesine girişte resepsiyon görevlileriyle tartışırdı. Bu beni, ebeveynlerinin kavga etmesini izleyen, çaresiz, aldatılmaya açık ve biraz korkmuş bir çocuk gibi hissettiriyordu. Robotik bir şekilde odaya yürürdü ve kendisini, bana ‘tetikte‘ olduğunu gösteren sert bir duruşta tutardı. Tedavi süresince kendimi, çalışmanın etkinliğine yönelik saldırılar şeklinde veya diğer meslek uzmanları ile onu hayal kırıklığına uğratan insanlara yapmak istediklerine dair ayrıntılı fanteziler yoluyla oluşturduğu dolaylı tehditleri savuştururken buldum. Onun gözüne girmiştim, ama bunun ne kadar hızlı ve dramatik bir şekilde değişebileceğinin farkındaydım. Katı paranoid-şizoid işleyişinde, zihnindeki karışık duyguların farkındalığını taşıyabilmesi veya kusurlu olmamı affetmesi imkânsızdı. Bu anlamda bir rehine gibi hissederek bir seansı kaçırmaktan veya herhangi bir zayıflık göstermekten korkar oldum. Ancak bunu ona açıklayabildim ve bu bize kendisinin herhangi bir savunmasızlığına ne kadar hoşgörüsüz olduğunu açıkça gösterdi.
Diğer zamanlarda, Paula’nın komşularına, kocasına ve kendisine karşı olan şiddet duygularını ve bunları harekete geçirme isteklerini dinlerken endişelendim. Geçmişte çocuklarına kötü davrandığını kabul ediyordu ancak çocukları artık evden ayrılmış olduğu için bu konuda endişe duymama gerek kalmamıştı. Çift terapisi yerine benimle bireysel terapiyi devam ettirmek konusunda kararlıydı.
Onun tarafından oldukça hırpalanmış hissettiğim ve konuşmaktan korktuğum zamanlar oldu. Beni baskılamak ve hareket edemez hale getirmek isterken aynı zamanda da öfkesinin ve tehditlerinin altından kalkabileceğimi umduğunu söyledim. Bu yorum dirençlerini azalttı ve savunmasızlık, utanç ve terk edilme korkularını keşfetmeye hazır hale geldi. Odadaki gerçek şiddet tehdidiyle iletilen gözdağının ve saldırgan ve yıkıcı duyguları ile baş edebilmek tüm gücümü ve cesaretimi toplamam gerektiğini hissettim. Paula’nın saldırılarının altından kalkabilmem ve ifade edebilmem çok önemli görünüyordu, ancak bazen bunu yaparken zorlandım. Bilinçaltı güçlü ve anlayışlı kalmamı istiyordu ancak bilinç düzeyinde bana meydan okuyordu ve kişisel sorularının direkt ve tehditkâr bir şekilde soruyordu. Zaman zaman, korkmuş kocasıyla ve hem ona güvenen hem de ondan korkan çocuklarla özdeşleştiğimi hissettim.
Diğer zamanlarda, seanslarından önce kendimi endişeli, neredeyse seanslarını kaçırmasını umacak halde buldum, ama tüm seanslara geldi. Bu durum annesi kadar ihmalkâr ve terk edici olabileceğimi fark etmemi sağladı. İç huzurum için onu uzaklaştırmak isteyen tarafım, onu reddeden ebeveyniyle açık bir şekilde özdeşleşme içindeydi. Aynı zamanda içimde oluşan hisler onun istenmeyen ve sevilmeyen olduğu için hissettiği değersizlik duygularını anlamamı sağladı. Diğer tedavi süreçlerinde olanı tekrarlamak ve onu korkudan ve bilinçsiz öç alma isteğimden dolayı reddetmek kolay olurdu. Seansa geldiğinde duygularım karışık oluyordu; hem endişeli hem de rahatlamış hissediyordum. Paula’nın seansa gelebilmesinden memnundum ancak hissettiğim korkudan utanıyordum.
Seanslar sırasında, Paula genellikle fiziksel görünümü hakkında samimi değerlendirmeler istiyor ve kendi görünüşünden memnuniyetsizliğinden bahsediyordu. Bu diyaloğun hemen akabinde değerlendirme istemiş olmaktan ve kendini aşağı gördüğünü ifade etmekten dolayı görünür bir şekilde rahatsız oluyordu. Sorduğu sorularla beni, onu cinsel içerikli bir şekilde nesneleştiren ve arzu eden biri konumuna soktuğunu düşündüm. Bu, belki de ‘travmaya hakim olmak‘ için, kendi istismarcısıyla olan ilişkiyi yeniden canlandırma konusunda bilinçaltındaki ihtiyacıyla ilgiliydi. İstismarcısıyla nasıl özdeşleştiğini, vücuduna nasıl küçümseyici davrandığını ve kendisiyle ilgili şüphe duygusunu nasıl koruduğunu irdeleyebildi. İstismarcısını nasıl içselleştirdiği, sürekli olarak kendi vücudunu inceleyip ardından acımasızca kendine zarar verecek şekilde saldırdığı üzerine düşünebildik. Onun kendi kendine yaptığı sapkın tedavisine hem katılmaya hem de tanık olmaya bilinçsizce davet edildiğimi hissettim.
Paula, kendisine mazoşist bir teslimiyet içinde tahammül ediyor gözüken kocasına yönelik saldırılarını ayrıntılı olarak tarif etti. Sonunda kendi ebeveynlerinin şiddet içeren etkileşimleri ile kendi kocasına davranışı arasında net bir bağlantı kurduğunda, kocasına yönelik saldırganlığın azalmış ve kocasıyla sevgi dolu etkileşimlere girme arzusuyla daha fazla temas halinde görünüyordu. Terapi süresince, kocasına yönelik saldırılarını giderek azalttı ve kendine zarar verme eylemleri seyrekleşerek daha az yıkıcı hale geldi. Terapi sona erdiğinde, daha az korkutucu ve daha az korkmuş hissediyordu, ancak yine de stresi arttığında bu şiddet fantezileri geri geliyordu. İlginç bir şekilde, sürece müdahale etti ve başlangıçta kararlaştırdığımız 18 aydan kısa bir süre önce ayrılmayı seçti. Belki de artan savunmasızlık duygusu onun için çok rahatsız edici gelmişti. Başlangıçta yaşadığım kaygının aksine, bu karmaşık ve zor çalışmanın sona ermesinden duyduğum üzüntüyü fark ettim. Şiddet ve tehditlerin sadistçe kullanımı da dâhil olmak üzere sapkınlıkların gelişimi, kişinin yakın ilişkilerden kaynaklanan tehditleri yönetme kapasitesine ilişkin yanlış bir güven duygusu oluşturmanın bir yolu olabilir. Ötekini kontrol etme ihtiyacı, sapkınlığın merkezî bir özelliğidir ve nesnenin bireyin ruhsal bütünlüğüne, terk etme ya da nesnenin içinde kaybolma yoluyla bir tehdit oluşturmayacağının güvencesidir. Acı çekmek ve aşağılanma ile korku dolu bir duygu durumuna geri dönme riski yerine acı çektirmek çok daha güvenliydi. Paula ile olan çalışmada, sado-mazoşist bir ilişkiye çekilmemem ve şiddetinin altında yatan duygular hakkında onunla birlikte düşünebilmem önemliydi.
Aile içi şiddeti sadece erkeğin güç ve kontrol arzusunun bir ifadesi olarak görmek hem indirgeyici hem de yanlıştır. Dutton ve Nicholls’un (2005) literatür incelemelerinde ‘Bazı aile içi şiddet aktivistleri ve araştırmacıları kadın şiddeti kavramının önünü kapatan, erkeklerin yaralanmalarını önemsizleştiren ve karmaşık bir sosyal sorunun tek taraflı görüşünü sürdüren bir model oluşturmuştur.‘ (2005, s. 680) ifadesi yer alır. Bazı feminist analizleri sorgusuz bir şekilde sadece erkek şiddetini kabul ettiklerinde Dutton ve Nicholl’un yukarıdaki ifadelerinde açıkladıkları hataya düşmektedirler. Aşağıdaki klinik öyküde, şiddet içeren bir ilişki içinde çocuğuna zarar veren bir kadına ait durumu anlatıyorum.
Klinik Öykü: Maja
Bazı aile içi şiddet vakalarında, annenin öfkesi kendi çocuğuna döner. Bunu onunla özdeşleşmesi ve mutsuzluğunun bir ifadesi olarak yapmaz. Bir intikam, rahatlama biçimi olarak veya ilişkideki krize dikkat çekmek için, diğer kurumların dâhil olduğu bir durum yaratarak öfkesini kendi çocuklarına döndürür. Davranışının altında yatan bilinçdışı motivasyonların farkında olmayabilir.
Böyle bir durumdaki genç anne Maja, yedi aylık oğluyla olan ilişkisine sosyal hizmetlerin dâhil olmasıyla terapi için bana geldi. Bebeğin kolu kırılmıştı ve bunun kazara olmadığı belirlenmişti. Maja onu hastaneye götürdüğünde bebeğine kendini adamış ve nazik bir ebeveyn olduğu düşünülmüştü. İlk başta şiddet geçmişi olan ve saldırı, hırsızlık ve ehliyetsiz araç kullanma suçlarından sabıkası olan kocasının yaralanmalara neden olduğundan şüphelenilmişti. Sosyal hizmetler, bebeği ‘Risk Altında’ statüsüne aldı ve babanın öfke kontrolü, annenin de depresyon için yardım almasını tavsiye etti. Her iki ebeveyn de yakın zamanda İngiltere’ye göç etmişlerdi. Baba refakatsiz bir çocuk olarak geldiğinde ona yasal statü verilmişti. Daha sonra anneyle kendi yerel topluluklarından arkadaşlar aracılığıyla tanışmıştı. Annenin İngiltere’de bir de kız kardeşi vardı. Ancak bunun dışında çok az sosyal ve aile desteğine sahipti. İzole, savunmasız ve depresifti.
Başlangıçta çok yüzeysel ve güvensiz göründüğü için onu terapötik çalışmaya dâhil etmek zor oldu. Ancak terapi ortamında yavaş yavaş daha canlı hale geldi, göz teması kurmaya başladı ve önceki yaşantısındaki zorlukları ve İngiltere’de hissettiği yer değiştirme duygusu hakkında konuştu. Kocasının ona uyguladığı şiddet ve kontrolden bahsederek oğlunu alıp ailesinin evine dönmeyi ne kadar istediğini anlattı. Ancak altı seanstan sonra, oğluna zarar verenin kendisi olduğunu söyledi, çığlıklarına dayanamamıştı ancak şimdi bu çığlıkların diş çıkarma nedeniyle olduğunu fark etmişti. Günlük hayatta ve benimle birlikteyken o kadar çekingendi ki oğluna zarar verenin kendisi olduğunu öğrenmek şoke ediciydi ve inanmak zordu. Maja, eşinin ona davranış şekline ve kendisini sürekli sadakatsizlikle suçlarken diğer kadınlarla flört etmesine karşı öfkesini, tiksintisini ve displacement (bir kişinin olumsuz duygulardan kurtulmak için olumsuz duygularını ve hayal kırıklıklarını başka bir nesneye yönlendirdiği bir savunma mekanizması) duygusunu dile getirmeye başladı. Annesi rastgele cinsel ilişki yaşayan bir kadındı ve Maja dokuz yaşındayken onları terk ederek Maja’nın bakımını büyük ölçüde ablasına bırakmıştı. Babası depresif ve çalışkan bir insandı ancak onunla duygusal bir ilişki kuramamıştı.
İlk tanıştığımızda Maja bana ana mutluluk kaynağının oğlu olduğunu, ama ağlamalarını dayanılmaz bulduğunu ve çığlıklarının onun psikolojisini nasıl bozduğunu anlattı. Bunu dile getirmese de bebeğinin çığlıklarının kendi içindeki öfkeyi canlandırarak onu travmatize ettiği, sarsılmış ve mahvolmuş hissetmesine neden olduğunu anlamıştım. Sonunda bana, bebeği ağladığında sık sık şiddete başvurduğunu ve sonra suçluluk duyarak kendi öfkesinden korktuğunu söyledi. Kendisine fahişe diyerek vuran eşiyle şiddetli bir tartışmadan sonra, evde tek başına kaldığı bir gün bebeğin kolunu çıkarmıştı. Kavgadan sonra ablasını arasa da ulaşamamıştı ve kendini çok öfkeli ve tamamen yalnız hissetmişti. Oğlu çığlık atmaya başladığında onu sakinleştirememişti ve onun yüzüne baktığında kendisinin bir yansımasını görmüştü. Bir şeyin koptuğunu hissedene kadar bebeğin kolunu defalarca büktü ve daha sonra yaptığı şey karşısında dehşete kapıldı. Eşini arayarak bebeğin düştüğünü söyledi ve birlikte Acil Servis’e gittiler. Bu şiddet eylemi sonrasında hem oğlu hemde kendisi için endişelenmişti. Yardım almaya ve korunmaya ihtiyacı olduğunu fark etmişti. Hissettiği suçluluk duygusu çok derindi. Bence bu duygu bebeğe yaptığı saldırıdan sonra oluşmamıştı, olaydan çok önce de vardı.
Terapi süresince, yalnızca kocasına zarar verme fantezilerini değil, kendi kendine zarar verme fantezilerinin farkına vardı. Bu yıkıcı fantezilerin temelinde kendi bedenine duyduğu nefret vardı.
Kendisini terk eden annesine öfkesi ile kendi bedenine öfkesi arasında bir bağlantı vardı. Bu öfke annesi ve kocası üzerinden hayata giriyordu. Bir işte çalışmaya başladı ve arkadaş edinip kendini değerli hissetmeye başladığında eşinden ayrılmaya karar verdi. Ayrıca oğlu için bir kreş buldu ve çocuğun bakımı için yardım almanın bebeğinden öfke çıkarma isteğini azaltmasında çok yardımcı olduğunu gördü. Tedavi süreci karmaşık ve hassas olmasına rağmen, içgörüsü ve tedaviye katılımı, kendisinin en kabul edilemez yönleriyle yüzleşmesine ve savunmasız oğluna ebeveynlik yapmak için kendine güvenmesine yardımcı oldu. Şiddet uygulayan ve çoğu zaman yanında olmayan bir eşle toksik ve yıkıcı ilişki içinde, saldırganlığını masum bir katılımcı olan oğluna kaydırdı. Oğlunu kendi çaresizlik ve güçsüzlük duygularını yönelttiği bir nesne olarak algıladı. Ona yönelttiği şiddet aslında dış dünyaya kötücül bir partner ilişkisi içinde kaldığını işareti etmek içindi.
Medea suçları (Medea: Yunan oyun yazarı Euripides tarafından yazılan, cadı Medea’nın kocasının sadakatsizliğinden intikam almak için iki çocuğunu öldürdüğü trajedi)
Çocukların öldürülmesi yoluyla intikam, diğer ebeveyne ve çocukların kendilerine verilebilecek en acımasız cezadır. Çocukları öldürmekle tehdit etmek, bir eşin istismarcı bir ilişkide kalmasını sağlamak için kullanılan en güçlü tehditlerden biridir. Hem erkekler hem de kadınlar, kendilerine yanlış davrandığını düşündükleri eşlerini cezalandırmak için kendi çocuklarını öldürebilirler. Failler cinayetlerinden sorumlu tutulmamak için çocuklarıyla birlikte ölmeyi dilediklerini çok açık bir şekilde ifade ederler.
Bazı durumlarda, ilişkinin kaybının bir anda depresyona sebep olduğu veya onu hızlandırdığı, cinayeti ve ardından intiharı tek çözüm gibi gösterdiği görülmektedir. Psikanalitik teoride (Hyatt Williams, 1998) intihar dürtüsünün aynı zamanda cinayet dürtüsü içerdiği net bir şekilde belirlenmiştir. Ancak bu tarz durumlarda ana güdü, doğrudan bir intikam arzusundan ziyade umutsuzluk ve çaresizliktir. Bu durum birlikte çalıştığım, çocukları ile birlikte kendilerini de öldürmeye teşebbüs eden, ancak çocuklarından en az birini öldürmeyi başarmasına rağmen devamını getirmeyi ‘başaramayan’ kadınların durumlarında açıkça görülebilir. Genellikle hâlâ hayatta oldukları için derin bir pişmanlık duygusuyla beraber işlerinin yarıda kalmış olduğunu hissederler.
Cinayet ve ardından gelen intihara teşebbüs vakalarında, annenin çocuklarını seviyor göründüğü ve ölümlerinin bir intikam biçimi yerine “onları da yanında götürmeye” kalkıştığı vakalar, anne narsisizmine işaret ediyor olabilir. Böyle bir durumda annenin, çocuklarını ayrı ve farklı varlıklar olarak algılamadığı ve kendisinin bir uzantısı olarak algıladığı açıktır. Kendisinin nerede bittiğini ve çocuklarının nerede başladığını bilememesi bu trajik sonuçlara yol açar.
Çocukların en çok risk altında olduğu ortam (ölüm riski dâhil) aile ortamı olmasına rağmen toplum bunu kabul etmekte zorlanır ve kötülüğün kaynağını evin dışında arar. Ayrıca suçu tamamen bir ebeveyne yüklemek ve vahşi dürtüleri sadece bu ebeveyne ait olarak algılamak çok daha kolaydır. Ancak bir eşin çocuğu öldürmesi durumunda, diğer eş genellikle diğer tarafa bakarak onunla işbirliği yapmış olur. Suç ortağı ebeveyn, eşinin canice duygularının, tacizci davranışlarının ve tehlike potansiyelinin farkında olabilir ancak buna göz yummuş, hatta mazeret bularak veya kurbanın (kendi çocuğunun) cesedini saklamaya yardım ederek cinayeti örtbas etmeyi kolaylaştırmış olabilir. Çocuğun öldürüldüğü noktada, çocuk o kadar nesneleştirilmiş, o kadar ‘öteki‘ ve insan dışı hale getirilmiştir ki cesedin elden çıkarılması eylemin gerekli bir parçası olarak görülür. Bir anlamda kendi yok oluşları çocuklarını öldürmekle gerçekleşmiş olur.
Kendine zarar verme ve başka biri aracılığıyla kendine zarar verme
Kadın şiddeti genellikle kendine zarar verme biçimindedir. Kadının kendi bedeni, annesinin bedeninin temsili yani annesinin bedeninin sembolik olarak kendi bedeninde somutlaşması olarak anlaşılabilir. Bu nedenle kadın, şiddeti kendisine yöneltir. Bu saldırganlık annenin şiddetini hem yeniden canlandırma hem de ondan intikam alma işlevi görür. Bir başkasıyla yakınlığı engelleyen, bağımlılık yaratıcı, tehlikeli bir davranış kalıbı oluşturur. Bazen kadının, şiddet uygulayan eş seçimi de bir tür “başka biri aracılığıyla kendine zarar verme” biçimidir. Bazı kadınlar için eşleri tarafından uygulanan şiddet bir çeşit kendine zarar verme biçimidir. İğne, bıçak, jilet veya kibrit kullanmadan kendilerine zarar vermeyi sağlayan bir yoldur. Bu onları bilinçaltı suçluluk duygusundan kurtarır, buldukları yol kendi anneleri tarafından oluşturulan ilişki paternine uygundur ve kendini değerli hissettiği durumları sistematik olarak yok eder. Ayrıca, rahatsız edici duygulardan kurtulmanın en etkili yolunun şiddet eylemi olduğu fikrini güçlü bir şekilde pekiştirir. Bedensel eylem, tepki ve acının dünyasına başvurma âşinâ olunan bir yöntemdir ve hatta acı verici bir rahatlık bile sunabilir. Fiziksel acı, yakın ilişkiler için bir kanaldır ve ilişkide geçerli bir iletişim şeklidir. Şiddet yoluyla kurulan temas, beden sınırlarının bütünlüğünü bozan, yara ve iz bırakabilen bir temastır. Şiddetin görünür ve doğrudan olması, içgüdüsel ilişkilerin oluşturduğu dünyanın parçası olmayanlar için şok edicidir. Söz konusu kişilerin altüst oluşları ve heyecanlarının arkasında bu şiddetin cinsel çağrışımlarının rölü vardır. Kendi kendine açılan veya başkalarının neden olduğu yaraların yara izinin sembolik anlamı vardır. Derinin insanın sınırlarını belirlemesi ve dış dünya karşısında bir kalkan olması nedeniyle yara izleri psikanalitik araştırmanın önemli bir alanıdır. Esther Bick (1968) ve daha yakın zamanda Ulnik (2007) ve Lemma (2010) yara izinin sembolik anlamını araştırmıştır
Şiddet içeren ilişkilerde kadın faillerin tedavisine dair teknik hususlar
Eşlerine veya çocuklarına şiddet uygulayan kadınlara yönelik tedavideki en önemli nokta, toksik ilişkinin terapi sırasında yeniden canlandırılmasından kaçınılmasıdır. Güçlü bir öfke duygusu veya kurtarma isteği uyandırabilen hastayla, kolayca cezalandırıcı veya korumacı bir ilişkiye girilebilir. Bu durum hastanın, kurtarılıp dönüştürülme veya özellikle eşini terk ettiyse ya da ondan ayrıldıysa uyanan suçluluk duygusuna göre cezalandırılma isteklerinin bilinçaltındaki yansıması olarak anlaşılabilir. İlk durum, erken yaşamlarında mahrum kaldıkları koruyucu ve sevgi dolu bakımı alma ve “yeniden doğma” arzusudur ve bu şimdiye kadar, artık yıkılmış olan şiddetli ilişki yoluyla karşılanmış gibi görünmektedir.
Her iki güçlü istek de doğrudan yansıtılabilir ve terapistin kendi bilinçdışı ihtiyaçları ve fantezileriyle rezonans oluşturabilir. Hastanın bu yönlerinin yer aldığı yansıtmalı özdeşiminin yoğun gücü ve hastanın geçmişi zengin bir iletişimsel veri kaynağı sunar.
Terapist zaman zaman, hastanın hissedilen zayıflığı ve yıkıcı durumları terketme isteksizliği nedeniyle, azarlayan, kontrol eden, cezalandıran eşle özdeşleşebilir. Hayal kırıklığına uğramış ve kızgın hissederek yorumlamalarını şiddet biçimi olarak kullanabilir. Bu durum hastanın aşağılanmış ve hırpalanmış hissetmesine neden olabilir. Diğer zamanlarda terapist, sonsuz yardım ve bakım sunan kurtarıcı rolünü oynama tehlikesiyle karşı karşıya olabilir. Bu arzulara göre hareket etmek hastaya yardımcı olmaz. Onun kendi taşımasını ve öz-yeterlik duygusunu bulmasını ve hissettiği öfkeyi ifade etmesini ve sahiplenmesini engeller.
Rosenfeld (1987), karşı-aktarımı güçlü bir etki olarak tanımlar. Terapistte ‘düzeltici bir duygusal deneyim‘ gerçekleştirme isteğine neden olur. Hastaya yardım edilecekse önceden dayanılmaz olanı ifade etmesi ve üzerinde çalışması için bu dürtüye direnmelidir. Şiddete başvuran kadınlar söz konusu olduğunda, öfkelerinin altında yatan yoksunluk duygusu, telafi etme isteği oluşturur ancak bu isteğe öfkelerini uyandırma korkusu eşlik eder. Şiddet içeren ilişkilerde her iki partnerin üzüntü ve yıkım duygusunun yer aldığı ortak bir alan yoktur. Bir tarafın şiddetin kurbanı ve diğerinin ise faili olduğu duygusu hâkimdir. Paula’nın durumunda, Paula kendini açıkça saldırgan olarak görüyordu ve pasif kocası tarafından çileden çıkartılıyordu. Kendi savunmasızlığını kabullenmeyi acı verici buldu. Rollerin bölünmesi ve katılığı, terapistin içinde hareket edebileceği ilişkinin indirgeyici bir şekilde iki boyutta anlaşılmasına, bilinçsizce failin veya mağdurun rolünü üstlenmesine yol açabilir.
Bu dinamiklerin içindeki bir kadına yardım etmenin yolu; eşinin kendisine şiddet uygulamasına bilinçsizce izin verdiğinin ya da öfkesini çocuklarına yönlendirdiğinin farkına varmasını sağlamaktan geçer. Bunu aslında çaresiz bir güçsüzlük duygusunu hissetmemek için yapmaktadır. Bu farkındalığı sağlamak, eğer terapist yargılayıcı veya suçlayıcı ise mümkün olmayacaktır. Hastaya ancak terapötik duruşun sağlam tarafsızlığı ile yardım edilebilir. Adli psikoterapi tedavisinin diğer vakalarında olduğu gibi, terapist zalim ve şefkatsiz olmayan yardımcı bir süperego olarak hareket eder. Terapinin kendisinde sadomazoşist yeniden canlandırma potansiyeli önemlidir ve akılda tutulmalıdır.
Terapi süreciyle iş birliği yapan kadın için başka riskler de vardır. Hem eşine hem de çocuklarına karşı kendi düşmanlığının farkına vardıkça savunma mekanizması zayıflayacaktır. Bunun sonucunda ruhsal bütünlüğüne yönelik tehditler, kendine zarar verme veya intihar duygularının artmasına neden olabilir.
Kendi saldırganlığının farkındalığıyla başlayan suçluluk duygusu, onarıcı olmaktan ziyade suçlayıcı bir depresyona yol açabilir. Bununla birlikte artan kendine zarar verme riski dikkâtle gözlenmelidir. Güçlü bir terapötik ilişki içinde sunulabilecek taşıma ve içgörü, ortaya çıkan zulmedici suçluluk duygusundan kurtulmasına yardımcı olabilir.
Cinayet ve intihar dürtüleri arasındaki bağlantı (Hyatt Williams, 1998; Motz, 2001/2008), özellikle kendileri hakkında kırılgan bir kavrayışa ve başkalarıyla narsisistik ilişki kurma biçimine sahip annelerde güçlüdür. Çocukları, nefret ettikleri kısımlar da dâhil olmak üzere, kendilerinin inkâr ettikleri yönlerini yansıtan nesneler olarak görülür. Cinayete meyilli çiftler söz konusu olduğunda, ikisi arasında yoğun bir zulüm, aldatma ve ihanet eylemini mümkün kılan bilinçdışı bir sözleşme vardır. Bu, çocuk istismarı ve cinayetinin yanı sıra çifte, tehdit oluşturan veya işkence ve ölümü onlar için bir uyaran oluşturan üçüncü tarafların, öldürülmesinin koşullarını yaratır.
Welldon (2012), çocukların bir çift tarafından kasıtlı olarak öldürüldüğü durumları ‘habis bağlanma ‘örnekleri olarak tanımlar. Çift, bazen cinsel haz amacıyla acımasız yeniden canlandırmalarda yani çocukların yetişkinlerin hazzı için işkence ve ihlal edilecek nesneler olarak kullanılması arzusunda birlik olur. Welldon, bazı durumlarda çocukların ızdırabının ev yapımı pornografi amacıyla nasıl kaydedildiğini açıklar. Bu tür cinsel işkenceye dâhil olan sadomazoşizm, fiili öldürmenin bir provası olarak görülebilir. Cinayet gerçek hayatta işlenmeden önce, fantezide tekrar tekrar işlenir.
Cinayet ve intihara meyilli duygular arasındaki bu güçlü bağı terapist her zaman akılda tutmalıdır. Çünkü içgörü arttığında, kendini cezalandırma arzusu da artar. Bu içgörü, cinayete ortak olan bir kadın, saldırganlığını diğerine yansıtmaktan vazgeçerek kendine ait olduğunu fark ettiğinde ve kendi caniliğini kabul ettiğinde de görülebilir.
Zihninin bu kabul edilemez ve korkutucu hallerini artık eşine yükleyemediğinde, ruhsal dengesi tehlikeye girer ve çok yoğun intihar duyguları ortaya çıkabilir. Tıpkı psikotik bir durumda da olsa kendi çocuğunu öldürmüş bir annenin, psikoz geri çekilip içgörüsünü tekrar kazandıkça ciddi bir şekilde dengesizleşebileceği gibi kendini cinayette pasif, trajik bir kurban olarak gören bir kadın da işlenen suçta kendi aktif rolünü fark ettiğinde derin bir depresyona girebilir. Ayrıca, çocuğu tarafından temsil edilen umudu öldürdüğünden, derin çaresizlik ve depresyon yaşayabilir (Adshead, kişisel iletişim).
Bu içgörü süreci, bir çiftin veya bir grubun parçası olarak hareket eden çocuk istismarcılarının kendi bireysel suçlulukları ve zulümlerinin boyutunu fark etmeye başladıklarında belirgin bir şekilde görülür. Adli psikanalitik psikoterapi yoluyla, öncelikle yaşanan olaylarda kendi sorumluluklarının farkına varırlar. Sonrasında verdikleri zarar üzerine düşünmeye başlarlar. Söz konusu zarar istismar aktivitesinin sonucudur ve partner ilişkisi bu sadizmden beslenir. Hem mağdurun hem de failin aynı kişide olduğu acı verici, paradoksal yan yana gelişin farkında olan bir psikoterapötik yaklaşım çok önemlidir. Bu yaklaşım, çiftin karmaşık ve tehlikeli dansı içinde gizlenen bireysel acının ve rahatsız edici ilişki kalıplarının izinin sürülmesine olanak verir (Clulow, 2001; Welldon, 2009).
Sonuç
Şiddet ve istismar içeren ilişkiler içindeki kadınlarla çalışırken, onların da bu toksik ilişkideki fail olabileceklerini akılda tutmak önemlidir. Şiddet uygulayan çiftlerde saldırgan dürtülerin ötekine (erkeğe) yansıtılması, kadın şiddeti gerçeğini gizlemeye hizmet edebilir. Ancak terapist yüzeyin altına bakmalı ve kadının kabul edilemez duygu ve dürtüleri hakkında konuşup hastayı gerçek terapi çalışmasına dâhil edebilmek için kadın suçu olgusunu kabul etmelidir. Kadının yakın ilişki şiddetinde hem mağdur hem de fail olarak ikili rolü, terapi sürecinde terapist mağdur veya saldırgan rolüne çekildiğini hissettiği zaman tekrarlanabilir ve yeniden canlandırılabilir. Ayrıca, çiftin paylaşılan öfkesinin hedefi veya her iki partnerin de kötü niyetli duygularının alıcısı olabileceğinden, evdeki herhangi bir çocuk için risk konusunda tetikte olmak da önemlidir. Yıkıcı dinamiklerle iç içe olan bireylerle veya çiftlerle çalışmak, terapide yeniden canlandırma olasılığına ve bunlara direnme ve fırtınanın gözünde kıpırdamadan kalma ihtiyacına dair keskin bir farkındalık gerektirir.
Kadına karşı şiddetin olduğu günümüzde, kadın şiddetinden bahsetmek anlaşılmaz gelebilir. Ancak bu şiddetin ana kurbanları çocuklardır. Sistemde en zayıf olan ve kendini koruyamayan çocukların önceliklendirilmesi gerektiği açıktır. Anna Moltz’un yukarıdaki makalesi yaşananların nedenlerini son derece net bir şekilde açıkladığı için farklı bir bakış açısı oluşturulmasını sağlamaktadır.