4. Hafta 09.02.2023
İçgörü, analistin yaptığı herhangi bir yorumla veya alanın gelişiminin herhangi bir anında üretilmez. Alanda önceden bunu sağlayan bir çalışma olmalıdır. Alan patolojisinin temel fenomenlerinden biri olan felç, mükemmel bir içgörü karşıt durumdur.
Analitik ortamda elimizdeki en önemli enstrüman yorumdur. Yorum yoluyla hastanın basamak çıkmasını veya problemlerini arkasında bırakmaya çalışırız. Dirençlerin yorumlanmasının amacı budur. Bir yere takılıp kalmamasını, yolunu yürüyebilmesine çalışıyoruz. Yorumlama bilgi üzerine oturmaz yorum, bilginin aktarılması veya bir anda bir şeyi fark edip söylemeniz değildir. Hastayla serbest çağrışım ortamı oluşturuyorsunuz, rahatlıkla kendisini ifade etmesini mümkün kılıyorsunuz, onun içinden gelenlerin yerine aklını kullanmasına veya bir şeyi anlayıp anlamadığına odaklanmıyorsunuz ve oradaki sürecin içine girip dâhil oluyorsunuz, hastayla bir etkileşim içindesiniz, çağrışımlarını izleyerek, rüyalarını dinleyerek onun içinde ne olup bittiğini anlamaya çalışıyorsunuz. Tüm bunları yaparken içinizde yavaş, yavaş bir şey oluşmaya başlar daha adını koymamışsınızdır, farkında değilsinizdir ama hastanın söylediği bir şey üzerine daha önce oluşmuş olan sizin de henüz farkında olmadığınız bir şey ortaya çıkar böyle olunca siz de aydınlanırsınız hastayı da aydınlatırsınız. Yorumlama süreci budur. Bunun bilgi ve akıllı bir ilgisi yoktur, tamamen kendi benliğinizi, sezgilerinizi, hissettiklerinizi, kullanarak süreç içinde bunların farkında olmadan birdenbire oluşmuş bir şey ortaya çıkartır, sizin içinizde oluşan görü hasta içinde bir iç görü haline döner.
İçgörü, burçtaki felçli durumların neden olduğu yabancılaşmış olanı kurtarmak ve onu yeniden “kendine ait” kılmak ve analitik durumun genel dinamikleriyle yeniden bütünleştirilmesi anlamına gelir.
Eğer ortamda o akışı durduran bir şey varsa sizde de karşıda da durur yani siz konuşuyorsunuz, hasta çağrışım yapıyor ama bir şey oluşmuyor; bu içgörünün karşıtı olan felç durumudur. Bilinçaltında bazı girilmemiş, keşfedilmemiş alanlar vardır o alanların keşfedilerek çalışmanın bir parçası haline gelmesi oradaki çağrışımı ve ortamı zenginleştirir ve kıvamını arttırır. Aynı grupta olduğu gibi grup matrixi dediğimiz şeyde de grupta konuşulan her şey, verilen her türlü tepki aslında grubun hafızasında birikir ve o biriken şey grup olur. Oradaki kişilerden ziyade orada olup biten her şey, etkileşim, beraber oluşturulan ürün, herkesin yararlandığı enerji vs. grup matrixini oluşturur. Grubun başladığı andan sonuna kadar hem grubun üyeleriyle hem de yöneticisiyle birlikte oluşturdukları alana grup matrixi denir. Farkında olunmayan alanların farkındalık alanına çıkartılması iki insan arasındaki alanın zenginleşmesine sebep olur. Grup matrixi dediğimiz şeyle analitik alan aynı anlama gelir.
Bu anlamda, bölünmeyi aşmak anlamına gelir ve Melanie Klein’ın “depresif konum” dediği hal ile uyum sağlar. Bu, tehlike altındaki veya bölünme (dissociative) ile hasar görmüş bir alan durumunun onarılması anlamına gelir. Bu bir yeniden birleşmedir.
Bastırma ortadan kaldırılırsa bastırılan materyal zenginleştiren bir alan oluşturur, başka bir savunma da bölünmedir. İnsanın bir problemi bastırılamayacak bir düzeydeyse yani borderline düzeydeyse biraz daha pre-ödipal düzeydeyse bastırmak değil benliğinin bir tarafını benlikten uzaklaştırarak, kopartarak durumu çözmeye çalışır. Mesela kardeşinizi çok kıskanıyorsunuz, ona bir zarar verme eğiliminiz var bu bastırılır ve tersine çevrilir, kardeşinizin üzerine titremeye başlarsınız, gece uyurken gider nefesine bakarsınız vs. bu bastırılan içerik tersine döndürmeye çalışılır, şefkate döndürmeye çalışılır. Burada reaksiyon formasyon denen savunma kullanılıyor demektir ya da şöyle bir şey olur; kendi içinizdeki kardeşinizi kıskanan tarafınızı sen ne kötü bir insansın deyip kendinizden kopartırsınız. Bu bölünme yoluyla yapılan bir şeydir. Burada benlik fakirleşir. Benliğin bir kısmı tehlikeli olarak addedildiği için o kopartılıp dışarı atılır sonucu da mesela kişinin insanların birbirini niye kıskandığını anlayamaması veya kıskançlığı çok kötü bir şey gibi tanımlayıp her kıskanan insandan uzak durması gibi sonuçları olur. Kendisine yaptığını onlara da yapar. Dolayısıyla bölünme savunmasının kullanılması sonucunda benlikte bir fakirleşme ve hayatın bazı durumlarını anlayamama veya o durumlardan ölçüsü kaçmış bir şekilde rahatsız olmaya sebep olur. Savunmanın adı bölünme, ortaya çıkan şey disosiyasyondur. Bölünmenin iki sonucu vardır ya disosiyasyon yapar, benlik bütünlüğü gevşer ya da o parçayı benliğinin dışına atmaya çalışır bu çok daha ağır bir durumdur. Sonradan halüsinasyona neden olur veya kulağına ses olarak gelir; sen kötüsün vs. gibi.
Haset hayatın içine çok sokuluyorsa büyük bir günahkârlık duygusuna yol açar. Bir insan hasedini tam anlayamadıysa kendisini günahkâr sayar. Orta çağ boyunca şeytan çıkarma, engizisyon, insan yakma, kendini kırbaçlama, kendilerine devamlı ceza vermelerinin arkasında çoğu zaman haset duygusunun fazlalığı yatar. Haset duygusu çok büyük ve çok güçlü bir duygu olduğu için hasedi kendinizden kopartamazsınız ancak hasedin sonuçları yaşanır, günahkârlık gibi. Şunlara çok sık rastlarsınız; hastalık korkusu başlar, aslında hasedi yüzünden ceza bekliyordur. (Ölüm cezasıysa kanser, daha hafif bir cezaysa kalp krizi geçirmekten korkar.)
Bu onarımı gerçekleştirmek için analist asla tek başına hareket etmez. Eğer hasta bir an için onunla aynı fikirdeyse yani her ikisi de bunu yapma ihtiyacını paylaşıyorsa, durumu düzeltebilir. Yani içgörü, simbiyotik bir durum içinde yer alan bir şeydir. Sembiyotik durum, ikili bir iç görüşe izin veren ikinci bir alan görünümüdür. Kesin konuşmak gerekirse, bu iki yüz arasında içgörü üretilir ve simbiyotik durum işlevini oluşturduktan sonra sona erer. İçgörü, analistin ve hastanın birleşik çabalarının farkındalığa ve ifade edilebilir formülasyona ulaştığı andır
Şizoid paranoid bebeğin dünyasında iyi anne kötü anneden ayrı tutulur. Anne iyi ve kötü taraflarıyla bir bütün değildir, iki ayrı anne vardır. Çocuk anneyi eğer iyi ve kötü tarafları olan biri gibi algılayabilirse o zaman bu bölünme ortadan kalkar. O zaman anne siyah ya da beyaz olmaz, gri olur. O zaman bölünme geride bırakılır. Bebek depresif pozisyona gelebildiyse anneyi tek bir anneye çevirmeye başlar ama bu da bir kere çevirdim, oldu bitti şeklinde olmaz. Mesela anne tuvalete gitti, annenin keyfi yok çocuğu anlayamadı orada tekrar bölünme devreye girer, şizoid paranoid pozisyona kayar ve anne tekrar iyi anne-kötü anne olur. Neticede anne çocuğa ne kadar duyarlılık gösterebiliyorsa o kadar hızlı bir şekilde ne kadar az duyarlılık gösteriyorsa da o kadar sık bir şekilde depresif pozisyonla şizoid paranoid pozisyon arasında gider gelir ama bütün bu süreç içinde ortalama bir anne çocuğun içindeki öfke miktarını azaltmayı becerebildyise -ki bunu yapar ama biraz zaman alır, çocuk içindeki öfke azaldığı için annenin yokluğunu, yorgunluğunu daha iyi tolere etmeye başlar. Öyle olunca da şizoid paranoid pozisyona kayması azalmaya başlar. Depresif pozisyona yerleşir. Depresif pozisyonda ise annenin eksikliği değil bebeğin anneye duyduğu haset yüzünden anneyi yıkmak, yok etmek, onu yiyip içine almak gibi eğilimler olur. Böyle bir durumda çocuk bir yandan anneyi yok ederken bir yandan onarıcı işlevler oluştuğu için tamir etmeye yönelir. Bu arada çocuk anneye duyduğu öfkeyi anneyi muhafaza edebilmek için kendine yöneltmeyi öğrenir, anneyi iyi-kötü diye bölmekten kaçınmaya başlar ama kendine öfkeli bir insan olur. Hepimizin içindeki anneye duyulan öfkenin kendimize dönme eğilimi depresif pozisyonda oluşur. Depresif pozisyona gelen çocuk anneyi kötü yapmaktansa kendini kötü yaparak anneyi iyi muhafaza etmeyi başarır. Depresif pozisyon ilerleyip, iyice gelişip çocuğu ödipal döneme girmesini sağlayacak kadar içindeki dürtüyü ve bölme eğilimlerini geride bırakıyorsa ödipal döneme girer. Buna ambivalan dönemi denir. Yani anneyi hem sever hem kızar. Hasedi yüzünden anneye bir öfkesi vardır ama anneyi yok edecek derecede değildir. Orada artık başka bir düzeye çıkar, sevme kapasitesi artmıştır, haset arkada kalmıştır, normal bir insan olarak yaşamaya başlar ve yaşadığı hayattan da keyif alır. Eğer bunu yapamıyorsa debelenip durur. Bazen anneyi iyi yapacağım derken kendini kötü tutmanın derecesi kendine zarar vermeye döner, hayatını çıkmazlara sokar vs.
Seans içinde bir insanın kendi içindeki bölünmüş tarafları bütünlüğe dönüştürmesi, mesela bir insanın karşısındakini yenip zafer kazanmak isteyen taraflarıyla onunla yakın olup iş birliği yapmak isteyen tarafları birbiriyle çatışma halindedir. Pre-ödipal dönemdeki bir çocuk için babası da dahil olmak üzere etrafındaki herkesi yenmek isteyen tarafları vardır. Hem babasını yenmek hem de oğlu olmak isteyen tarafları vardır. Bunlar ayrı ayrı çalışır. Bu bir bölünme oluşturur. Böyle bir bölünmeyi konuşurken hastanın çağrışımlarıyla bu iki tarafı da anlamaya eğilimiyse o zaman bu konuda yapılacak bir yorum o problemin çözümünü hızlandırır ama diyelim ki hastanın narsistik sistemi fazla yüksek, babasını yenmek, annesinin de kendi karısı olmasını istiyor, bu tarafı fazlaysa yaptığınız yorum bir işe yaramaz. Hastanın da bunu görüp kabul edebilecek malzemeyi oluşturmuş olması lazım ki yorumlayınca bölünme geride kalsın yoksa yaptığınız yorumun bir zararı olmaz ama anlamı da olmaz.
Bu, mekânda ve zamanda da bir ayrışma (discrimination) sürecine paralel olarak ilerler: “O çocuksu durumu, onu haklı çıkarmayan bir bağlamda tekrarlıyorum; bu bana ait değil, diğerine ait, bu diğerine bu ise sadece bana ait” örneklerinde olduğu gibi.
Bu çocukla ebeveynler arasındaki bölünme sürecinin arkada bırakılması çocuklukta kalmış bir şey değildir. Geçmiş bugüne getirildiği için geçmişte çözemediğimiz her şey tekrar, tekrar önümüze geldiği için sadece iki yaşındaki çocuk için değil, geçmişe takılmış herkes için bu geçerlidir.
Dolayısıyla içgörü hem analistin hem de hastanın sembiyotik durumunun oluşmasının bir sonucu olarak alana yerleştirilen parçalarının yeniden ait oldukları yerlere dağıtılmasına izin verir.
Bütün canlılar gibi insanlarda sürekli olarak kendi bebeklik dönemlerindeki onlara çok iyi gelmiş olan simbiyotik ilişkiyi yani bebek annenin kucağında ve ikisi de birbirlerine gülümsüyorlar, bunu daha sonra kendi özel hayatlarında tekrarlamak isterler. Yani karşılarındaki insanla iki tarafa da iyi gelen huzurlu, mutlu, doymuş hissettikleri anların tekrarlanmasını beklerler. Bu olmuyorsa “bu ne biçim bir ilişki” demeye başlarlar, adam kazma gibi veya kadın kapatmış kendini, ne söylesem boş, var ama yok demeye başlarlar. Simbiyotik dönemin özü içimizdeki bebeğin tekrar uyandığı ve bebeklikteki anneyle mutlu ve verimli anı tekrar yeniden üretme ihtiyacıdır. Bu olduğu zaman zaten içimizdeki bebek uyanmış olur.
Her ikisi de alanın önceki durumunun ve engellendiği yerin farkına varır ve sonra onarılmış olarak yeniden kendileri olurlar (sembiyozdan çıkarlar) karşılıklı olarak temel sözleşme tarafından belirlenen yeni yerlerini bulurlar.
Eğer insanların sınırlarında bir problem yoksa sınırları doğru oluştuysa sonra bu simbiyotik dönem biter, sonsuza kadar sürmez. Zaten sonsuza kadar sürmesi insanın bebekleşmesi olur ki iyi bir şey değildir, işlev kaybına neden olur. Dolayısıyla sınırlar iyi bir şekilde çizildiyse buradan sağlıklı bir şekilde çıkar, her iki taraf simbiyozun dışında kendilerini realize etmeyi sürdürürler.
SORU: Hasta bazen terapistine ben size âşık oldum dediğinde bu simbiyoz mu oluyor?
Hasta bunu dediğinde zaten içimdeki bebek uyanmış oluyor. Siz ona öfkelenmiyorsanız, hasta da siz de oradan keyif alırsınız. Kitapta diyor ki işin keyifli tarafı bu simbiyoz yüzünden mutlu olma tarafıdır. İki tarafa da iyi gelir.
Ama arada başka bir şey olmuştur; bir engel aşılmıştır, bölünmüş bir şey bütünleştirilmiştir, hastanın içsel nesne ilişki kalitesi ve daha az ölçüde analistinki pozitif yönde değişmiştir.
Buradan tedavicinin de pozitif bir kazancı olur, tabii ki bu kazanç hastada daha büyüktür ama şunu da unutmamak lazım; diyelim ki bir insanın narsistik tarafı çok yüksek, narsistik ihtiyaçları çok fazla, böyle bir insan bir yakınlık ilişkisinde mesela tedaviciyle bu bahsettiğimiz iş birliği ortamında tedavicinin onun narsistik ihtiyacına cevap vermesini, onu beğenmesini, takdir etmesini beklemeye başlar, cevap alamayınca öfkesi artar, narsistik bir öfke oluşur bu da ortamı bozmaya başlar. Hastanın tedaviciye belli bir bağlılığı vardır ama bir yandan da sürekli ondan kurtulmak istiyordur. Niye? Çünkü tedavici onun narsistik ihtiyaçlarına uygun davranmıyor. Tedavideki direncin en büyük kaynağı budur.
SORU: İyi nesne ilişkisinin oluşması için simbiyozun olması lazım değil mi?
İşi başından aşkın, çocuk büyütmeyi kilolu bir çocuk olması, onu yedirip uyutmak olarak tanımlayan bir kadın eğer kendisi eksik bir annelik aldıysa çocukla simbiyotik durumlar oluşturamaz. Çünkü bunun oluşması için annenin içindeki bebeğin de uyanması lazım ve de çocuğun içindeki bebekle annenin içindeki bebeğin simbiyoz oluşturması lazımdır. Anne bunu yapamayacak durumdaysa yorgun, öfkeli, kaynanasından dayak yediği için, kocası ona sahip çıkmadığı için -ki köy dediğimiz ortamda kadınların yüzde doksanının başına gelen budur. Böyle bir ruh hali içinde öfkeli bir kadının bebeğiyle simbiyotik bir ilişki kurmasını mümkün olmaz. Dolayısıyla nesne ilişkileri bozuk olur; mesela bizde minibüsçüler yolun ortasında durup sohbet ederler ya da insanları sıkış tepiş minibüse bindirirler, insanların hali umurunda değildir ve hâlâ yolda durup 3-5 TL daha fazla kazanmak isterler. Bu insanın nesne ilişkileri çok bozuktur, insanları insan yerine koymaz, eşya yerine koyar, insanları sadece para kazanma aracı olarak görür. Tüm bunların arkasında bebek anneliğinin eksikliği yatar. Bir insanın böyle olması için annesinin onu görmemiş, algılamamış olması lazımdır.
İçgörünün ve formülasyonun geçerliliğinin mihenk taşı içgörünün oluştuğu aydınlanma anının aktarımda ve karşı-aktarımda hissedilen ilişkinin kalitesindeki artıştır. Analist ve analizan arasındaki bağ artık tamamlayıcılığa değil, aynı keşif ve zenginleşme deneyimi paylaşmaya özgür iletişime, erotize edilmemiş sevgiye ve üretilmiş ve yeniden üretilecek olan agresif gerilimlerin inkâr edilmemesine bağlıdır. Böylece alanda ve yaşam içinde bir gelecek olasılığı ortaya çıkar.
Bebeğin anneye yöneliminde muazzam bir dürtüsel içerik de vardır. Bebekleşme deneyimi yaşayan her insan bilir ki bebekliğe inildiğinde dürtüler çok canlanır. Orada bebeğin iç dünyası fazlasıyla canlıdır ama o canlılık dediğimiz şey büyük ölçüde dürtülerin canlanmış olmasından kaynaklanır. Burada annenin dürtüleri uyanır mı? Normal bir annenin dürtüleri uyanmaz. Anne bebekle olan ilişkisinde bebeğini dürtüsel alanının dışında tutar, erotize olmamış pozitif bir enerjiyle annelik yaparsa o zaman anneliği sağlıklı bir annelik olur. Annenin kendi dürtüleri uyanıp erotize bir enerjiyle karşılık veriyorsa o zaman kızsa çocuk kesin lezbiyen olur, erkekse annesiyle olan sınırları çizmekte çok zorlanır ve annesi onun için yavaş yavaş tehlikeli bir şey olmaya döner. Erkek çocukta annenin dürtüleri annenin içinde kaybolma korkularını arttırır, kız çocukta da anneyle kendisinin sınırlarını korumasını zorlaştırır ve kadın bedenine olan bağlılığı kolay kolay çözülemeyecek bir nitelikte olur. Bebek kucakta olmaktan, dokunulmaktan haz alır ve alması da lazım ki vücudu dürtüyle canlansın ve gelecekte cinsellik yaşayabilecek bir insan olsun. Anne çocuğun dürtülerinin canlanmasını sağlayamazsa ileride libidosu düşük olur.
Tedavi ortamında da hastayla bir ahenk oluşması -ki buna simbiyoz diyebiliriz, o ahenklenme anında tedavicide dürtü olursa bu ahenklenme korkutucu bir şeye dönüşebilir, buna duyarlı olmak lazımdır. İşlerin doğru gitmesi için biraz anne ile bebek arasındaki gibi bir şey oluşması lazım, orada uyanan fazla dürtü ortamı bozar çünkü o zaman şu olur; anne, çocuğa ihtiyaç duymaya başlar, çocuk anneye sadece nesne ilişkileri bağlamında bebeğini canlandıran bir şey olmaktan çıkar, bebek, anne için arzu nesnesine döner. Lacan’çılar normal büyümeyle sapkın büyüme arasındaki farkı çocuğun arzu nesnesi olup olmamasına bağlarlar. Çocuk annesi için bir arzu nesnesi olduysa o zaman kendisini annesinin en büyük aşkı, en sevdiği varlık vs. gibi algılar ve ödipalize olamaz. O zaman baba sadece damızlık olarak kullanılmış ama aslında annenin oğluna âşık olduğu bir durumu temsil etmeye başladığında ortaya sapkınlık çıkar. Şunu vurgulamak lazım; eğer bir annenin bebeklik döneminde içindeki daha erotize alan bebekle, çocukla olan ilişkisinde uyanıyorsa kaçınılmaz olarak bu çocuk sapkın olacaktır. Diyelim ki emzirmek erotize eden bir şey olmuyor ama çocuk büyüdüğünde onu babasından daha çok sevdiğini, çocuğu hayatının merkezine aldığını görüyorsak böyle bir durumda ne olur? Anne çocuğu hangi yaşta arzu nesnesi yaptıysa çocuk o yaştan ileri gitmez, oraya takılır kalır. Mesela anal dönemde, iki-iki buçuk yaşlarındayken anne çocuğu arzu nesnesi yaptı yani hayatının merkezini aldı ona enerji veren bir şey gibi algılıyor, çocuk bunu algıladığı anda gelişmesi durur, sadist ya da mazoşist olur. Bu bebekken olmuşsa dürtüleri ayaklarında kalır, fetişist, röntgenci, ölü sevici, hayvan sevici olur yani daha tuhaf yollara kayar. Ne kadar bebeksiyse o kadar garip, ne kadar yukarıya doğruysa iki yaşa doğruysa sadist, mazoşist, dışarıdan bakıldığında anlaşılmayacak, sadece yakın ilişki içinde görülecek sapkın özellikler oluşur.
SORU: 4-5 yaşa doğruysa ne olur?
O zaman zaten ödipalize olmuş olur ya da ödipale girer ama ödipali çözemez. Çocuk 4-5 beş yaşına geldiğinde anneyle babanın ilişkileri bozulduysa veya ayrıldılar diyelim, anne çocuğa fazla yatırım yapmaya başlayabilir. Böyle bir durumda çocuk ödipalin dışına çıkamaz, hep ödipalde kalır. İlla bir hasar olur ama sapkın olmaz. Sapkın olması için iki buçuk yaş öncesinde olması lazım. Pre-ödipale takılıp kalmış olması lazımdır. Ödipal dönem, insanı insanlık kültürünün bir parçası yapan dönemdir. İnsanlık kültürünün bir parçası olma yoluna girmiş ama tamamına erdirememiş olur. Bir erkek çocuk tamamına erdiremezse ileride sevgilisini ya da karısını anne yapar, ilişki tıkanır yani gördüğü zarar ondan ibaret olur. Dışarda çapkınlık yapmaya başlar.
Yaşamda bir gelecek oluşturmak alanda oluşturmakla başlayacaktır. Bu, paylaşılan analitik çalışmayı olumlu ve değerli bir şey olarak deneyimlemektir. Bu değerlendirmenin niteliksel olarak memeyle, anneyle, idealize edilmiş nesneyle mutlu birleşme anlarını yeniden üreten herhangi bir analizdeki “mutlu” anlarla hiçbir ilgisi yoktur. Bu tefekkür (meditation) değil, geleceğe projekte edilen yaşamın kendisidir. (İnsanın kendisi olmayı sürdürürken kendini bölüp parçalamadan kandırmadan varolabileceğine dair bir örnek anlamında) Bu şekilde tanımlanan içgörü anı, o kadar temel olmayan diğerlerinden (meme, idealize edilmiş anne ve sevgi nesnesi ile birleşme gibi mutlu edici deneyimler) daha fazla olarak analistin çalışmasından elde edebileceği en yüksek doyumu oluşturur.
Herkesin iç dünyasında bebekliğe ve erken çocukluğa ilişkin, mesela bebeğin anneyle yaşadığı yakınlığının içinde bazen öyle anlar olur ki bebek annesini Allah gibi görür, onu çok güzel görür, ruhu büyük bir güzelliğin karşısında eriyormuş gibi olur. Bunu estetik eksperians denir. Bebek annesini olabilecek en güzel varlıkmış gibi algılar. Bu deneyimi yaşamış olan bir bebek estetik duygusuna sahip olur. Kendisini çirkinleştirmez, kendine yakışmayan şeyleri giymez bu deneyimi yaşamış olan insanın zevkleri daha iyidir, moda peşinde koşmaz, herkes onu yapıyor diye yapmaz, aslında herkesin yaptığını yapmak estetik eksperians yokluğunu gösteren bir şeydir. Bu bebeklikte yaşanan önemli bir duygudur dolayısıyla da içimizde kazınır, onu yaşadıysak güzelliği ona göre ayırt ederiz. Yaşamadıysan da istediğin kadar uğraş, olmaz. Annenin idealize edilmesinin daha düşük formları da vardır, burada neredeyse Allah’ı görmüş gibi bir aşk vardır. Analitik çalışmada bu simbiyotik ilişki içinde zaman zaman bebeklikteki doyumların tekrarlanıyor olmasına rağmen bunun dışında bir de orada oluşturulan çalışma, emek, derinlik, tedavicinin kendi nefsini geri çekip kendisini tamamen karşısındaki insanın gelişmesi için seferber etmesiyle insanlık kültürünün oluşmasına neden olan hoşa gidecek içerikler oluşabilir. Bebeksi içerikler ve doyumların dışında, iş düzgün yapılıyorsa başka bir haz vardır.
Kendilerini içgörü anında, alanda ve kendi aralarında iletişim kurarken bulduklarında, analist ve analizan kendi içlerinde iletişim kurduklarını ve psişik deneyimlerinin çeşitli alanlarına daha geniş bir erişimin tadını çıkardıklarını hissederler. Bu, bireyler ve tanımlanmış işlevleri arasındaki farklılıkları hesaba katan ılımlı bir iç iletişimdir ne istila ne kafa karışıklığı sadece her şeyi birbirinden ayırabilen bir birleşmedir.
Seans sırasında bazen hastayla ilişki derinleşmez, yüzeyde kalır, o zaman simbiyotik durum veya iki tarafın da hoşnut olduğu bir durum çıkmaz. Akli kalındığında her zaman böyle olur. Benliğinizi kullanabildiğinizde diğerini oluşturabilme şansınız olur. Orada karşınızdaki insanın bir sürü endişesi, kaygısı, direnci, korkusu vardır ve aslında her şey görülsün istemiyordur. Öyle olunca sizin sorduğunuz sorularla kendi kabuğunun arkasına geçip kendisinin de farkında olmadığı bir şeylerin ortaya çıkmasını sağlar. Dolayısıyla tedavicinin ilişkinin yüzeysel gitmesini bir problem olarak algılayıp sorduğu sorularla ortamı derinleştirmesi ve simbiyotik düzeye indirmesi gerekiyor ki tedavi olsun. Yoksa laf yarıştırarak, itiş kakışla, yapay bir çabayla bu işin sürmesine izin vermemek gerekir. Akıl verdiğinizde, tavsiyeler verdiğinizde ya da aslansın kaplansın havasına girdiğinizde o derinliğin oluşması mümkün değildir. Hasta belki bebeklikte annesiyle o derinliği deneyimlemiş ama sonra bitmiştir, dolayısıyla o bunu nasıl yapacağını bilmez, siz bileceksiniz. Benliğinizi kullanarak merak edeceksiniz, “bunu niye yapıyor bu insan, niye bu kadar kendi ayağına basıyor veya burada niye tıkanıyor, adım atamıyor”, demelisiniz. Duyduğunuz merak sevgiden kaynaklanıyorsa katiyen rahatsız edici olmaz, hastaya da iyi gelir. Sizin de benzer tıkanıklıkları aşmış olmanız lazımdır yoksa asla yüzeyselliği aşamazsınız.
Gözlemci egosu ya da bir gözlem işlevi üstlenmiş ego, hastada regresyona (gerilemeye) dalmış ve özerkliğini kaybetmiş ve analistte ise bastion (burç) karşısında iktidarsız bir seyirciye indirgenmişken içgörü ile sarkaç bütün hızıyla öbür yöne döner ve her şey tekrar yeniden ortaya çıkar ve canlanır.
Kendimizi karşımızdaki insanla karıştırmamız, onu kendimizden kalkarak anlamayı arkada bırakmış olmamız lazımdır. Eğer siz kendi içinizdeki sorunları çözemediyseniz hastanın dirençleriyle sizin dirençleriniz reel bir iş birliği oluşturup dokunulmaz bir kale oluştururlar, o zamanda terapi süreci tıkanır.
Analitik durumda, gözlemci egosunda açıkça farklılaşmış iki aşırı işlev tipi görülebilir. Bastion (burç) nedeniyle anlarında, hastanın gözlemci egosu savunmacı bir şekilde işlev görür ve alanı izler. Hasta ara sıra yanlış içgörüye başvurabilir (Richfield, 1954) (durumu az çok başarılı bir şekilde soyut kelimelere dönüştürür), ancak bu formülasyonlar iletişimde en ufak bir ilerleme anlamına gelmez.
Hasta işi akli anlamaya çeviriyorsa veya işin yüzeysel ve yavan kalmasına neden oluyorsa öyle mi yapsam böyle mi yapsam, gibi sorular soruyorsa bunların bir direnç göstergesi olabileceğini ya da sizden yardımcı ego olmanızı talep ettiğini ayırt etmeniz gerekir. Yardımcı ego olmak hastanın iyiliği için daha mı elzem, hatalarından öğrenmesi daha iyi demek mi daha doğru olur her durumda yeniden, yeniden karar verilmesi gerekir. Yardımcı ego olunur ama bunun alışkanlık olmaması, sadece gerekli olduğunda yapılması daha doğrudur. Yoksa iş yüzeyselleşir, birileri gelip sizden fikir alır, bizim yaptığımız iş bu değildir. Bu düzlemden tedavicide kendisini geliştirecek bir şey alamaz hastaya da veremez.
SORU: Hastanın sorumluluğunu tedavicinin üstüne yıkması da böyle bir şey mi?
Psikoterapinin başlangıç döneminde aslında hastanın hayatındaki her türlü tıkanıklığın talihsizlikten, kötü kazalardan, tesadüflerden oluşmadığını, hepimizin kendi özelliklerimizle başımıza gelecek olayları kendimizin davet ettiğini, kendi sorumluluğumuzu almadan yardımı hep ya astrolojiden ya hocadan ya tedaviciden beklemek zorunda kalacağı bir süreci arkasında bırakması gerekir. Burada bahsedilen şeyler hastanın kendi sorumluluğunu aldığında söz konusu olabilecek şeylerdir. Birlikte akmak denen şey bu süreçler geçilmiş, hastanın sorumluluğunu alması sağlanmış, iki kişinin iş birliğiyle takıldığı yerlerden kurtarılmasının sağlandığı süreçtir. Eğer hasta kendi sorumluluğunu almadan ilerlemeye çalışıyorsanız tıkanırsınız. Belki kendi sorumluluğunu alamadığından akıl istiyordur ama o da birinci sürecin geçilmediği anlamına gelir. Taşları doğru döşemek için geçirilen zaman kayıp değildir. Gelecekteki daha verimli zamana yapılan yatırımdır.
Aynısı analistte de olabilir. Bu meydana geldiğinde, analistin gözlemci egosu ve hastanın gözlemci egosu işbirliği yapamaz, çünkü her ikisi de birbirine karşı savunma konumundadır. Her ikisi de ayrı durabilmek için durumlarını entelektüel ederler. (Akıl düzeyinde anlamaya çalışırlar). Tersine, içgörü anında, hastanın gözlemci egosu ve analistin gözlemci egosu, kişilerarası alanda bir araya gelmek için kendilerini içsel alanın geri kalanından farklılaştırırlar. Füzyon değil, (sınırlar bozulmadan) bir arada varolmayı ve işbirliği yapmayı, entelektüel olarak bile beraber çalışmayı, birleşmeyi gerçekleştirirler. Böyle anlarda analist ve analizan analitik görevi paylaşırlar ve altından kalkarlar. Bu, hastanın ve analistin hastalık ve iyileşme fantezilerinin örtüştüğü anlamına gelir. Başlangıçta, konu hakkındaki tüm rasyonel kavramları kenara koymuş olarak hasta, analistinden mucizevi (sihirli) yanıtlar ve çözümler bekler. Hasta, kendisine neler olduğuna “hastalığına” dair bir fanteziyle ve ayrıca analistin onu iyileştirme çabalarına dair de fanteziye sahip olarak gelir. Analistin de işine ilişkin genel bir fantezisi ve hastanın yapısı, hastalıkları, tedavisinin nasıl olacağı hakkında özel bir fantezisi vardır. Her ikisinde de bu fanteziler bipersonal alan kurulduktan sonra oluşmaya başlar ve alanın dinamikleriyle birlikte gelişir (evrilir). Böylece, iki kişilik alana ilişkin bir fantezinin yanı sıra, onun evrimine, her iki katılımcının da bu alanda sahip olduğu role, patolojiye ve olası tedavisine ilişkin bir fantezi yaratılır. Genel olarak, bu hasta ve analist fantezileri uyuşmaz (analizan analistten ona asla veremeyeceği bir şey bekleyebilir örneğin bir kadın hasta kadın analistten ona bir penis vermesini bekleyebilir. Alandaki evrim, bir yandan hastalık fantazisinin tedavi fantazisine, diğer taraftan analizanın fantazisinin analistin fantazisine kademeli olarak yaklaşmasını sağlar.
İki insanın iyileşme ve iyileştirme fantezileri arasında farkında olmadan bir ahenk oluşana kadar tam anlamıyla bir iş birliği olmaz. Hastaya bir şey anlatırsınız hasta anlamaz, çünkü onun beklediği başka bir şeydir siz başka bir şey söylüyorsunuzdur. Bunlar henüz iki insan arasında neyin iyileştireceğine dair bir fantezinin oluşmadığını gösterir. Bunlar o zaman bir direnç olarak karşımıza çıkar. Eğer süreç ilerlemeden siz hastayı iyileştirmeye çalışıyorsanız, fanteziler arasındaki farklılık hastanın iyileşmesini engeller ve hatta ilişkinin kopmasına neden olabilir. Böyle bir şey olduğunda “beklentin nedir?” diye sorulabilir.
Alan patolojisine ve gerçekleştirilecek işin türüne ilişkin bu fantezi, büyük ölçüde hastanın davranışını ve analitik görevde işbirliği yapıp yapmayacağını belirler. Hastanın tavrı aynı zamanda analistin tavrını, yorum seçimini, sürece verdiği yönü de belirleyecektir. İçgörü anı, alanın mevcut durumunu anlama ve formüle etme açısından iki fantezinin örtüştüğü andır. Analist ve hasta aynı anda birlikte oluşturdukları çalışmanın, belli bir noktadaki gerçek doğanın farkındadırlar. Bundan sonra alan farklı da olsa patolojik bir yapıya döner ve hastanın ve analistin fantezileri birbirinden uzaklaşır, öykünün başka bir bölümünü yeniden bütünleştirir, analitik çalışma yeni bir içgörü oluşturana yeni bir engeli aşmayı mümkün kılana kadar başka çatışmalar sürer.
Mesela siz hastayı kurtarmaya çalışıyorsunuz, kurtarıcı olma fantezileriniz var. Böyle bir ortamda hasta verimli bir iş birliği yapabilir mi? Siz onu kurtarmaya çalışırken sizin ondan beklediğiniz kadar kendi sorumluluğunu almaya yönelebilir mi? Siz onu kurtarmaya çalışıyorsanız bütün sorumluluğunu almışsınız demektir, iş baştan çıkmaza girer, hiçbir zaman ahenkli bir çalışma ortaya çıkmaz. Dolayısıyla bir hastayı alırken kendinizden ne bekliyorsunuz farkında olmalısınız ya da hastaya yaptığınız yatırım onun acılarını dindirmekten mi kaynaklanıyor? İşin temelinde hastanın kendi sorumluluğunu almak varken tedavicinin onu kurtarmaya çalışması yaptığı işi baştan baltalar, ilişki çıkmaza girer.
SONUÇ
Analitik içgörü, paralize olmuş (felçli) asalak (parasitik) veya simbiyotik bir iletişim durumundan, ayrıştırma süreci (farklılıkların kabulü) sonucunda çıkmanın, bu yolla nesne ilişkilerinde ilerlemenin mümkün olduğu bir süreçtir.
İşin temel noktalarından birisi insanların farklılıklarının çok derin bir şekilde kabulü lazımdır -ki terapi bu farklılıkların üzerinden ilerler. Eğer siz bu farklılıkları bir temele oturtamıyorsanız çok hasedi olur ama siz bu farklılıkların farkındaysanız hasta kendisiyle sizi kıyaslamaktan daha kolay kurtulur. Bir hastanın size çok hasedi oluyorsa ya ağır problemlidir, bebekliği çok handikaplıdır ya da siz farklılıkları kendi içinizde tam olarak oturtamamışsınızdır. Hasta farkında olmadan sizin bilinçaltınızı algılar. Hastanın sizden farklı olduğunu hissedebiliyorsanız -ki bu onu kendinizden kalkarak anlamaktan kurtulduğunuz anlamına gelir- sorduğunuz sorularla onu anlamaya yönelirsiniz. Hastayla özdeşleşmiyorsanız ya da onu sizinle özdeşleşmeye mecbur etmiyorsanız (bu kendi kendine olacaksa olacak zaten) bunlar olmaz. İşimiz her ihtimali gözden geçirip, kendi payımız varsa onu kontrol altına almaya çalışmaktır. Eğer anneniz sizi kendi parçası yaparak büyüttüyse o zaman siz de kıyaslamaya ve dolayısıyla hasede eğimli olursunuz “acaba ben onu kendimle kıyaslamaya sevk ediyor muyum?” diye bakmanız gerekir.
SEVME BİÇİMLERİ VE AŞAMALARI
Bir insanın başka bir insanı sevecek hale gelmesi bazı aşamalardan geçerek olur. Bir insanın ilk sevdiği şey memedir yani onu istediği zaman doyuran, her gergin olduğuna gerginliğini azaltan, onun kendisini canlı, enerjik hissetmesini sağlayan nesneye duyulan sevginin adı meme sevgisidir ama meme yorulmaz ve devamlı emzirir gibi bir algı vardır. Emziremediğinde memeye öfkelenmeye başlar ve kötü meme yapar. İnsan bebekleştikçe de bu meme ihtiyacı artar.
Daha sonra sevilen şey kendi parçasını sevmektir. Kendimize yaptığımız narsistik yatırımın bir ucu olarak anneleri için çocuklar, kendi içlerinden çıkan kendi parçaları olarak algılandıkları için kocalarını ya da kendilerini sevmedikleri kadar çocuklarını sevebilirler. Bu çok fazlaysa onu kimseyle paylaşmak istemez aslında onu kendinde tutma eğilimi olur ve bunlar anneliği handikaplı hale getirir bu anne çocuğunu kendi parçası yaptığı için ister istemez çocukla kendini karıştırır. Bu annenin çocuğu olan tedavici, ister istemez kendisini hastayla kıyaslamaya eğilimi vardır ve bunu hastanın bilinçaltı algılar ve tedaviciye haset etmesi artar. Sizin ayrı bir varlık olduğunuzu, onun ayrı bir öyküsü olduğunu, kendine göre bir geçmişi ve benliği olduğunu, onun kimseye benzemediğini, sizin de kimseye benzemediğinizi algılıyorsanız o zaman niye kıyaslayasınız ki?
Daha sonra kendine benzeyeni sevmektir yani özdeşleşerek sevmek. Demek ki birini sevebilmek için ya parçan olacak ya sana benzeyecek gibi bir şartınız vardır bu da tedavicinin henüz birini tedavi edebilir bir halde olmadığını gösterir. O zaman hasta kendisini sizinle karıştırır, beklentilerinize uygun olmayınca fazla öfkelenir, sizin yapmayacağınız bir şeyi o yaptı diye öfkelenebilirsiniz.
Son olarak karşınızdaki insanı sizden ayrı bir varlık olmasına rağmen sevebiliyorsanız bu gerçek sevgidir. Tabii bu gayet nadirdir ama bu işi yapmak isteyen bir insanın bu nadir duruma uygun olma çabası olması lazımdır. Bu da bir günde olmaz ama buraya gelmeden önce birtakım handikaplar oluşuyor demektir. Bizdeki her problemin karşımızdaki insanda problem yaratacağına bilmemiz lazımdır.
İçgörü şunlarla karakterize olur:
1.Patolojik bastionu (burç)i yıkan iki kişilik alanın önceden harekete geçmesi.
2. Analist ve hastanın simbiyotik olarak karışık parçalarının alanında yeniden dağıtımı.
3. Her iki tarafın ayrımlaşmış olarak yeniden bireyselleşmesi ve egonun gözlemleme ve ayırt etme işlevinin ortaya çıkışı.
4. Paylaşılan görevde intrapsişik ve kişiler arası ilişkide birlik.
5. Hem analizan da hem de analistte, sahadaki hastalık fantezisi ile onun tedavisi fantezisinin bütünleşmesi.
The Killing dizisi üzerine (anneyi iyi yapma):
Anneyi iyi yapabilmek için çocuğun öfkesini kendisine döndürmesi evrenseldir. Bütün insanlar bunu yapar çünkü yapamadıkları zaman tekrar şizoid paranoid pozisyona kaymak durumunda kalırlar. Evrensel derken bu illa her insanda olur demek değildir, anne ne kadar aksıyorsa bu eğilim o kadar belirgin olacaktır. Hiç aksamıyorsa daha az olacaktır ama illa olacaktır. Belki çok iyi bir annenin çocuğu dünyayı fazlasıyla kötü bir yer olarak algılamaz, dünyayı iyi bir yer olarak algılar ama öyle olunca da bir sürü hayal kırıklığı yaşar. Kandırılır, iyi niyeti suiistimal edilir, herkesi iyi zanneder sonra herkesin nasıl olduğunu görmek zorunda kalır vs. Dışarıdan bakınca bu insan biraz saf dedirtecek bir durum yaşar. Dünyadaki tek problem anneye duyulan öfkenin kendine doğru dönmesi değildir, iyi olsa da başka sorunlar çıkacaktır.