ANALİTİK ALAN 6

Şub 1, 2024

6. Hafta 23.03.2023

ÇATIŞMANIN ZAMANSAL BOYUTU

KADER

Kader, belki de tekrarlama dürtüsünün daha açık bir şekilde tecelli etme şeklidir. Görünüşte yeni olan durumlar, yalnızca çocukluk kalıplarının temel özelliklerini tekrarlar, değişime ve ilerlemeye yer bırakmaz. Hastaların kaderlerinin farkına vardıklarında durumlarını gözlemlemek çok ilginçtir. Çoğunlukla kaderi kendilerine yabancı bir şey olarak görürler, çünkü onu özgürce değiştiremezler, ancak sadece çok sınırlı sayıda hasta, kaderi, insanın yapısını belirleyen dışsal durumların bir parçası veya sonucu olarak görürler.

İçinde büyüdüğümüz koşullar bizi yapılandırır ve o koşulların nasıl olacağını biz belirleyemeyiz. İçinde bulunduğumuz koşulların, anne babamızın duyguları, yapıları, enerjileri, becerebildikleri, beceremedikleri bizden bağımsız olarak içimizde bir programın yazılmasına neden olur. Bizim çok dâhil olmadığımız, kurbanı ya da şanslısı olduğumuz durumlar üzerinde bir hükmümüz olmadığı için bunları bizim dışımızda yabancı bir şey olarak algılarız. İnsanın kendi kaderini sürekli tekrar etme problemi bütün hayatı boyunca görülür. Mesela bir insanın annesiyle ilgili bir problemi varsa onu bütün ilişkilerine taşır; erkek ya da kız fark etmez. Babasıyla ilgili bir problemi varsa ya hayatında büyük bir baba eksikliğinin sonuçlarını yaşamak zorunda kalır ya babanın özellikleri çocuğu etkiler, babaya benzemeye başlar ya da babanın onda bıraktığı boşluğu başka şekillerde doldurmaya çalışır, bütün hayatı boyunca bunları tekrar edip durur işte buna kader, diyoruz. Kader değişebilir mi? Bir insan kendi kaderini ancak bir yaştan sonra kendi çabası ve kendi emeğiyle değiştirebilir. Ancak kendi kaderini değiştirecek çabayı, emeği, disiplini, mücadeleyi tek başına verebilmesinin mümkün olmadığını görüyoruz. Bazen büyük travmalar ve kayıplar yaşanır, bunlar bazen insanın kendi kaderini değiştirebilmesini sağlar ama çoğu zaman birinin yardımı olmadan insan kaderini değiştirecek kadar tutarlı bir disiplin ve çabayı kendi başına gösteremez. Dolayısıyla koşullar uygunsa kader değişebilir ancak bu çok az insanın yapabildiği bir şeydir.  

“Şanslı değilim. Suçlu ben değilim” denildiğini görürüz. Ayrıca bunu kalıtsal bir “yük” olarak görebilirler, bazen bu yük oldukça ağırdır. (Örneğin; intihar eden ailelerde, yapısal ve özdeşleşme faktörlerinin yanı sıra, istenmeden, teslimiyetle kabul edilen intihar kaderi).  

Bir ebeveyn ben artık bıktım, sıkıldım bu hayattan, öldüreyim kendimi, diyorsa çocuklar bu tutumu içselleştirir kendileri de hayatta çok zorlanıp sıkıştıklarında hemen akıllarına ölüm gelir. Dolayısıyla kader bazen genetik bir şeymiş gibi algılanabilir ama aslında böyle değildir. Her ruh bu dünyaya henüz tam anlamıyla idrak edemeyeceğimiz, anlayamayacağımız sebeplerle gelir. Öldüklerinde niye bu kaderle geldiklerini anlarlar. Bu dünyada yaşarken bunu anlamak mümkün değildir. Çünkü resmin bütününü göremeyiz sadece yaşadığımız hayatı görürüz. Büyük resimde nereye oturduğunu ancak öldüğümüzde anlarız.

Kader, bedende de bulunabilir: “fizikseldir, yapacak hiçbir şey yoktur” (kalıtsal hastalıklarda). “Geçmiş bedendir” deyişinin anlamı bedenin, filogenetik (türe ait) evrimin ve bireysel tarih tarafından şekillendirildiğidir. Bedenin algılanmasında onun geçmişini, kişiye yabancı bir unsur olarak hissetmek, hipokondride temel bir özelliktir.

Bir insanın bir şeyi değiştirebilmesi için birisinden enerji alması gerekir. Kendisinde olan enerji genel olarak büyük bir çaba ve disiplin sarf etmezse onu değiştirmeye yetecek kalitede olmaz. Ancak kendisinden daha büyük, daha gelişkin, frekansı daha yüksek bir insanın enerjisini kullanabildiğinde o enerji onun canlanmasını ve kendisini geliştirmesini sağlar. Yani bütün bu söylenenlerin enerji ile ilgili bir boyutu da vardır. Nasıl bir enerjiye sahibiz, enerjimizin frekansı nedir? Tüm bunlar önemlidir çünkü dünyayı onunla algılıyor, ilişkilerimizi o enerji ile kuruyoruz. Mesela; bir insanın içindeki enerji düzeyi düşükse çok kıskanç olur, narsistik ihtiyaçlar fazla olur, o enerji düzeyiyle insanın kendini değiştirmesi mümkün olmaz. Kendisinden daha gelişkin, içinde daha fazla iyilik ve sevgi olan bir enerjiyi alması gerekir. Narsistik enerjinin içinde bunlar yoktur. “Bu insanlar kendileri çocuk, nasıl ebeveyn olmuşlar”, dediğimiz birçok durumda aslında bahsettiğimiz şey “bu insanların enerji kaliteleri bir insanı büyütmeye yetmez”, anlamındadır. Arkasındaki bizim algıladığımız şey bu enerjinin çok önemli olmasıdır. Daha sonraki yıllarda Bion’un beta elemanların alfa elemanlara dönüştürülmesi ve böylece tanımlanabilir, anlaşılabilir imgelere dönmesi dediği şey de zaten enerjinin kullanımıyla olur ya çocuk projektif identifikasyonla anneye bir şey aktarır, anne o aktardığını kabul eder ve onu dönüştürür ve çocuk annenin dönüştürdüğünü tekrar içselleştirir ve böylece insanlık kültürüne dâhil olduğu bir alan oluşur ve bunlar artar ve sonunda insan yavrusuna dönüşür ya da annenin pozitif, iyilik ve sevgiyle yaklaşan enerjisi bebeğin içindeki enerjinin dönüşmesini sağlar. “Daha projektif identifikasyona gerek olmadan direkt olarak o enerjiyi alıyor ve annenin enerjisiyle bebek büyüyor”, dediğimiz şey oluşuyor ya da annenin enerjisi bebeğin içindeki haset enerjisinin dürtüye ve öfkeye ayrışmasını sağlıyor ve anneyi sevebilecek, ona bağlanabilecek bir yapı oluşuyor. Enerji ile ilgili bir kolon vardır bu kolon çok fazla dile gelen, anlatılan, farkında olunan bir kolon değildir. Dolayısıyla burada anlatılan şeyler biraz eksiktir. Psikanaliz enerjinin çok farkında değildir. Bu farkındalığı bir tek Bion’da görürüz ama o da çok altını çizmiş ve vurgulamış değildir ancak biz görüyoruz ki seansa gelenler seanstan canlanmış olarak çıkıyorlar. Bazı çatışmalarını çözmesini sağlamış olabiliriz veya içindeki bebeğin uyanmasını sağlıyor olabiliriz ama bazen “emdi bizi, enerjimizi aldı götürdü” deriz yani ortamda enerji alışverişi olduğunun somut olarak farkındayız. Bizim bu kitapta anlatılanlardan farkımız bu alandaki farkındalığımızdır. Siz iyi durumda değilseniz, hayatınız çıkmaza girdiyse o zaman hasta sizden bir şey alamaz. Depresifseniz hastalar farkında olmadan, adını koymadan seanslarını iptal etmeye başlarlar. Böyle bir durumda ya Allah sizi koruyordur ya da sizdeki enerjinin azaldığını hastanın içindeki bebek algıladığı için seansa gelmiyordur.

Bir fibroma hastasının seansında bu durum çok açık görünüyordu. Aylardır hastaydı ve doktor ona beklemesini ve daha sonra ameliyat olmasını tavsiye etmişti. Teşhisten sonraki bir zamanda hasta, iki ebeveynini de bir kazada kaybetti ve yası atlatmakta çok zorlandı. Kısa bir süre sonra fibromanın neden olduğu bir rahatsızlık yaşadı ve bir an önce ameliyat olmak istedi. Bahsettiğim seansta hasta ameliyat olmak istediğini, fibromaya çeşitli anlamlar yükleyerek bu ameliyatın kendisi ve hayatı için bir dönüm noktası olacağı fantezisini dile getirdi. Hayatı boyunca deneyimlediği ebeveynlerine boyun eğmekten kurtulabilecekti (fibroma, yalnızca bu boyun eğdirme ve bu saplantıyı değil, aynı zamanda yasta özümsenmemiş ölen ebeveyn çifti temsil ediyordu ve ameliyat, geçmişinden somut olarak kurtulmak, böylece yas sürecinden kaçmak anlamına geliyordu.

Hasta anne babasının kendi içindeki kötü taraflarını fibromaya çevirmiş gibi görünüyor. Sembolik düzeyde bu hasta için kötü anne, kötü baba bir fibroma olarak tanımlanmış, onun sağlıklı yaşamasına engel olan bir şey olarak tanımlanmış ve fibroma üzerinden sembolize edilmiş gibi görünüyor. Fibromadan kurtulursa kötü anne babadan kurtulacakmış gibi bir fantezisi var.

Daha sonra sinir bozucu bir üçlü aşk ilişkisine son vermekle bağdaştırdı. (Çocuğun kendini bulmasına izin verilmediği için çıkmaza girmiş bir ödipal üçgen) (fibromanın birleşik ebeveyn çifti olarak yorumlanmasının doğrulanması). Cerrahın kendisine ameliyattan sonra kocasıyla beraber çocuk sahibi olma şanslarının daha yüksek olacağını söylediğini anlattı. Bu seviyede fibroma, doğurduğu ölü çocuğu temsil ediyordu. Babasıyla sevişme ve ondan çocuk sahibi olma fantezileri vardı ve bu fantezi onun gerçek, canlı çocuklar doğurmasını engelledi. (Histerideki durum) Ameliyat sırasında ölebileceğini söyleyerek oldukça paradoksal bir şekilde seansı bitirdi. (Aslında operasyonun olumlu yönlerinden, getireceği özgürleşmeden, açacağı gelecekten korkuyordu, çünkü tüm bunlar onun için bilinmez ve tehditkâr deneyimler olarak algılanıyordu.  Çünkü ailesi buna izin vermez ve onu cezalandırarak kendileriyle birlikte ölüme sürüklerdi. Bu seansta ne geçmişi ne de geleceği kabul edemediği için geçmişi kendi bedenine nasıl yerleştirdiğini görebiliriz ve bu, daha önce bahsedilen mekanizmalarla birlikte, herhangi bir bölme (splitting) veya zamansal bölme (temporal splitting) patolojisinde görülen bir durumdur. Bu, Melanie Klein’ın tanımladığı bölme mekanizmasından farklı değildir, ancak herhangi bir bölmenin zamansal kısmını ifade eder. Paranoid-şizoid pozisyonda bir deneyimin bir parçasının ego tarafından aktif olarak (yansıtma-projection) yoluyla koparılması olarak anlaşılır.  Bu dışarı atılan parça bir nesne, deneyimlenen bir şey, egonun veya süperegonun bir yönü olabilir ve bunların benzeri olabilir.

Bizler şizoid paranoid pozisyondayken yani küçük bir çocukken deprem gibi bir travmaya maruz kaldığımızda veya içimizdeki öfkeyi çok artıran durumlara maruz kaldığımızda ve tekrar bebeklik dönemine kaydığımızda kendimizi” iyi-kötü” diye böleriz. “Kötü” diye adlandırdığımız özelliklerimizi genellikle dışarıya yansıtarak onları dışarıda ararız. Karanlıkta tuvalete gidemeyiz, ışıklar sönse tedirgin oluruz, yalnız kalamayız, yalnız kaldığımızda hep kötü bir şey olacakmış gibi tedirginliğimiz olur. Yani bizim de içimizde “iyi-kötü” taraflarımız bölünmüş olur. Biz bölünmeyi hep sevgi nesnelerini mesela anneyi “iyi-kötü” diye bölen bir şey olarak algılıyoruz ama bölünme bizim benliğimizde de olur. Benliğimizi de “iyi-kötü” diye ayırırız ve kötü benliğimizi dışarıya yansıtırız. Öfkesi fazla olan insanların korkusu fazla olur. Bir insanın öfkesiyle korkusu arasında bire bir bağlantı vardır, ne kadar öfkeliysen o kadar korkak olursun. Omnipotansa kayıp öfkeni hissetmeyebilirsin ama bu sefer de başına başka belalar getirirsin. “Bana bir şey olmaz”a inandığın için koruma reflekslerin azalır ve hayatında daha büyük belalar oluşur, duygu dünyan zayıflar, içindeki bebeği hissedemez hale gelirsin. Öfke dışarıya yansıtılır -ki o zaman da dünyayı kötü hale getirdiği için korkular artar, çocukların öfkesi daha büyük olduğundan onlar daha fazla korkarlar. Çocuk gelişiminin belli aşamalarında öfkesinin ve korkularının arttığı durumlar vardır. Mesela çocuk anneye yöneliyor ama anne ona âşık olmuyor, “annem babamla birlikte oldu benimle birlikte olmuyor”, diye babaya öfkelenmeye başlıyor. Ödipal dönemin başlangıcında çocukların korkusu artar. Neden? Çünkü anne ile baba arasındaki yakınlığı hissettikleri için onlara olan öfkeleri artmıştır. Bu temel bir bilgidir ve her zaman doğrudur; bir insan ne kadar öfkeli ise o kadar korkak olur. Bir korkaklık gördüğünüz zaman arkasındaki öfkeyi arayın veya öfkeyi ele aldığınızda bunun sebep olacağı korkular da aklınıza gelsin.

Depresif pozisyonda, ego katlanamadığı bir durum oluşunca bölünebilir ve dışarı yansıtılabilir. (Örneğin hastanın yansıtmalı özdeşleşim (projective identification) yoluyla hissedemediği üzüntüyü analiste yükler ve analist o seansta kendini çok üzgün hisseder.) Bölünmüş kısım, tüm deneyimden ve dolayısıyla zamandan koparılmıştır. Bu bir nesne olursa sonsuza kadar zulmedici veya idealize edilmiş bir nesne olarak kalır; eğer bir yas deneyimi ise geçen zamana rağmen yas tutulup geride bırakılamaz. Koparılmış parça (split off), psişik dolaşımdan çıkarıldığı için olası herhangi bir değişiklikten uzak tutulur. Zaman bölme (temporal splitting) tüm patolojilerde bulunur.

Bu bölünen parça bazen diğer parçadan, mesela; kendinizdeki bir şeyi hiç beğenmiyorsunuz, kıskançlığınızdan şikâyetçisiniz. Bu kıskançlığınızla ilgili kendinizi kötü bir varlık gibi hissetme tehlikeniz varsa o zaman içinizde “iyi benlik-kötü benlik” diye bir bölünme oluşturursunuz -ki karnınız acıktığında yemek yemeyi, banyo yapmayı vs. becerebilecek bir durumda kendinizi tutmaya yönelebilesiniz. Bunu tutturamadığınızda eşcinsel hastada anlatıldığı gibi olursunuz. Çocuk eşcinsel, annesi bu durumdan nefret ediyor, o da kendisini nefret edilecek bir varlık gibi algıladığı için kendini öldürmekten bahsediyor. Burada çocuk kendi içindeki eşcinsel tarafını bütünlüğünden bölmüş ve annesi yüzünden kendini öldürmekten bahsediyor. İkisinin arasında miktar olarak fark var; eşcinsel alanı daha büyük bir yer kapladığı için ölümden bahsediyor ve annesinin etkisiyle bu hale gelmiş. İntihardan bahsetmezken ne yapıyordu? Yine eşcinseldi ama dış faktörler bu kötü benliği şişirdiği için bu hale gelmişti, diyelim tedavici bundan rahatsız olmadığında mesela “benden tiksiniyor musunuz?” diye sorduğunda, tedavici tiksinmediğini söyleyince “nasıl tiksinmiyorsunuz?”, diyor. Demek ki tedavicinin tutumu, onda kötü benliği, eşcinsel benliği daha küçültmüş. Bu dış dünyayla etkileşime açık bir şeydir. Bir de şu olur; benliğin kötü diye tanımlanan tarafı benlikten kopartılır, benlikle alakası kalmaz ama benliğin bütününden koparılmış bir parça olarak içimizde durur. O zaman içindeki bir şey der ki “ne yakışıklı adam” o sesi yabancı bir ses olarak duyabilir. Eğer çok kendinden koparttıysa “bunu kim diyor?” diyebilir. Bazen de kendi sesi gibi algılar. Böyle bir durumda o parça benlikten kopartılmıştır ama yabancı bir şeye dönüştürülmemiştir. Bu splitoff denen kopartılmış parçanın benlik tarafından nasıl karşılandığına göre değişir. Bazen kopartılmıştır ama yabancı bir şeye dönüştürülmemiştir, bazen yabancı bir şeye dönüştürülmüştür ve yabancı birinin sesi gibi duyulur. Mesela az önce bahsedilen çocuk yardımdan yararlanmayacak olsa içindeki bir kadın sesi “ne ibne herif” diyebilir, o ses aslında annesinin sesidir. Mesela erkek çocukların şizofrenisinde erkek çocuk kendi içindeki kıçında dürtü taşıyan benlik bölümünü kendinden çok şiddetli bir şekilde kopartır ve bize şöyle bir şikâyetle gelir, “yolda yürürken herkes bana ibne diyor”, “dışarıdaki insanlar mı söylüyor?” diye sorduğunuzda “evet” der. “Senden başka kimse duyuyor mu?” “Duymuyor galiba” diye şaşırır. Bir de şizofrenler ağır megalomandır, benim gibi yüce bir adam nasıl ibne olur, diye kabullenmelerini imkânsız hale getirecek bir narsistik sistemleri vardır. Dolayısıyla hastaların önemli bir kısmını oluştururlar. Bana ibne diyorlar, evden dışarı çıkamıyorum vs. hâlbuki evden çıkamamasının nedeni hasedi uyanmasın diyedir ama o ona yorar, ibne diyorlar diye çıkamıyorum” der yani bu kopartılan parçanın nereye atıldığı, ne kadar yabancılaştırılıp yabancılaştırılmadığı da önem taşır.

Dolayısıyla bu durumlarda bağlantılı bedensel, intrapsişik, algısal, sosyal, ideolojik alanlar devre dışı kalır, kristalleşir, zaman ve gelecekten yoksun kalır, değişmeden kalır. Freud’un bilinçaltında “zaman yoktur” derken kastettiği şey bu olabilir: uzun zaman önce olan bir şey olduğu andaki gibi hissedilir ve aynı patolojik etkiyi sürdürür.

Freud bilinçaltında zaman yoktur, derken kastettiği şey şudur; bizim bilince çıkmayan herhangi bir duygumuz, mesela çocuk babasının onu taciz ettiğini düşünüyor ve histeri semptomları gösteriyor, yüz yıl da geçse aynı şeyi söyler. Belki baba hakikaten taciz etmiştir belki bunlar çocuğun kurduğu bilinçaltı fantezilerden kaynaklanıyordur ama bilinçaltında olduğu sürece ilk olduğu orijinal haliyle kalır. Bir insan çocukken kakasından ayrılmaya hazır değilken anne onu tiksindirerek ve korkutarak kakasından vaz geçirdiyse sanki iki yaşında çocukmuş ve kakasıyla oynayacakmış gibi elini yirmi kere yıkar. Bilinçaltında iki yaşında, kakasıyla oynama ihtiyacı olan çocuk gibi kalmıştır, böyle semptomları olan bir insan iki yaşında çocuk gibidir, öfkesi, sevme kapasitesi de o kadardır yani sadece bilinçaltında zaman durmuş olmuyor, bilinçaltında durmuş olan zaman bugünkü insanın da anal karakter özelliği olarak sürüyor.

Freud’dan (“Savunma Sürecinde Egonun Bölünmesi” —1940e [1938]) ve Melanie Klein’ın bölmeyi (splitting) tarif ettiğinden beri, bastırma (repression) süreçlerinin bölme (splitting) süreçleri tarafından desteklendiğini biliyoruz. Bu bastırılmış bilinçdışı süreçlerin zaman dışı olmasının nedeni budur.

Şöyle bir genel bilgi var, bölme savunması iki buçuk yaşından itibaren yerini bastırmaya bırakmaya başlar ama ruhsal düzeyi pre-ödipalde olan bir insan kaçınılmaz olarak bölme savunmasını kullanır. Yani içinde bir sürü benlik parçası, birbirinin zıddı olarak, “iyi-kötü” veya kakasıyla oynamak isteyen Ayşe’yle kakasından iğrenen Ayşe yan yana durarak birbiriyle entegre olamayan, bir sürü benlik parçasından oluşan bir benliğe sahiptir. Pre-ödipalde kaçınılmaz olarak herkes çok parçalı bir benlik taşır. Mesela içinde kardeşinden nefret eden bir taraf varsa kardeşine bir şey olacak diye ödü kopan çocuk ikisini de içinde taşır. Sonradan bunlar birbiriyle bütünleşmeye başlar ve bunlar başladığında bu kez bastırma devreye girer. Kardeşinden nefret eden tarafını bastırır öbür tarafı ortada kalır. Bölme minimal düzeyde olur, daha önce bölünmenin üstlendiği görevi bastırma devralır. Mesela kardeşinden nefret ettiği halde ona iyi davranmaya çalışan çocuk fazla koruyucu olur. O fazlanın arkasında aslında içerdeki öfkenin görünür hale gelmesinden duyulan korku yatar. Bazen aman hastalanacaksın, şunu giy vs.nin arkasında bu bastırılmış öfkeli abla yatıyordur. İyiliğini de ister ama içindeki öfkenin yok olduğu anlamına gelmez. Bir yandan İyiliğini ister ama içindeki öfkeli taraf bastırılmış olduğu için ölçüyü kaçırır, fazla karışır, müdahale eder, onu koruyacağım derken aslında onu kontrol altında tutar, onu bozacak bir şeyler yapar ama bunun adını koyamaz.

Çok güçlü olduklarında, kişiyi rahatsız ettikleri gibi zamansallığı da rahatsız ederler (zamanın şizofrenik olarak baskılanması (supression), depresif zamanın geçmişe takılıp kalma eğilimi). Daha az güçlü olduklarında, bireysel varoluşun belirli bölümlerinden zamansallığı silerler, ancak diğer sektörler etkilenmeden yaşamaya ve ilerlemeye devam ederler. Bu durum göreceli olarak bütünleşmiş kişilerin bazı alanlarda (örneğin sapkınlarda cinsellikle ilgili alanda) bütünleşmenin bozuk olmasına (deztegration) benzer. Bu gerçekler, zamansallığın doğuşuyla ilgili psişik yapının ilkeleri hakkındaki bilgimizi doğrular.

Entegrasyon vedezentegrasyon denen süreçler birlikte çalışırlar. Entegrasyon denen şey bölünmenin yerini bastırma almaya başladığı zaman benlik parçaları gittikçe uyumlu olmaya, birbirleriyle daha iyi organize hale gelmeye yönelirler. Bir bakarsın çocuk daha bütünleşmiştir ama içindeki öfkeyi arttıran bir sebep olduğunda mesela düşüp kafasını vurdu, annesi onu anneanneyi bırakıp sabahtan akşama kadar onunla ilgilenemedi, bakıcıya bıraktı, işe gitti, bakıcı yorgun, çocuğun ihtiyacını karşılayamadı, ona gerekli enerjiyi veremiyor, çocuğun öfkesi arttı, o zaman dezentegrasyon başlar. Öfke azalıp enerji olabildiyse entegrasyon başlar. Bu hep önümüze çıkacak bir şeydir. Pozitif enerji bütünleşmeye, entegrasyona, daha az bölünmeye neden olur, öfkenin fazlalığı da hep dezentegrasyona ve bölünmenin artmasına yol açar.

Çocuklukta paranoid-şizoid konumda zamansallık yoktur, çünkü yapılandırılmış bir iç veya dış dünya yoktur.

Şimdinin oluşması için çocuğun kendini büyük bir tehlike altında hissetmekten kurtulmuş olması lazımdır, ancak bundan kurtulduğunda zaman başlar. Fırının içinde yanarken zaman yoktur, sadece yanma vardır. Şizoid paranoid pozisyon insanın hayatında sadece bebeklikte değil, büyük zorlanma anlarında, içimizdeki bebeksi öfkenin çok arttığı durumlarda tekrar oraya dönünce olur, pozisyon lafı da buradan geliyor. Sorun varoluşsal olduğunda zaman kalmaz, tek dert hayatta kalmak olur, bir gelecek kalmaz, bütün her şey şimdiki ana sıkışır. Şimdiki an da şimdiki an gibi algılanmaz sadece bir tehlike olarak ya da canını yakan bir ateş olarak algılanır. Açlığın, güvensizliğin, travmaların yoğun olduğu bir toplumda herkesin bütün enerjisi hayatta kalmaya, tutunmaya çalışmaya sarf edilmeye başlanır. Anne babaların belli bir kişilik güçleri, belli bir büyümüşlükleri varsa çocuklarını koruyup kollamaya çalışırlar ama onun dışında, tehlikenin büyük olduğu durumlarda insanların birbirlerine çok yardımcı olacak halleri yoktur, herkes kendi başını kurtarmaya çalışıyordur. Böyle durumlarda ruhsal ihtiyaçlar arkaya geçer. Fiziksel ihtiyaçlar, nefes alabilmek, soğuktan donmamak öne çıkmaya başlar. Yani kültürün oluşması için önce hayatta kalabilecek koşulların oluşabilmesi lazımdır. Şunu hep biliriz; zorluklar arttığında alkolizm, uyuşturucu, fuhuş, boşanmalar, hırsızlık, yalan artar ve kalite düşmeye başlar. Demek ki ilk önce insanın içinde yaşayacağı koşulların iyi tutulması gerekir ki ahlak, iyi, doğru, yanlış gündeme gelsin.

Bölme süreçlerinin yoğunluğu zamansallığın yapılanmasını engeller. Nesneler mutlak özelliklere sahiptir (zulmedici veya idealize edilmiş) ve bu nedenle değiştirilemezler. Hatta nesnelerde bulunan özellikler koparılır veya inkâr edilirse onların evrimleşme olasılıkları aynı şekilde engellenir. Engellenme, zulmedici (persecutor) memeden bir saldırı olarak deneyimlenir ve idealize edilmiş memenin tercihe bağlı halüsinasyonuyla giderilir. Bu hallüsinasyon, artan kaygıyı etkisiz hale getirmek için yeterli olmadığında, umutsuzluk ve mutlak çaresizlik ortaya çıkar çünkü öznel tekrar gerçek memeye sahip olma olasılığı yoktur, onu sonsuza kadar kaybetmişlik duygusu hâkim olur. 

Bebeklik döneminde nesneler ideal veya zulmedicidir. Bir bebek bebekliği boyunca binlerce defa bunları yaşar ama bunların oluşturduğu baskıdan kurtulmak için kendince yollar bulur. Bunlara savunma mekanizmaları diyoruz; yansıtıyor, inkâr ediyor, omnipotan olmaya çalışıyor bin tane yolla cehenneme düşmüş gibi algılamaktan kurtulmaya çalışıyor. Onu bu cehennemden kurtaran varlık ise annesidir. Anne, bebek ağladığında, acıktığında, susadı, altını açayım vs. dediğinde farkında olmadan bebeğin iç dünyasındaki öfkenin onu cehenneme kaydırmasından korumaya çalışır. Böyle olduğu için de annelerin bebekleri üzerinde muazzam bir etkileri vardır. Onu yapılandıran, onu yok ya da var eden, tam anlamıyla Allah gibi algılanmaya yol açan bir şey ama insanlar bunun farkında değiller, sanki bebekler hiçbir şey hissetmiyorlarmış, oyuncak bebeklermiş gibi bir tane daha doğurayım, diyebiliyorlar.

Melanie Klein, paranoid-şizoid pozisyondan depresif pozisyona aşamalı geçişi, yani zamansallığın mümkün olabileceği geçişi tanımladı. Kesinlikle mutlak (absolute) bir iyi nesneye veya kesinlikle kötü bir nesneye sahip olma ihtiyacı azaldıkça, değişmez bir nesneye duyulan ihtiyaç da azalır. Özne, nesnenin iyi ve kötü yönlerini bir dereceye kadar birleştirebiliyorsa ona kendi varlığını bahşedebilir yani nesnenin ardışık ve çelişkili görünümlerinin altında yatan kalıcı öğeleri vardır. Bebek, zulme karşı tek koruması olmaktan çıktığında idealize edilmiş memeye daha az ihtiyaç duyar. O zaman, aynı memenin doyum ve hayal kırıklığı kaynağı olabileceğini kabul edecek ve memenin yok oluşunu da kabul edecek bir konumdadır, çünkü tekrar ortaya çıkacağından emindir (obje devamlılığı).

Depresif dönemde zaman başlar. Daha önce annenin yapabildikleri akla gelir ve ona güven duymasını sağlar ya da annenin yapamadığı şeyler vardır, oralar da içindeki kötü anneyi uyandırır ama bir geçmiş, olan bitenin bugüne katıldığı bir durum oluşmaya başlar. Depresif pozisyon özünde çocuğun anneyi içselleştirmesi ve onu içinde muhafaza etmeye başlamasıdır ama depresif pozisyona girince bitiyor mu? Hayır, diyelim düşer kafasını bir yere vurur, tekrar şizoid paranoid pozisyona döner, içindeki anne tekrar kötü olur. Sonra annesi onu kucağına alır, okşar ya da acısı geçer, tekrar depresif pozisyona gelir. Bunlar bir insanın hayatında milyonlarca kez özellikle de bebekliğinde olur. Böylece anneyi yavaş, yavaş içinde muhafaza edebildiği için artık annenin sonsuz mükemmellikte Allah gibi olmasına gerek kalmaz. Annenin ona pozitif bir enerji vermesi, onu canlı tutması, onun ihtiyaçlarını karşılayıp, içindeki dengenin bozulmamasını sağlayabilmesi çocuğun anneyi çok idealize etmeden iyi anne olarak tutabilmesini sağlamaya başlar. Annenin tuvalete gitmesi gerektiğinde iyi anne içinde hemen ölüp kötüye dönmediği için, o sürede annenin orada olmamasını tolere etmeye başlar. Böylece depresif pozisyonda, o cehennemden çıkıp zamanın ve şimdiki anın oluşmaya başladığı bir sürece girmiş olur. Depresif pozisyonun arka planında annenin içselleştirilmesi, ona duyulan öfkenin ve ihtiyacın şizoid paranoid döneme kıyasla çok azalmış olması yatar. Artık oyuncaklarla oynayıp oyalanabilmesi, onlarla oyalanırken kaslarını geliştirmeyi, koordinasyonunu arttırmayı, bir şeyi iyi kavramayı, bir şeyi alıp bir yerden bir yere koymayı öğrenmeye başladığı bir süreç başlar. Çocuk kendi yeterliliğini arttırdıkça bundan keyif de almaya başlar. Siz oyuncağı “aman bizi istemesin, oyuncakla oyalansın” diye verirsiniz ama aslında o oyuncaktan çok yararlanır. Kaslarının koordinasyonu, güçlenmesi vs. için onları değerlendirir ve buna başladığında anneye duyduğu ihtiyaç ilk duruma göre biraz daha azalmış olur. Bunlar böyle giderken çocuk yavaş, yavaş annesinin ilgi ve dikkatini kaybetmekten korkmaya başlar. Aslında anneyi içselleştirmiş ve kendine muazzam desteği olan bir varlık olarak algıladığında yani doğaüstü değil olağan bir varlık gibi algılamaya başladığında bu sefer anneyi kaybetmekten duyduğu korku sevilme ihtiyacını ve sevilebilir olmayı başlatır. Bu süreçlerde bebek için en önemli şey içindeki anneyi muhafaza edebilmektir. Anneye kızdığı halde daha sonra anneyi yeniden içinde oluşturma çabası depresif dönemde onarma, tamir etme kapasitesi olarak adlandırılabilecek bir kapasitenin oluşmasını sağlar. Bu kapasite oluşmazsa daha sonra anneye öfkeyi azaltmak için annemize öfke duymaktansa kendimizi boktan bir duruma düşürüp annem haklıymış, demeyi tercih ediyoruz. Bütün insanlarda bunu görüyoruz. Anneyi iyi tutabilmek için kendimizi harcadığımız, kendimize zarar verdiğimiz birçok örneği sürekli görüyoruz. Bu depresif pozisyondaki bir insanın refleksidir. Kendini harcıyorsun ama her seferinde kendini harcamak zorunda kalmadan onarmaya çalışma ustalığını edinmeye çalışıyoruz. Neden? Çünkü anne yoksa kıyamet kopmuş demektir. Anne yoksa Allah öldü, demektir. Bebek için durum böyleyken anne para kazanmak için çocuğu bırakıyor veya bırak ağlasın, kucağa çok alıştı, diyor, bazı doktorlar da bırakın ağlasınlar, diyebiliyorlar.

SORU: Depresif pozisyonda sembolle ile sembolize edilen arasındaki boşluğu ‘ben’ dolduruyor ve böylece ‘ben’ oluşuyor diye okumuştuk, bunu biraz daha açmak mümkün mü?

İçimizde bir iyi anne imgesi oluşuyorsa o oluşurken ona paralel içimizde benlik yani ben imgesi oluşur. Ben imgesi oluşmaya başladığında zaten adı üstünde ‘imge’, elle dokunulur bir şey değil ‘ben’ bir tanımlamadır. İmge, dediğimiz şey bir şeyleri bir araya getiriyoruz ve tanımlamak için kullanıyoruz. O da ‘ben’ imgesidir. Gözle görülür, elle tutulur bir şey değildir. Çocuk parmağını emdiğinde ben imgesi oluşmaya başladıysa kendi parmağını emdiğini algılıyor ama daha önce beyne aynı anda iki mesaj gider; bir: “ağzında bir şey var”, iki: ” parmağında da bir şey var” ancak ben imgesi oluştuğunda kendi parmağını kendi ağzıyla emdiğini anlamaya başlıyor. Dolayısıyla bu klasik bir bilgidir, ilk önce beden imajı oluşuyor, benliğin merkezinde bebeğin bedeniyle olan deneyimlerinden oluşan bir beden imajı oluşuyor ve yavaş, yavaş elini, ayağını daha amaçlı kullanmayı becermeye başlıyor, uzanıyor, alıyor vs. koordinasyon kabiliyeti artıyor. Bütün bunlar doğduğu zaman yoktur. Burada bir imge olarak bir beden ya da benlik var, kişi olarak kendini tanımlıyor. Henüz bunun adını “benim adım Özlem” diye koyamıyor ama bir ‘ben’ imgesi oluşuyor ve bu soyut bir şeydir bu soyut şeyin kaybolmadan içinde muhafaza edilebilmesi için bu soyut şeyin devamlı olarak somutlanıyor olması lazım; kafasını kaşıyor, bedenine dokunuyor, ağzına bir şey sokuyor olması lazım. Soyut olana somut eşlik etmezse onun varoluşunda kalıcı bir imge haline gelemez. Nasıl ki anne bebeğin ihtiyaçlarına duyarlılık gösterdiğinde bebeğin içinde canlı kalıyor ama aylarca görmese içindeki anne siliniyor veya çocuk anneyi üç gün görmese içinde tutabiliyorken, dört gün tatile gitse bebek bundan çok zarar görüyor ve ayrılma güçlüğü olan birisi oluyor ve bütün hayatı boyunca ayrılmaktan çok korkan birisi oluyor ama beş gün annesizliğe dayanabilecek güçteyken anne üç gün tatile giderse bir şey olmuyor. Hafif sarsılıp dengesi bozulsa da dengesi çok kolay kuruluyor.

‘The Hurricane’ filminde bir boksör hücre cezası alıyor, tecritte karanlıkta tamamen yalnız, otuzuncu günden sonra sesler duymaya başlıyor, aslında kendi benlik parçaları kopup ayrı çalışmaya başlıyorlar ve sesler duymaya başlıyor. Sonunda adam benliğinin yok olduğu bir noktaya kayıyor. Orada ölçü kaçarsa adam yok olur. Akıl hastası olarak yaşar, sınırları kaybolur. Bütün canlılar feedbacke ihtiyaç duyarlar. Dış dünyadan uyaran almadan benliklerini muhafaza edemezler. Soyut olanla somut arasında bir boşluk vardır ve biz uyaranlarla kendimizi canlı tutmayı öğreniriz. Farkında değilsinizdir, evde ders çalışmışsınızdır, çıkıp dolaşayım dersiniz, etrafınızda insan görmeye onların sizi görmesine ihtiyacınız olur.

Yokluk ve yeniden ortaya çıkışın bu zamansal olarak birbirini izlemesinin kabulü ve yeniden ortaya çıkışı öngörme olasılığı, zamansallığa ilk erişim ve zamansallığın oluşumuna işaret eder. Buradan depresif konuma zamansallığın bu ilk görünüşü olmadan ulaşılamayacağı sonucu çıkar. Bu bir karşılıklı koşullanma sürecidir; depresif pozisyon zamansallığın görünümünü koşullandırır ve zamansallık da karşılığında depresif konumun yapılanmasını kolaylaştırır.

Şimdi, geçmiş ve gelecek depresif pozisyonda oluşur. 

Melanie Klein, bireysel evrimde zamansallığın yapılanmasının başlangıcıyla özel olarak ilgilenmemiş olsa da onun çalışmalarında bazı pasajlar bizi az önce belirttiğim kavrama götürür.  “Haset ve Şükran”da (1957) hem zamansallığın depresif pozisyonla ilişkisini hem de zamansallığın gelecekteki yapılanması ve depresif pozisyonun detaylandırılmasını sağlayan diyalektik süreci vurgular.  Bu diyalektik süreçte onarım süreçleri ve depresif pozisyon birbirini koşullar (besler). Bebek depresif konuma ulaştığında ve ruhsal gerçekliğiyle daha fazla yüzleşebilir hale geldiğinde nesnenin kötülüğünün büyük ölçüde kendi saldırganlığından ve bunu takip eden yansıtmadan kaynaklandığını da hisseder. Bu içgörü, transferansa yansımasında görebileceğimiz gibi, depresif pozisyonun en yüksek noktasında büyük bir zihinsel acıya ve suçluluk duygusuna yol açar.

Bebeğin hasedi anneyi içinde muhafaza etmesini en fazla zorlaştıran sebebi oluşturur. Dolayısıyla 9. ay civarında hasedi nedeniyle anneyi yok etmek isteyen tarafı bir günahkârlık duygusuna yol açar, anneye duyulan öfkenin kendine döndürülmesi için bir yol olur. Günahkârlık duygusu aslında kendine dönmüş bir öfkedir, kendi tabiatını kötü olarak tanımlama eğilimidir. Günahkârlık duygusu aslında hasetle bağlantılıdır, yani hasedin yok ediciliği karşısında bulunmuş bir çözümdür. Bebek hasediyle anneyi yok etmemek için annesiyle kendisini karıştırmaya çalışır. Projektif identifikasyon kendi parçasının karşıda varmış gibi algılanmasıdır. Anneyi kendine benzettiği için onu çok yukarıda algılamaktan kurtulup anneye hasedini azaltan savunmalardır. Bunların bütün çocukluk boyunca etkin olmasının arkasında hasedin büyüklüğüne karşı bulunmuş çözüm yolu olmasıdır. Bu dünyaya gelirken getirdiğimiz canlılık enerjisi haset enerjisiyle aynı şeydir. Bunu nereden anlıyoruz? Çünkü dünyaya gelen bebeğin yapabildiği tek şey annesinin memesini emmek veya gözleri, burnu ile dünyayı içine almak gibi hasette gördüğümüz bir şeyi içine alarak parçası yapma eğiliminin tezahürleridir. Sonra anne devreye girip onun enerjisini dönüştürmeye başladığında amaçlı hareketler yapabilecek hale gelir, parmağını emmek için elini ağzına getirir vs.. Bu haset, enerjinin dönüşmesi sayesinde olur. Böylece bebek dünyaya gelirken beslenmeye çok eğilimli bir varlık olarak gelir. Annesinin verdiğini, sütünü içine alıp onu kendisinin büyümesini sağlayan bir enerjiyle doğar. Bu enerji olmazsa ölür. Demek ki sadece insanlarda değil bütün canlılarda doğarken sahip olduğumuz enerji, beslenmeye hizmet eden enerjidir. Bu enerji herhangi bir duygu taşımaz, en çok istediği şey içine almaktır. Daha sonra bebek annesiyle kendisinin ayrı varlıklar olduğunu algıladığında bu haset enerjisine haset duygusu eklenir. Bizim birçok hastayla yaşadığımız zorluklardan biri de hasetleri olduğunun farkına varmamalarıdır. Çünkü onların hasedi henüz haset enerjisi halindedir. Bir insanın ruhsal düzeyi dokuz ay altındaysa haset duygusunu tanımaz, tanıyabilmesi için dokuzuncu aya gelmesi gerekir. Dolayısıyla bazen uğraştığımız haset duygusu değil de haset enerjisi olduğunda hastaya hasedini anlatmakta zorlanırız. Öyle bir durumda hasedi tanınması için yardımcı olursunuz; mesela hasedi uyandığında kişi kendisini değersiz hisseder, bir yandan karşısındaki insanı gözünde çok büyütmeye, fazla etkilenmeye başlar. Bebek de hasedi çok fazla olduğundan anneyi idealize eder, onun memesini Allah gibi algılar, onu gözünde çok büyütürken kendisini çok değersizleştirir. Bu hasedi yakalamak için daha iyi bir yol olabilir. Kendisini değersiz hissetmek hiçbir canlıya iyi gelmez, gerginliğini artırır. Bunları yakalarsa belki daha iyi anlar ama çok da ısrarcı olmamak lazımdır çünkü henüz öyle bir gelişkinlik düzeyi taşımıyordur.

Ama aynı zamanda rahatlama ve umut duygularına da yol açar.  Bu durumda nesnenin ve kendiliğin iki yönünü yeniden birleştirmek ve depresif pozisyonun üstesinden gelmek daha az zordur. Bu aşk, iç ve dış nesnenin bölünmüş yönlerinde hissedildiği kadar kötü olmadığına dair artan bilinçdışı bilgiye dayanır. Nefreti aşkla hafifleterek nesne, bebeğin zihninde gelişir. Artık tahrip edilme duygusu geçmişte olduğu kadar güçlü bir şekilde hissedilmiyor. Gelecekte de tahrip olma tehlikesi azaldı, yaralanabilir ama yok olmaz. Bununla birlikte tehlike azalmış hissedildiği için şimdi ve gelecekte daha az savunmasızdır. İçsel nesne, kısıtlayıcı ve kendini koruyan bir tutum kazanır ve daha güçlü olması, süperego işlevinin önemli bir yönüdür. [Klein, 1957, s. 196.) Depresif pozisyonun başlangıcında gerçekle daha fazla temasa geçilmesi, bebeğin günlük hayatın ritmini daha iyi anlamasına yol açar (yemek yeme zamanı, bakılma zamanı, zaman annenin günlük işleri bitirip yanında olması zamanı vb.). Bu yüzden bu ritimlerdeki düzenlilik bebek için çok önemlidir Zamansallık kesinlikle depresif pozisyonun işlenmesi ile yapılandırılır. Depresif pozisyonda, nesne öznenin saldırgan dürtüleri tarafından yok edilme fantezisine maruz kalıyorsa yoğun geçer.

Saldırganlığın temelinde anneyi yiyip içine almak ve böylece hem ondan kurtulmak hem onun özelliklerini edinmek yatar. Vampir, canavar, içimizde bir şeyin büyüyüp bizi yok etmesi gibi korkular oluşturur.

O zaman zamansallık çoğunlukla tersine yapılanır yani fanteziler nesneyi imha etmeden önceki bir geçmişe odaklanır. Bu durum bölünmüş zamansallığa neden olur. Zamanın bir kısım ilerlemeye ve geleceği yapılandırmaya devam ederken, zamansallığın bir kısmı mutlak geçmişin olaylarına sabitlenir. Depresif pozisyon, onarım süreçlerinin gelişmesi ile sağlamlaşır ve bir gelecek oluşturma olasılığı ile aşılır. Gelecek, zamansallığın en kırılgan boyutudur, çünkü insan için en zor hedef depresif pozisyonun onarıcı mekanizmaların işlenmesidir. Gerçek onarım, omnipotansın (her şeye gücü yeterlik) radikal bir şekilde terk edilmesini ve gerçek koşulların kabul edilmesini içerir. Geleceğe yol açar, ama her zaman orta düzeyde ve ulaşılması adım adım olacak zor bir geleceğe yönelir.

Bebek, bebekliği boyunca anneyi Allah yapar ona çok muhtaç olduğu için hasedi çok uyanır, bir sürü savunmayla hasedinin annesini yok etmesini engellemeye çalışır. Sonra dokuzuncu aya gelip annesinin kendisinden ayrı bir varlık olduğunu algıladığında onu çok idealize etmeden onu bir insan ama mükemmel bir insan olarak algılayacak hale geldiyse onu örnek almaya ve ona benzemeye yönelir. Bu arada dokuzuncu aya geldiğinde kendi kabiliyetleri de artmış olur, emeklemeye başlar. Bu sefer içinde bir yandan anneye hayran olan bir yandan da anneden kurtulmak isteyen bir taraf oluşur. Hasedini anneden uzaklaşarak azaltabileceğini algılar. Hasedin annesi yanındayken uyandığını kendi başına kalabildiğinde azaldığını algılar. Bir yandan annesine benzemeye çalışırken bir yandan da annesinden uzaklaşabilecek bir donanım geliştirmeye çalışır. Bunu emeklemede görürüz daha yürümeyi bilmiyor ama uzaklaşma, kaçma kabiliyeti ediniyor. Daha sonra annesinin konuşabildiğini, kendisinin konuşamadığını, dili kullanma kabiliyetinde annesiyle arasında bir fark olduğunu algılıyor. Bu kez de dili öğrenmeye çalışıyor, sesler çıkartıyor, ağzından çıkan sesleri şekillendirmek için dudağını, nefesini kullanmayı öğrenmeye başlıyor, sonra da annesinin çıkardığı bazı sesleri taklit etmeye yöneliyor. Burada temel bir hakikatin ortaya çıkıyor; haset edilene benzemek hasedi azaltır. Onu yok etmeye çalışmaktan, yutup için almaktan, kurtulma ihtiyaçlarından çıkıp onun yerine mesafe koymaya, ona benzemeye çalışıyor bu da bebeğin yeni bir donanım geliştirdiği anlamına gelir. Bebek bu ruh halindeyken yürümeye başladığında “benim anneme ihtiyacım yok, ben artık her istediğimi yapabilirim, bana bir şey olmaz” deyip kendisini meydana atar. Buna bebeğin omnipotan dönemi diyoruz. Bütün bebekliği boyunca anneyi Allah olarak tanımlayan bebek yürümeye başlayınca kendini Allah zannetmeye başlar fakat bebek, kendisini anneden uzaklaştırmışken elini sıkıştırır, düşer, çok canı yanar ve der ki “bu dış dünya çok sertmiş, ben anneme geri döneyim, annem beni korusun”. Omnipotansın bırakılması bu süreçte olur kendi kendine olmaz. Evde yaşlıların olduğu geleneksel sistemde çocuklar çok kısıtlanırlar, “yürüme, koşma, atlama, ses yapma” vs. gibi kısıtlamalar çocuğun omnipotansını deneyimlenmesini engellediğinden çocuğun fantezide kendisini omnipotan zannettiği bir yapı oluşmasına sebep olur. O yapıyla çocuk deneyimden uzak durur çünkü deneyimin içine girdiğinde omnipotan olmadığını anlar, ona bir şey olmayacak, fantezisi çöker. Giderek ürkek, çekingen, fazla deneyime girmeyen, girdiğinde de çok tedirgin olan, her dakika düşmeyi bekleyen, düştüğünde de feryat eden dayanıksız bir çocuk olur. Çocuğun anneye geri dönmesine raproşman denir, anneye yaklaşma anlamına gelir. Bir insan kendi omnipotansını ebeveynlerine yansıtamadığı zaman ortaya çıkan klinik tablo “borderline”dır. Bir yandan onları koruyan, kollayan bir nesne ararlar bir yandan da ona hasetleri artar, onu devirip kendileri omnipotan olmaya kalkarlar. Gel-git hali olur, bir yandan nesnelere yönelen bir yandan da hasetleri nedeniyle o nesneyi tahrip etmeye çalışan, devamlı olarak depresif süreçlere geri dönen bir varoluş ortaya çıkar. Aslında çok acılı bir var oluştur, devamlı nesne arayan, devamlı ondan kurtulmaya çalışan döngüye giren dolayısıyla ilişkilerinde istikrarsız, bir süre sonra kurtulmak için bin tane sorun çıkaran, karşı tarafı ayrılmaya mecbur eden insanlar ortaya çıkar. Dışarıdan bakınca bunlar ne bela denilebilir ama çok acılı insanlardır. Tedaviciyi bir yandan bıktıran ama bir yandan da çekilen acıyı görüp üzen bir durumdur.

SORU: Çok düşen, hoplayan, zıplayan çocuklarda anneye omnipotansı aktarmayla ilgili sorun vardır diyebilir miyiz?

Çok sakar çocuk içinde öfke enerjisi fazla kalmış olan çocuktur. İçerdeki öfke fazla kaldığında koordinasyonu bozar. Öfke arttığında dikkat azalır, ilişki kurma kapasitesi düşer. Tedavici çok öfkeliyse hastalar boşlukta kalır, ihtiyaçları olan pozitif enerjiyi alamazlar, zaten tedavicinin de dikkati dağılır. Bebek annesinin iyi korunup kollanıyor olması, enerjisinin öfkeli bir enerjiye dönüşmesine sebebiyet verilmemesi, üzerindeki yüklerin alınması lazımdır. Buradaki maksat bebeğe temiz bir enerjiyle yönelebilmesini sağlamaktır. Anne temiz bir enerjiye sahip değilse çocuk sakar olur. İlk dikkati çeken şey de hiperaktif olması olur. Hiperaktiviteannenin çocuğa temiz, pozitif enerji verememesinin sonucunda olur. Çocuk öfkeli enerjisiyle bağlanamadığı için devamlı ilgisi ve dikkati oradan oraya kayar, bu durum dikkatini bir şeyin üzerinde tutamamasından veya bir şeye bağlanamamasından kaynaklanır.

Paranoid-şizoid pozisyon başarılı bir şekilde geride bırakılmalı, depresif pozisyon suçluluktan kurtulmalıdır (yok edici öfke ortadan kalkmalı). Bu koşullar sağlanırsa, onarım mekanizmaları nispeten serbest çalışır, gelecek normal yapılandırılır ve zamansal bölünme önlenir.

III- YORUMUN İLERİYE DÖNÜK ZAMANSAL YÖNÜ

Malzemenin geçmişe dönük yönü kavramın tümünü kapsamakta yetersiz kalıyorsa, nevrotik çatışmanın geçmişe dönük zamansal boyutunun kaçınılmaz sonucu olarak ileriye yönelik bir zamansal boyut ekleniyorsa yorum, sadece geçmişe dönük kalamaz. Yorumlamanın amacı, biçim tamamen nesnel (objektif) olsa ve hastanın geçmişine atıfta bulunsa bile değişim sağlamaktır. Yorumun zamansal diyalektiği birkaç yazar tarafından belirtilmiştir. Yorumun ileriye dönük zamansal yönü, psikanalizde kullanılan farklı yorum türlerinin kabul görmüş sınıflandırmalarda görülebilir. Sigfried Bernfeld, psikanalizde sıkça kullanılan beş tür yorumdan bahseder.

  1. Niyete göre yorumlama: örneğin, bir dil sürçmesinin içinde ima edilen bilinçaltı niyete atıfta bulunmak için yorumlanması ve bilinçli ifadenin niyetini ortaya koyan ve dönüştüren bir çaba.
  2. İşleve göre yorumlama: örneğin, bir rüyayı uykuyu koruma işlevini dikkate alarak yorumlayabiliriz
  3. Teşhise göre yorumlama: Bu yorum, iki olgu arasındaki genel bir ilişkinin hasta tarafından şu anda iletilen bir olguya uygulanmasından oluşur. Yapı aşağıdaki gibidir: X, A anlamına gelir; X’ (mevcut malzeme olarak kabul edilen öğe) X gibidir. Sonuç olarak, X’ A’yı temsil eder. Örnek: kaçınma davranışı, fobik kaygının bir işaretidir
  4. Sembolik tercümeye göre yorumlama
  5. Yorumlanacak öğeyi hastanın tüm yaşam deneyimine yerleştirmek

İlk iki tip, niyetin yönü ve geleceğe dönük işlevi nedeniyle açıkça tam bir zamansal yorum boyutunu doğrudan ima eder. Üçüncü tür yorum, zamansal bir düzeye yerleştirilmez, bu yorum gerçek anlamıyla bir yorum olmaktan çok, önceki bir yorumun anlaşılabilirliğini veya etkinliğini arttırmak için uygulanan bir tekniktir.  

Sembolik yorum tek başına değil, daha geniş bir yorum bağlamında veya başka yorumlara yol açmak için kullanılır.

Bernfeld’in en son sentez yoluyla oluşturulan olarak bahsettiği beşinci tür yorumlan ilgili olarak, “genel durumsal yorum” nitelendirebiliriz ve ileriye dönük yönüyle birlikte eksiksiz zamansal perspektif içerir.

Kabul görmüş anlamı ile söz konusu edildiğinde bu sınıflandırma yapılabilir. Ancak yorumlama eyleminin mekanizmasının daha dikkatli bir şekilde incelenmesi bize, çoğu zaman yorumun ileriye yönelik boyutunun ihmal edildiğini ve zamansal yöne daha fazla dikkat edilmesini gerektiğini öğretir.  

Bir insanın aklına gelenleri dinlediğimizde, anılar vs. gündeme geldiğinde şöyle olmuş, böyle olmuş, annen babandan seni kıskanıyormuş vb. gibi yorumlar geçmişe dönük, geçmişin daha iyi anlaşılmasını, geçmişin kurgusal bir öykü olmaktan çıkartılıp yaşananın daha iyi anlaşılmasını sağlamak olabilir. İnsanlar bir ebeveyni korurken diğerlerini harcamak ya da birinin gözüyle diğerine bakmak gibi biraz kurgusal öykülere sahiptirler. Bu kurgusal öyküler kişinin kendisinin de kurgusal olmasına ve yapay olmasına neden olabilir. Geçmişin doğru anlaşılması oradaki kurgunun yerine olan olaylardan oluşmuş daha hakiki bir fotoğraf oluşturulmasının faydaları vardır. En temel fayda insanın kendi içinde oluşturduğu deformasyonların, kendi kandırmak, işine geldiği gibi görmek ve inanmak gibi ögelerden arındırmak için geçmişle ilgili çalışma yapılması gerekir. Neticede bu geçmişe dönük bir şeydir. Bunun geleceğe dönük faydasını bekleriz. Bunu niye yaparız? Mesela hasta annesine çok âşık halbuki babası harcanmış, anne babayı sevemediği için çocuğu da kendi gözleriyle görmeye mecbur etmiş, bunu adama yazık olmasın diye yapmayız. Bu kurgusal yapının hastanın kendisini de kurgusal bir varlığa dönüştüreceğini bildiğimiz için onu o kurgusallıktan kurtarıp daha canlı, daha hakiki bir insan donanımıyla varlığını sürdürmesini sağlamak için geçmişle ilgili bir meşguliyetimiz olur. Bir yandan hastanın problemlerini anlamamıza yardımcı olur, anladığımızı da yorumlar aracılığıyla hastaya iletiriz ama esas maksat hastanın gerçeklikle bağını güçlendirmektir. Çünkü her kurgu, gerçeklikle bağın zayıflaması anlamına gelir, gerçeğin yerini kurgu almıştır. Bazı narsistik kişilik dediğimiz hasta grubunda herkesin bir öyküsü vardır. Herkes bir şey anlatır. Mesela Balina filminde adamın kızıyla ilgili bir kurgusu vardır, anne biraz daha gerçekçidir. Kızın anne babayla ilgili bir kurgusu var ama ne olup bittiği güme gitmiş. Burada masal anlatılıyor, gerçekte böyle olmaz. Hasta bize kendi öyküsünü anlattığında anlarız ki bu anlattıklarıyla şikâyetleri örtüşmüyor. Bir sürü insan der ki benim annem harikadır, bakarsınız, ilişkisi harika olsa bu insanlarla ne işi olur, dersiniz. Yavaş, yavaş hastanın da bunu görmesini sağlamaya çalışırsınız. Düzeltilmesi gereken bir şey vardır, o idrakleri yüzünden yanlış yerlere yöneliyordur, hayatında bir insanın sağlıklı olmasını sağlayacak şekilde ihtiyaçları doyurulmamıştır, bu da insanı mutsuz eder, öfkeli yapar, verimini düşürür ya kendine yeni bir alan yaratarak ya içindeki deformasyonları çözerek kendi seçtiği objeleri sorgulamaya başlar, bu adam ya da kadını niye seçtiğini anlamaya başlar. Yapay benliğin geride bırakılmasına yardımcı olmak çok önemlidir ama bir yandan da bir gelecek oluşturmasını isteriz. Mesela annesiyle ilgili deformasyonları düzelterek daha doğru bir insanla gelecek şansı vermeye çalışırız. Yaptığımız iş büyük ölçüde hastanın bir geleceği olmasını sağlamaya çalışmaktır. Daha önce onun önünü kapatan yanlış algıların, işine geldiği gibi algıladıklarının üzerinde çalışırız ki önü açılsın ve daha doğru insanlar bulacak hale gelsin. Yani yaptığımız işin büyük kısmı geleceği kurtarmaya ve daha iyi bir geleceği olmasını sağlamaya çalışmakla geçer. Yaptığımız yorum iç görü geliştirmenin aracıdır. Adı konmadan, “bunu yapıyorum bir geleceğin olsun”, denmeden bu yapılır.

Bu zaman Sal dialectic, örneğin Strachey’nin geliştirilebilir (mutative) yorum üzerine çalışmasında (1934) görülür. Hastada gerçek bir değişime neden olan geliştirici (mutative) yorum iki aşamadan oluşur (eşzamanlı olabilir): ilk aşamada, analistin “yardımcı süperegosu” tarafından desteklenen hasta, analiste belirli miktarda id enerjisi gönderdiğini hisseder. (Dürtü) Bu aşama bir sonraki ile tamamlanmazsa, tedavi için hiçbir faydası yoktur. İkinci aşamada hasta, bu tür bir enerjinin (bebeksi dürtü) gerçek bir nesneye değil, arkaik (bebeksi) hayal ürünü bir nesneye yönlendirildiğini anlar. İkinci aşama, hastanın içine kapatıldığı nevrotik kısır döngüden bir çıkış yolu açar. Bu ikinci aşama esas olarak zamansaldır: bu, hasta için yorumdan önce ayrımlaşmamış (adı konamamış) geçmiş bir durum ile mevcut bir durum arasında bir yüzleşme ve farkındalık oluşturur. 

Hastanın geleceğe yönelebilmesi için önce kafa karışıklığını, kendini kandırma ihtimalini aşması gerekir yoksa bu algı bir direnç oluşturacak ve olduğu gibi kalmasına neden olacaktır. Hastanın iyiliğinin istendiği herhangi bir pozitif ortamda bebeksi bir taraf mutlaka uyanır. Bebeksi taraf uyandığında bebeksi dürtü de olur. Bu da aslında bir şeyleri değiştirip dönüştürebilmenin enerjisini oluşturur. İçimizdeki bebeğin uyanması ve o uyanan bebeğin karşımızdaki insanın, tedavicinin içindeki malzemeye erişip onu alıp kendine mal etmesi önemli bir bilgidir. Esas iyileştirme odur. Malzeme transferi olmadan kimse mucize yaratamaz.