ANALİTİK ALAN 7

Şub 1, 2024

                                                                                                     30.03.2023

7. Hafta

SORU: Matrix of mind kitabında şizoid paranoid dönemdeki bir hastaya kullanacağınız dil farklı olmalıdır, depresif pozisyondaki bir hastaya kullandığınız dili kullanırsanız hasta anlamaz, yabancı bir dil konuşuyormuşsunuz gibi gelir, diyor. Hangi dili kullanacağız kısmını açabilir misiniz?

Şizoid paranoid pozisyondaki bir insan varoluş savaşı içindedir; “var mı olacak, yok mu olacak?” akıl ve mantık çalışmaz, yok olmaktan kaçınabilmek için çalışır. Fiziksel bir durum gibidir, elektriğe “elime çarpma” dediğinizde elinizi çarpmaktan vaz geçmez, çarpılmamak için siz elinizi elektriğe değdirmemeye çalışırsınız. Onun kendini yok olmaktan kurtarmaya çalışması neredeyse fizik kanunu gibidir. Bütün derdi yok olmaktan kurtulmaya çalışan bir varlık için geçmiş ve gelecek yoktur, sadece o anı kurtarma derdi vardır. Bu durumdaki bir hastanın size tutunabileceği bir ortamı yaratmaya çalışırsınız. Ancak size tutunabilirse psikotik anksiyeteye kaymaktan korunabilecektir. Onunla ilgili bütün beklentilerinizi askıya alıp sadece onun tutunabildiği bir varlık olmaya çalışırsınız yani onun içindeki bebekle bir ilişki kurup onun sakinleşmesini temin etmeye çalışırsınız ama nasıl ki bebeğe “sus” dediğinizde o bunu anlayıp susmuyorsa hatta “sus” dediğinizde daha çok ağlıyorsa burada da durum böyledir. Bunu doğru anlarsanız doğru bir şekilde konuşur ve davranırsınız.

Depresif pozisyonda bebek veya insan içinde iyilik taşıyan bir nesneyi içselleştirebilmiş oluyor ama korkusu “bu varlık beni sevecek mi; beni bırakır mı, ben ona haset etmeye başladım, bu hasedimle bu insanı yok edersem iyilikleri yok etmiş olurum, bindiğim dalı keser kendi yok oluşuma sebep olurum” gibi bir sorunsalla meşguldür yavaş, yavaş “burada bir gelecek var; eğer ben buraya tutunabilirsem anne gibi olurum, onun yapabildiği şeyleri ben de yaparım” demeye başlar böylece “var mıyım, yok muyum?” sorunsalından çıkmış olur.

Bunların ne olduğunu tam anlayamadan hastalara doğru bir şekilde yaklaşamazsınız. Bu iki duruma göre farklı beklentileriniz oluşur. Şizoid paranoid dönemde zaten dilin çok fazla önemi yoktur; karşınızdaki insanla ilişki kurup kuramamanız önemlidir, onu olduğu haliyle algılayıp algılamadığınız önemlidir. Ona bir şey söylemenize gerek yoktur, onu olduğu haliyle görebiliyorsanız içindeki öfke diner, onu göremiyorsanız, atlıyorsanız öfkesi artar. Şizoid paranoid pozisyona kaymış bir hastada daha büyük bir hassasiyet gereksinimi ve doğru anlaşılmaya ihtiyaç daha büyük olur.

Şundan emin olun; “ben bu iki dönemi anlayabilir miyim, birbirinden ayırabilir miyim?” önemli olan budur zaten karıştırmazsanız ve benliğinizi kullanırsanız gerekeni yaparsınız bu kendiliğinden olur sizin içinizde uyandırdığı duygularla yani projektif identifikasyonla -ki yapabildiği budur size kendi durumunu hissettirir. İçinizi dinleyin ve benliğinizi kullanın. Benliğiniz kimin nefes alamayıp yok olmaktan kurtulmaya çalıştığını kimin sevilebilir olmaya çalıştığını anlar.

SORU: Disosiye olan bir hastanın yalan söylediği ortaya çıktı. Burada ne yapmam lazım? Burada disosiye olmasının da etkisi var mı, bir tarafıyla konuşuyoruz o tarafı başka bir şey algılıyor, diğer tarafı başka bir şey diyebilir miyiz?

Diyebiliriz ama bu daha çok çoklu kişilik bozukluğundaki durumu anlatır; iki ayrı kişilik, benliği ele geçirmiştir ve biri arkaya geçmiştir ya da bir insan bunun gibi iki ayrı benlik değil tek bir benlik kullanıyordur ama benlik parçalıdır, bir parçası başka bir şey diğer parçası başka bir şey söylüyordur. Disosiye budur. Eğer size birbirinden ayrı ve kopuk iki ayrı benliği varmış gibi algılatıyorsa o zaman çoklu kişilik aklınıza gelsin. Bu çok daha nadirdir ama yine de vardır.

Disosiyeyse bir taraf yalan söylediğini bilir ama yalan söyleyen tarafıyla yalan söylemek istemeyen tarafı arasında çatışma vardır; mesela bir insan sizi kandırmak için yalan söylüyor, bunu ayrı bir terazide tartın. Psikotik bir taraf algılıyorsanız ya da kandırmak ve oyalama maksatlı olduğunu hissediyorsanız ve söylenen yalanın da içeriği bunları düşündürtecek şekildeyse o zaman “niye geliyorsun, ne yapacağız?” denir; mesela bir insan özel hayatını seansa getirmezse boşuna uğraşıp durursunuz. Çünkü özel hayat bize hasta ve bebekliği hakkında en fazla bilgi verebilecek alandır. İçimizdeki bebeğin, çocuğun devreye girdiği, canlandığı, uyandığı ya da uyanamadığı burada görülür hastayla ilgili en fazla bilgi özel hayat konuşulduğunda çıkar. Bunu saklıyorsa o zaman “acaba ben de psikoterapiye gidiyorum, demek için mi geliyor?” diye düşünürsünüz. Yalan söyleyip söylememesi tedavi ortamını tamamen bozup bozmayacak bir nitelik taşıyor mu? Mesela saçını yıkamayı unutmuş, küçük bir yalan söylüyor onu başka bir yerde tartarsınız, üç aydır sevgilisi var ama bunu anlatmıyor onu başka bir yerde tartarsınız. Duruma göre bakarsınız. Bizim işimiz bir tarikat gibi bunlara uyulacak bunlara uyulmayacak değildir; yaptığımız işte emek sarf ediyoruz, hastaya bir yatırım yapıyoruz ve kimsenin bizimle iş birliği yapmadan bir şey değiştiremeyeceğini çok iyi biliyoruz ve yalan söylemek iş birliği yapamamak anlamına gelir ya da daha psikopatik bir şey iş birliği yapamıyor anlamına geliyorsa “burada bir iş birliği yapamadığını görüyorum, ben sana nasıl yardımcı olayım? Çünkü ben seni kurtaramam, sen kurtarayım diye geliyorsun. Ben sana elimi uzatırım ama başka bir şey yapamam, başka bir şeye gücüm yetmez, annen de baban da kurtaramaz. İş birliği yapmıyorsan niye geliyorsun?” dersiniz. Bizim birine yardımcı olabilmemiz için kendi problemlerinden kurtulmak istiyor olması lazım. Kendi problemini benimseyen onu problem gibi görmeyen birine yardımcı olamayız.

YORUMLAMANIN ZAMANSAL BOYUTU

Kabul görmüş anlamı ile söz konusu edildiğinde bu sınıflandırma yapılabilir. Ancak yorumlama eyleminin mekanizmasının daha dikkatli bir şekilde incelenmesi bize, çoğu zaman yorumun ileriye yönelik boyutunun ihmal edildiğini ve zamansal yöne daha fazla dikkat edilmesinin gerektiğini öğretir.  Bu zamansal diyalektik, örneğin Strachey’nin geliştirilebilir (mutative) yorum üzerine çalışmasında (1934) görülür. Hastada gerçek bir değişime neden olan geliştirici (mutative) yorum iki aşamadan oluşur (eşzamanlı olabilir): ilk aşamada, analistin “yardımcı süperegosu” tarafından desteklenen hasta, analiste belirli miktarda id enerjisi gönderdiğini hisseder. (dürtü)

Yardımcı süper egone demektir? Genelde insanlar anne veya babalarının onlardan beklediğini kendilerinden beklerler; mesela baba sadist bir adam, beklentisi gerçekçi değil, çocuklardan mükemmel ve kusursuz olmalarını bekliyor, çocuğun en ufak bir aksamasında ya cezalandırıcı oluyor ya kendine çok öfke duyuyor -bu birçok durumda gördüğümüz bir şeydir. Yardımcı ego derken kastettiğimiz; ondan beklentileriniz yavaş, yavaş güçlenip yeterliliğini arttırdıkça daha fazla şey beklemek, yetersiz olduğu süreçte de onun yetersizliğini öfkeyle karşılamadan veya illa bunu yapmalıydın gibi bir yere vardırmadan çocuğun kendisini doğru idare etmesine çalışmaktır. Burada anlatılan yardımcı süper ego işlevidir; norm koyan, doğru-yanlış ayırımı yapandır, doğru bir çizgide olmasına yardımcı olandır. Doğru çizgide olmak demek insanın hayatını, zor, karmaşık, düşmüş, yıkılmış bir hale getirmeden idare edebilmesi ve bunu yaparken de belli prensipler oluşturup o prensipleri de kendini bozulmaktan koruyacak şekilde içselleştirmiş olmasıdır. Süper ego bizim kendimizi doğru idare etmemizi sağlamaya çalışır, yanlışa girdiğimizde kendimizi suçlu, pişman, kendimizi denetleyemediğimizde kendimizle ilgili bir hayal kırıklığı yaşamamıza sebep olur; mesela süper egonun başı tuvalet terbiyesidir, çocuğa kendi bağırsakları veya mesanesini kontrol etmeye çalışmasını öğretirsiniz, tuvalet terbiyesi çok sert olduysa çocuk annenin baskısına fazla maruz kaldıysa her aksadığında kendine fazla kızacaktır, anal bir öfkesi olacaktır, kendini cezalandırmaya kayacaktır. Genel olarak insanlar kendilerini bir konuda denetleyemediklerinde; mesela yalan söylemeyi doğru bulmuyor ama kolayına kaçıp kendini denetleyemedi ve söyledi, o zaman kakasını kaçırmış gibi bir rahatsızlık duyar. Normal bir insan kendini denetleyemediğinde herkesin içinde çişini, kakasını kaçırmış gibi bir rahatsızlık duyar. Buradan da net bir şekilde görülüyor ki süper ego net olarak kendini denetleyebilme kabiliyeti üzerine oturur. Burada da eğer çok sert bir eğitime maruz kaldıysa kendini denetleyemedi diye fazla öfkelenir. İşin kötüsü şudur; biliyoruz ki insan kendine ne kadar çok öfkelenirse o kadar çok denetler diye bir şey yoktur. O öfke boşa gider. Sonra öfke geçtiğinde yine aynı şeyleri yapar. Bu cezalandırıcı süper egoya sadistik süper ego denir. Bunun yerine insan kendine duyduğu saygı ve sevgiyle diğer insanlar karşısında yerini doldurma ihtiyacıyla kendini denetlemeye başladığında yani o denetleme sadistik bir denetleme olmazsa aksadığında utanır, rahatsız olur ama bu durum kendini denetleme kabiliyetinin artmasına yol açar; mesela bir şeye kızdın, yanında da kocan oturuyor, ben senin sülalene vs. demezsin. Onun yanında çok çocuksu görünmek istemeyebilirsin çok çocuksu göründüğünde adamın dürtüleri sana gitmezse diye korkarsın. Bu daha yerini doldurma, yaşının başının insanı olma gibi bir ihtiyacı ifade eder.

Tedavici çocuğun geçmişinde ondan fazla beklentileri olan, ona fazla yüklenmiş olan ebeveynlerin yerine daha yumuşak ve çocuğun hakikatine, gücüne uygun şeyler bekleyen bir şeyler yapmalıdır ki çocuk dönüp, dönüp kendi anne babasının kendisine yaptığını kendine yapıyor olmasın. Bunu devamlı yaptığımız için bir yerde bir şeyin kırılması lazım. Bunu da destekleyici psikoterapiye çok kaydırmadan, çok karışmadan ve müdahale etmeden yapmayı becermemiz lazımdır yoksa bir şeyi düzeltelim derken başka bir şeyi bozabiliriz.

Hastada gerçek bir değişime neden olan geliştirici (mutative) yorum iki aşamadan oluşur (eşzamanlı olabilir): ilk aşamada, analistin “yardımcı süperegosu” tarafından desteklenen hasta, analiste belirli miktarda id enerjisi gönderdiğini hisseder. (dürtü)

Bir insan kendisinin iyiliğinin istenildiğini hissettiğinde içindeki bebek canlanır o iyilik karşısında dürtüleri uyanır. İçimizdeki bebek canlıysa, yok edilmediyse, omnipotansa kaymadıysa otomatikman böyle bir şey olur. O anda iyilik kimdeyse anne odur. Erkek ya da kadın olmanın bir önemi yoktur.

Bu aşama bir sonraki ile tamamlanmazsa, tedavi için hiçbir faydası yoktur. İkinci aşamada hasta, bu tür bir enerjinin (bebeksi dürtü) gerçek bir nesneye değil, arkaik (bebeksi) hayal ürünü bir nesneye yönlendirildiğini anlar.

İçimizdeki bebek bizi doğru tartmaz o ancak iyiliği ve gücü anlar. Bebek iyiye ve pozitif enerjiye yönelir o enerjinin gücü onu besler, sütle değil enerjiyle beslenmiş olur ama bebek bunu yaparken kendi içindeki yeni doğduğu zamandaki bebek annesiyle sizi karıştırır, içindeki gömük bebek annesine hissettiklerini size kaydırır.

Bir insanın bebek annesi yoksa tamamen aksadıysa o insan psikotik olur. Paranoid şizoid pozisyondan çıkamaz. Biz akıl hastalarını almıyoruz, alacaksak haftada beş gün gelmesinin gerektiğini biliyoruz.

Danimarka’da 1930-40’lardan sonra akıl hastalığı oranının çok yüksek olduğunu algılamışlar. İkizler üzerine yapılmış bir sürü çalışma vardır. Bu çalışmaların birinde ikizlerden biri zengin bir aileye diğeri orta sınıf bir aileye veriliyor. Problemleri arasında anlamlı bir benzerlik var mı yoksa genetik o kadar etkili değil de yetiştiği ortam mı etkili diye araştırmışlar. Genel olarak varılan sonuç; yaşı ne kadar küçükken değiştiriliyorsa genetik yapıya değil ortamın özelliklerine bağlı olduğudur ama ilaç firmalarına kalırsa ortamın, annenin özellikleri önemli değildir, bu genetik bir problemdir verin ilacı, yapacak başka bir şey yok, şeklindedir. Burada bilimden çok ekonomik çıkarlar, ilaç firmalarının oluşturduğu baskı, insanların algısını yönetme becerisi akıl hastalığının hâlâ genetik midir yoksa anne aksadığı için mi olur sorusuna yanıt verememektedir. Bizim açımızdan şüphe yok ama psikiyatri açısında burası karmaşadır hâlâ genetik olduğuna inanma eğilimindeler. Genetikse ilaç verip duracaklar, psikoterapinin sonuç vermediğini iddia ediyorlar. Bizim penceremizden bakınca bu ilaç fabrikalarının menfaatine olan bir şeydir.

İkinci aşama, hastanın içine kapatıldığı nevrotik kısır döngüden bir çıkış yolu açar. Bu ikinci aşama esas olarak zamansaldır: bu, hasta için yorumdan önce ayrımlaşmamış (adı konamamış) geçmiş bir durum ile mevcut bir durum arasında bir yüzleşme ve farkındalık oluşturur. 

Yorum aslında iç dünyamızın bildiği ama tanımlayamadığı bir durumun tanımlanmasına hizmet eder. Bu yorumda o duygu artık insanlık bütünlüğünün bir parçası haline gelir. Aynı duygudur ama biri tanımlanmış biri tanımlanmamıştır. Tanımlanmış olan insanların anlayabileceği bir şeye dönüşmüş demektir, tanımlanmamışsa kendisinin ve insanların tanımlayamayacağı, ham bir şeydir. Bir problemin çözümünde onun tanımlanabilir olması önemlidir, tanımlanmayan şey çözülemez. 

Değiştirici (mutative) yorumlamanın ikinci aşaması başarılı olursa, hasta değiştirilmiş yeni bir nesneyi içe aktarır ve bu şekilde arkaik (bebeksi) durumları tekrarlamaya ve eski hayali nesneleri (bebek annesi) çeşitli insanlara yansıtmaya daha az ihtiyaç duyar. Tekrarlar döngüsü açılır ve zamansallık devreye girer.

Tanımlanamamış, adı konamamış olanın dış dünyaya yansıtılması ve bunlar beni öldürecek gibi bir şey söyleme riski daha yüksektir; mesela kendine çok öfkesi var, onu anladığında “beni öldürecekler”e çevirmesine gerek yoktur, “böyle durumlarda kendime çok kızıyorum”, demesi meseleyi ele alabilmesini mümkün kılar ama bu yapılamadıysa o dışarıya yansıtılır ve dışarıdan gelecek bir tehlike olarak tanımlanır. Tanımlanmamış olması onu yok etmez, bir yolla illa hayata girer ama çoğu zaman yansıtılarak girer.

SORU: Betalar alfaya dönüşmediği için değil mi?

Beta halindeyken ortadan kalkmıyor. İçimizde bir gerginlik oluşturuyor ve o gerginlik onu dışarı atılarak çözülmeye çalışılıyor dışarı attığı zaman da dışarıyı tehlikeli olarak algılamaya başlıyor.

Strachey bu son sonucu açıkça formüle etmiyor, ancak bunun onun çalışmasından çıkarılabileceğine inanıyorum. Yorumlamanın can alıcı anı, şimdiye kadar kaynaşmış olan zamansal boyutların birbirinden ayrı algılanabileceği zamandır. Yorum, geçmişi ve şimdiyi zaman ve mekânda karşılıklı olarak yapılandırır, böylece geleceğin yeni olasılıklarını hazırlar.

Birini annenizle karıştırıyorsanız, size çok eleştiren biri gibi geldi ama anneniz de çok eleştirir, söylenen şeyi size bir eleştiri yapılıyormuş gibi algıladığınız zaman şu anda gibi duruyorsunuzdur ama aslında geçmiştesinizdir yani annenizle olan ilişkidesinizdir. Karşınızdaki insanı annenizle karıştırdığınızda o sizi geçmişe götürür. Karıştırdığınız anda karşınızdaki insanın niyeti ve söylediği şey o anlama gelmediği için o an yaşanamamış olur. Geçmişinize dönüp geçmişinizi bir kez daha tekrar etmiş olursunuz. Yorum bunun olmasını engeller konuyu yaşanan ana getirir. Karşınızdaki insan ne söyledi ne demek istedi, siz ne anladınız gibi bir meseleye dönüştürmüş olur.

Son çalışmalar (özellikle Henry Ezriel’in 1951’i), geçmişteki tavrın aksine dikkatimizi psikanalitik ortamın “burada ve şimdi”sine çekmiştir.  Psikanalizin ilk yıllarında hastanın geçmişine yoğun olarak ilgi gösterilirdi. Bu yeni yaklaşımlar kafa karışıklığına yol açabilir. Kapsamlı bir zaman-uzay parametreleri sistemi olmadan ne “burası” ne de “şimdi” tanımlanamaz. “Burası”, seansın yer aldığı oda, mutlak bir referans sistemi olarak mevcut değildir. Hasta, odanın deneyiminden çıkabilir (örneğin, kendisini analistin içinde hissedebilir veya analisti kendi içinde hisseder).

Ezriel demiş ki hep geçmişe dönerek, hastanın anne babasını konuşarak meseleyi çözmeye çalışıyoruz, bu bir arkeolojik kazı gibi oluyor -ki o yıllarda arkeoloji çok ilgi çeken, bayağı itibarlı bir bilim alanıydı- bunu yaparak insanı düzeltmeye çalışıyoruz. Bunun yerine hasta zaten annesiyle olan problemini bizimle yaşayacak, bizimle yaşamaya başladığında çözebilmemiz daha etkili olur, demiş. Bu doğrudur, şöyle ki; bir yandan geçmiş konuşulurken bir yandan da o geçmişin bugüne yansımaları olacaktır. Bizi anne babasıyla karıştıracaktır o problem şimdiye girdiğinde bunu çözmemiz daha önemlidir, demiş. Burada şöyle bir hakikat ortaya çıkıyor; bilmek, anlamak başka bir şeydir, bilmenin bize getirdiği fayda başka bir şeydir, deneyimin bize öğrettiği şeyler farklıdır. Aynı problem tedaviciyle tekrar ettiğinde ve yaşanan bir şey, bir deneyim haline döndüğünde o deneyimin düzeltilmesi daha kalıcı ve esaslı bir dönüşüm oluşturur. “Şimdi ve burada”nın önemi psikolojik kazının yerine transferans dediğimiz ilişkinin ele alınıp çözülmesinin daha önemli olduğunu söylüyor. Biz de bunu söylüyoruz. Hastalar bize hangi kitabı okuyalım dediklerinde “çok fazla bilerek, öğrenerek bu işleri çözemezsiniz, illa birinin yardımı gerekir” diye gönül rahatlığıyla söyleyebiliyoruz.

Hasta çeşitli parçalara bölünebilir ve bu parçaları yansıtabilir. (odadaki bazı alanlar, bazı eşyalar iyi veya kötü iç nesneler olarak, bazı eşyalar hiç algılanmaz, nesneler, hasta için olmayan alanlar). Her şeyden önce, bu oda, yaşadığımız ülkenin bir sokağının, bir şehirindeki bir evin parçasıdır. “Burada” olmak, analizin belirli bir anında olmak anlamına da gelebilir. Bu oda da olmak bir kıtada veya bir gezegende veya “yaşayanlar arasında”, “öbür dünya”da olmamak anlamına gelebilir. 

Sadece zaman, geçmişin bugüne gelmesi, iki insanın arasındaki deneyime dönüşmesi değildir durum, burası Konya’nın bir ilçesinde yaşadığınız çocukluktaki ortam gibi de algılanabilir. Orada uyanan duygular burada da uyanabilir ve sadece zaman değil mekân da görünürde bir odadır ama aslında orası senin geçmişinde de bir yeri temsil ettiğinden burası oda olmaktan çıkar, çocukluğundaki bir yere dönüşebilir.

“Şimdi” çok küçük şimdiki zamana veya analitik seansın uzunluğuna atıfta bulunmaz, çünkü bir seans sırasında birbirinden belirgin şekilde farklı birçok “şimdi” olabilir; (“seansın başında kendimi huzursuz hissediyordum, şimdi daha iyiyim”) gibi. “Şimdi” iyi tanımlanmış bir zamansal birim ya da daha da kötüsü duygu birliği değildir. “Şimdi” yalnızca daha geniş bir duygusal bağlamda anlam kazanır. Bir hastanın bir seansta analistle iletişim kurmakta yaşadığı güçlük, önceki hafta bahsettiği ve bugünün materyalinde bu ana kadar dile gelmeyen analizden vazgeçme fantezisinden kaynaklanıyor olabilir ya da yarın bir kadınla buluşacağı bir randevuyla ilgili olabilir çünkü analistin bunu yasakladığını düşünür. 

Ya da “şimdi” tüm seans olabilir ve önce gelenden ve ardından gelenden-yani, sonradan-yani, içinde yer aldığı tüm zamansal boyuttan neden ayrıldığını anlamak zordur. Seans gerçekleşir ve bu bütün olan bitenlere anlam verir. Ya da “şimdi”de ısrar etmek, yorumlamanın hastanın şu anda deneyimlediği bir durumdan, “, geçmişte tekrarlanan durumlar ile gelecekte korkulan durumları bütünleştirerek çıkmaya çalıştığı bir “aciliyet noktasında” olduğu anlamına gelir. Yine de en uygun anda uygun yorumu yapabilmek fikri- bu “aciliyet noktası” fikri -son otuz yıldır analitik pratiği yönetmektedir. 

Yorum ne zaman yapılmalıdır? Bir şeyi fark edince hemen yorumlanmalı mı? Yoksa beklenmeli mi? Genel olarak şöyle bir şey vardır; bir insan ödipalize oluyor, sizi anne ya da baba yapmaya başlıyor ve o süreçte başka bir düzleme geçiyor, narsistik sistemi küçülüyor, sizi örnek almaya başlıyor, sizi içselleştirme kabiliyeti artıyor, sizi süper egosu haline dönüştürüyor. Bunun bir sürü pozitif, geliştirici etkisi olur. Neticede insanı yetişkin hayatı yaşamaya hazırlayan bir etkisi oluşuyor. Bunun erken yorumlanması acaba bu süreci gereksiz yere kısaltıp buradan elde edilecek faydayı azaltır mı? Hastanın bu insan beni doğurmadı ki onu niye anne yapayım, deyip o süreci kısaltmasına neden olur mu? Gibi bir sürü düşünce olmuştur. Buna Klein’ci ekol başka bir cevap vermiş, Anna Freud -ki o Freud’un daha sadık bir takipçisi pozisyonunda başka bir cevap vermiştir. Melanie Klein ekolü yorumu bir mesele ortaya çıktığı zaman konuşulmasını önermiş, bunun ertelenmesine karşı çıkmıştır. Onlara göre yaşadığımız her problem temelde anneyle ilgilidir. Bebeklikte daha sonraki depresif pozisyon ve ödipal döneme kadar yaşadığımız problemlerin çok büyük bir kısmı bebeklikte annemizle yaşadıklarımız temeline oturur. Tedaviciyle hasta arasında bir ahenk oluştuğunda sembiyotik döneme geri döner, aralarında çok iyi bir iş birliği olur ve hem hastaya hem de tedaviciye iyi gelir, hastanın bir sıçrama yapmasına neden olur. Sonra sembiyotik dönem biter herkes yine kendi olur ama çalışılır, bir yere gelinir sonra tekrar aynısı olur ve süreç böyle ilerler. Burada altı çizilen hep annedir, neden anne? Çünkü ilk ilişki anneyle oluşur, ilişki kurma kapasitesi annenin bebekle kurduğu ilişkiyle bağlantılıdır ve annenin ilişki modeli insanın bütün hayatında ilişki modeli haline gelir; mesela anne çocuğunu parçası olarak sevebildiyse biz hayatımız boyunca her insanı farkında olmadan kendi parçamız yaparak severiz, bu çok temel bir şeydir ya da Klein ekolü bunlar her ortaya çıktığında yorumlamanın aslında anneyle olan ilişkiyi düzeltmeye dönük bir çaba olduğunu düşünürler ve insanın hayatındaki bütün ilişkilerinin de anneyle olan ilişki modeli üzerinden gittiğini düşündükleri için aşk ilişkisindeki problemlerin anneyle problemler çözüldükçe çözüleceğine inanırlar. Bir insanın temelini bebekliğe yerleştirdiği için Freud’dan ayrılır. Freud’a göre bütün her şeyin temeli ödipus kompleksidir. Ödipus kompleksinin akıbeti insanın kaderini belirler. Klein’a göre ödipus bebeklik temeli üzerine inşa edilir -ki bizim de deneyim ve tecrübemiz böyledir. Dolayısıyla bu algılama farkı yorumu çok etkiler. Freud’yen ekolde ödipus kompleksinin oluşması beklenir, oradan bir fayda oluşması beklenir. Sonra da tasfiye edilmesi gereken noktaya yaklaşıldığında yani kişinin tedaviciye yaptığı yatırımın tekrar geri çekilip onu tekrar kendi hayatına döndürebilmesi amaçlı olarak ödipus transferans nevrozu tasfiye edilmeye çalışılır. Bunlar 1920’lerde oluşmuş olan düşüncelerin tezahürleridir. Bize göre ödipus kompleksi hiçbir zaman tam anlamıyla tasfiye olmayabilir, biçim değiştirerek devam eder; mesela bir erkeğin adam olmasında bir yandan önündeki bir erkek modeliyle özdeşleşmesinin önemli ölçüde payı olsa da oldu bitti diye bir şey yoktur, o devam eden bir süreçtir. Kendi içinde ödipus kompleksi yaşanmaya devam eder ve hayat boyu kişinin gelişimini kendi içindeki sevgi nesnesiyle devam ettirir. Kendi anne babasıyla ilişkisinde tıkandığı için; mesela çocuk ister kız ister erkek olsun ona fazla dürtüsel yatırım yaptıkları için ya da onlar tam olarak yerlerini dolduramadıkları için ya da karı koca birbirlerini yeterli ölçüde sevemedikleri için çocuk ödipusun dışına çıkamaz. Tasfiye etmek sonucu değiştirmez. Oradaki anne babanın probleminin geride kalması için çocuğun sizinle tasfiye etmesine gerek yoktur. Babasının yapamadığını sizin yapabiliyor olmanız lazım ki problem çözülsün. Hans Leold der ki zaten insanın ihtiyacı kalmadığında o şey tasfiye olur. İhtiyacı varsa tasfiye olmaz, bunu kafasına vura vura elinden almanıza gerek yok, sizinle ilişkisi bittikten sonra da ilişki devam eder, ihtiyacı kalmadığında zaten sizden yatırımını çeker.

“Şimdi” mükemmeliyetçi ve seçkinci bir anlamla ele alınırsa (varsa), analitik çalışma seansta olup bitenlerin yalnızca fenomenolojik tanımına indirgenir. Oysa “şimdi”, “acil” bir merkez etrafında geçmişe yorum katma, geçmiş ve gelecek unsurlarını bütünleştirme böylece hastanın yeniden yapılanmasını kolaylaştırma ve duygusal dünyasının da bütünleşme ihtiyacı olarak kabul edilirse aynı fikirde oluruz.  

Bir aciliyet noktasından bahsediliyor. Yorumun zamanında ve yerinde olup olmadığını irdelememiz için aciliyet noktası diye bir kavramdan bahsetti; mesela bir şey konuşuluyor ama derinlemesine ele alınamıyor. Muhtemelen orada beta elemanlar fazla onların alfa elemanlara dönüştürülüyor olması gerekiyor ki konuşulabilir bir kapsam oluşsun ve bir şekilde o şey ilişkiyi tıkıyor. O tıkanıklığın açılması ve aşılmasına aciliyet noktası demiş. Bunu yapmayı ertelediğinizde süreç ya çok zayıflar ya durur. Bazen hasta anlattığınızda tıkanıklığı çözecek bir soru sormadığınızı veya o tıkanıklığı çözmek için bir yorum yapmanız gerektiğini hissediyorum. O zaman “niye bunu söylemedin, niye bu aklına gelmedi” diyorum. Aslında benliğimiz herhangi bir tıkanıklığı anlıyor. Sizin benliğiniz de anlamış çünkü benim benliğim de sizin anlattığınızdan anlıyor ama gereğini yapamamışsınız ya bilginiz ya tecrübeniz yetmemiş ama bana algılattığınıza göre orada bir tıkanıklık olmuş. Acaba kendinizle ilgili çözemediğiniz bir probleme mi denk düşüyor? Annenle olan problemlerinle yüzleşemediğin için mi atladın? Bu söylenen her şeyde o aciliyet noktasının atlanmış olması yatıyor. Çünkü o nokta tekrar önünüze gelecek, oradaki tıkanıklık tekrar, tekrar kendisini gösterecektir. O tıkanıklık tekrar olduğunda soru ya da yorumla o tıkanıklığı aşıyorsunuz. 

“Şimdi” ile sınırlı bir yorum yalnızca tanımlayıcı (descriptive) olur ve yorumun özü olan zamansal diyalektikten yoksun olduğu için yalnızca bir açıklama olabilir.

Bazen yaptığı şeye bakarak şöyle düşünüyorsun, böyle hissettin veya böyle algılıyorsun galiba deriz. Bir insanın verdiği reaksiyona bakarak onun iç dünyasında nelerin olabileceğine dair bir kestirim yaparız eğer doğru bir şey kestirdiyseniz onun da bir hayrı olur. Orada belki hasta kendi beta elemanını alfaya çevirememiştir ama siz anlayıp çevirdiğinizde o da anlar, kendini anlaması kolaylaşır ve derinleşir.

Analitik durum, zaman ve mekân içinde yapılanmış iki kişilik bir alandır. Bu alanın zamansal boyutu, hastada da ve analistin yaşamında olduğu kadar temeldir önemdedir. Bu alan, hastanın yaşamının “dış” yanıyla, geçmişiyle ve geleceğiyle doludur. Projeksiyon makinasının olmadığı bir ekran gibidir. Bu alanda hastanın geçmişten ve gelecekten gelen hayali nesneleri konuşma üzerinden sözcükler tarafından çağrılır. Görünüşleri ve analist üzerindeki yansımaları tesadüfi değildir: Hastanın zamansallığını yoğunlaştırırlar. Bu zamansallık tanımı gereği bölünmüştür: bazı boyutlar eksiktir veya başka boyutlar tarafından işgal edilmiştir ve genel olarak kötü organize olmuştur. Karşılık olarak, bu ayrıcalıklı alandaki herhangi bir değişiklik, hastanın “dışarıda”, geçmişinde ve geleceğinde değişikliklere neden olur. Ekrana yansıyan şey dönüşür ve yansıtanı etkiler. Zamansal terimlerle ifade edecek olursak: alanın zamansal yapısı, hastanın varoluşunun zamansal yapısını aynalar ve onu değiştirir. Yorumlama ile hastadaki zamansal bölünmeyi azaltarak alanın yapısını ve özellikle zamansal yapısını değiştirmesi amaçlanır.  Bu dönüşüm, ego ile nesneleri arasında, fantezideki nesneler ile gerçek nesneler arasında, iç dünya ile dış dünya arasında bütün boyutları ile ilerleyen bir ayrıştırma ile üretilir.

Eğer siz kendi sınırlarınızı iyi çiziyorsanız, sizin içinizde iç ve dış ayrımı olabildiyse veya karşınızdaki insanlarla kendinizi karıştırmıyorsanız, siz ve karşınızdaki sizin iç dünyanızda ayrı ayrı oluşuyorsa bunun için sizin bir bakışınız, söylediğiniz bir kelime zaten hastanın bunu yapmasını sağlar. İlla bunun kognitif bir biçimde bilgi verir gibi dile gelmesi gerekmez. Hasta bir şey anlatırken tam anlamadığınızda şunu mu demek istiyorsun, dediğinizde bu muhtemelen beta elemanların fazlalığı yüzündendir. Bunu söylediğinizde her şey yerli yerine oturur. Bilgiçlik yapmaya gerek yok, basit bir soruyla yoluna sokmuş olursunuz. Temelde sizin içinizdeki sorunlar (sınırlar, karşınızdakiyle kendinizi karıştırma vs) çözüldüyse o zaman onun da kendi yolunu bulmasını otomatikman, fazla bir şey söylemeye gerek kalmadan sağlamış olursunuz. Yapamadığını sizinle olan ilişkisinde yapacak hale gelmiş olur. Sonra o başka alanlara da sirayet eder, başka alanların da algılanmasını başka pencereden görmeyi sağlar. Bunlar için ukalalık yapmaya gerek yok yeter ki siz benliğinizi kullanın ve benliğiniz işe yarayan bir enstrümana dönüşmüş olsun.

Şimdiki zamanla kaynaşmış geçmiş, başarıyla şimdiden ayrılırsa, eğer arkaik nesne mevcut nesneden ayrıştırabilirse, ego geçmiş yönlerini şimdiki gerçek halinden ayırırsa ego geleceği oluşturabilecek hale gelir. Hasta, zamansallığın bölünmüş kısımlarını kabul ettiğinde yeniden onun bir parçası olur.

Bizim içimizde bir şeyler değiştiğinde daha kapsamlı bir şekilde değişmemizi sağlar. Kuantumda gözlem nesnesi gözlemciyi değiştirir, gözlemcinin değişmesi gözleneni değiştirir kavramına benzer bir şeydir. Bizim kendimizle olan ilişkimizin niteliğinin değişmesi başka birinin müdahalesine gerek olmadan bizim değişmemize yol açar.

Ek olarak yorumlama, tedavinin başlangıcında sınırlanmış belirli bir zamansal alanda hareket eder. Hem hasta hem de analist iş birliklerinin uzun süreceğini ve aralarında pek çok kriz olacağını bilirler.

Hasta kurtarılmayı, onun problemlerine bütünüyle uyum sağlanmasını bekliyor olabilir. Kitabın başında dile getirdiği tedavici ile tedavi almaya gelenin iyileşme fantezilerinin örtüştüğü durumda tedavi yürür, örtüşmediğinde illa kriz yaratır. Böyle olduğunda hasta tedaviyi bırakır, gider. Burada tedaviciye düşen kafasının arkasında “acaba bizim iyileşmeden anladığımız şey mi örtüşmüyor, hasta ne bekliyor, ben ne vadediyorum?” sorularını gündeme getirebilirse hastanın bırakıp gitmesini engelleyebilir. Bu yüzden ilk görüşmelerde mutlaka “buraya niye geliyorsun?” sorusunu sormak lazım. Bir sürü insan mükemmel olmak için gelir. Öyle bir gelişin karşılığı yoktur. Öyle bir kavram yok, kimse mükemmel değildir. Sadece benliğimizin etkin bir şekilde çalışmasını, bize yol gösteriyor olmasını, bizi deneyimin içinde tutan, başka insanlarla bir deneyim oluşturmamıza imkân veren bir içerikte olması ve kendi problemlerimizle kirlenmemiş olmasına ihtiyacımız vardır. Hasta böyle bir maksatla gelmez mesela insanların çoğu aslında olabilecek en iyi şeyin içlerinden gelen şeyin doğru olması gerektiğinin farkında değillerdir. İnsan içinden gelen şeyler doğru olmaya başladığında özgür bir varlık olacağının, özgürleşeceğinin farkında değildir. Olabilecek olan budur, daha ötesi yoktur. 

Hasta analizinden çok önemli bir şey bekler ve analist de hastasından bir şey bekler. Yorum, iyileşmeye ilişkin ikili bir fantezi arasında durur: hastanın belirli bir amaca ulaşması ve analistin, hastanın iyileşmesine yardım etmesi, acıdan kurtulması ya da ciddi zorlukların üstesinden gelmesi ortak fantezidir.

Yorum birkaç şekilde verilebilir veya alınabilir, ancak her zaman karşılıklı temel analitik taahhüt dâhilinde kalınır. Tedaviyle ilgili bazen her iki tarafın fantezisi başlangıçta örtüşmeyebilir. Örneğin hastanın bilinçdışı fantezisi analistten omnipotan (her şeye gücü yeten olmak) olmayı öğrenmek olabilir veya bilinçli olarak nevrotik zorluklarını pekiştirmek (örneğin mükemmel olmak) isteyebilir.

Çoğu hasta sizin onun problemlerini çözecek güçte olduğunuzu varsayarak gelir, bunu fark etmeniz gerekir, çünkü sizden beklediğini kendisinden de bekliyordur. Onun omnipotan bir çizgiye kaydığını anlamak zor değildir. Bunu anladığınız zaman anlarsınız ki sizden de bunu bekleyecektir. Siz insanı, var oluşu yeri geldikçe onun beklentilerine uygun olmayacak, ayakları daha yere basan bir şekilde tanımlamaya başladığınızda hastanın kendi bilinçaltı fantezisi değişip sizinkiyle uyumlu hale gelirse ilişki sürer, gelmiyorsa başı ağrır, işinde problem olur, bir türlü saatleri ayarlayamaz vs. gibi kendisi de farkında olmadan gelmemenin bir yolunu bulur.

Analiz ilerledikçe bilinçaltı ve bilinçli iyileşme fantezisi gelişir, analistin hastasının tedavisine ilişkin fantezisi de hastasını daha iyi tanıdıkça değişir. Ancak transferansın bu temel yönü hem hastanın hem de analistin paylaştığı umut—her zaman oradadır, aksi halde analitik tedavi ortamı yoktur. Paradoksal olarak, kendini “bitmiş”, umutsuz olarak gören bir hasta, analiz sürecine katılmaya başladığı andan itibaren geleceği tasavvur eder. Bu nedenle umutsuzluk ya da geleceğin olmaması durumları analitik teknikte büyük önem taşır.

Bazen insanların hayatlarında gerçekten hastalık, çok ağır anksiyete gibi birtakım şeyler varsa öyle bir durumun olmaması, öyle bir duruma tekrar düşmemek için insanların bize geldiği olur. Yani illaki bir amaç ve hedef değil mevcut olanı korumak ve aşağı kaymamak da çok ağır durumlarda bazen tedavi amacı olabilir. Tedavi, bazı insan için hastalanma sürecinde onu koruyan bir şey olarak da tezahür edebilir. 5-6 kez akıl hastanesine girip çıkmış olan bir hastam var çok ağır bir şekilde hastalık deneyimi yaşamış. Bütün derdi tekrar hasta olmamak. Kendisini doğru idare edeceğine güvenemediği için bütün sorunlarını konuşabileceği ve güvenebileceği bir insana ihtiyaç duyuyor. Bu çok anlaşılır bir sebeptir.  Ben bunu iyileştiremeyeceksem almam gibi bir fantezim yok. Bu da bir işlevdir. İnsanın hastalanmadan yaşaması da bir amaç olabilir. Bu klasik psikoterapinin amacı içinde yoktur. Aslında hasta daha kötü bir duruma düşmekten kaçındığı için, kendisini cehennemin yedi katına düşürmekten korktuğu için geliyor lafı bizim için anlaşılır bir şey ama daha ortodoks bir analist için bu hasta alınmaz.

Sıklıkla tedaviden vazgeçen hastalar bunu umutsuzluk nedeniyle yaparlar. Hedefine ulaşamayacaksa devam etmenin ne anlamı var? Diye düşünür. Bu umutsuzluk halleri, anksiyeteye (kaygıya) karşı belirgin zamansal bölünmenin ve dissosiative (benlikte bölünme) mekanizmalarının artmasının sonucudur. Bununla birlikte, umutsuzluk duygusu kendi içinde o kadar önemlidir ki, tedavinin erken kesilmesine neden olabilir. Yorum, zamansallığa iki şekilde dahil edilir: hastanın zamanı bölmesinin yorumlanması ile ve analizin temelde gelecek oluşturmaya yönelmiş umut verici zamansallığının hastayı etkilemesi ile ve temel işlevlerinden biri, gelecek boyutunu geri kazanmayı amaçlayan zamansallığın diyalektik bir hareketini sağlamaktır. Zamansallığın temelde ileriye dönük bir zamansal yönü vardır. Soru, bu geleceğe yönelik zamansallığın, yorumların formülasyonuna nasıl ve ne ölçüde katılması gerektiğini bilmektir.

Bir insanın gelecek tasavvurunun olması bildiğimiz psikoterapilerin temelini oluşturur. Dolayısıyla bir gelecek tasavvurunun oluşmasını sağlayacak şekilde bizim hastayla ilgili bir gelecek tasavvurumuzun olması lazım ki hastanın kendisi de bunu oluşturabilsin. Gelecek tasavvurumuzun olması lazım derken şunu kastediyoruz; mesela hastanın birtakım sorunlarını geride bırakıp daha iyi ilişkiler yaşayabileceğini veya ebeveyn olarak yerini daha iyi doldurabileceğini, çocuğunun problemleriyle yok olma tehlikesine düşmesini engellemek gibi bizim kafamızın arkasında geleceğe dönük tasavvurlar olabilir. Burada şu önemlidir; az önce verdiğim örnekte gelecek tasavvuru sadece içine kapanmış, kendine bakamayan, dünyayla bütün bağlantısını kesmiş, fantezi dünyasına kaymış bir insan olmasını engelleme çabasıdır. Bu hastayla ikimizin mutabık olduğu bir şeydir. Hasta da daha fazlasını beklemiyor, sadece bu yok oluşun engellenmesini bekliyor. Bir insanı olduğundan daha aşağıya kayması hele başına bir sürü acılar, korkular, katlanılamaz durumlar geldikten sonra bu çok anlaşılır bir sebeptir. Burada şunu karıştırmamak lazım, hastanın nasıl bir hayat yaşayacağını veya ne olması gerektiğini biz tayin etmiyoruz. Hastanın geleceğini biz tayin etmiyoruz ama ortada mutabık kalınan hedefleri olması buna engel değildir. Bizim hastanın iyi olmasına ihtiyacımızın olmaması lazımdır. Hastanın iyi olmasına ihtiyacımız olması halinde biz hastayı projemize çeviririz. Onu kesip biçmeye, kafamızdaki bir modele uydurmaya başlarız. Bu da onun hakikiliğini engelleyen, önünü kapatan bir şeye dönüşür. Bir insanın kendi hakikati ile bağ kurması, hakikatiyle uyumlu bir hayat oluşturmaya çalışması, seçimlerinin kendi hakikatine uyumlu olmasına çalışmak, onu birtakım kalıplardan, iyi kız, efendi oğlan vs. gibi şeylerden özgürleştirmemiz onun kendi hakikatine uygun bir hayat kurmasının önündeki engelleri kaldırmak olur. Başka bir yerde de hastanın iyi olmasına duyulan ihtiyaç hastaya zarar verir, diyoruz. Hastanın iyi olmasına duyulan ihtiyaç hastanın dirençler geliştirmesine sebep olur. Hastanın tedaviyi bozmasına neden olur. Dolayısıyla buraya düşmeyelim diyoruz ama bu demek değildir ki bizim kafamızda tedavinin amaçları ile ilgili hiçbir fikir olmayacak. Bunları içimizde taşırız ama hastaya dikte etmeyiz.

SORU: Bahsettiğiniz ortak tedavi amacı hastayla bu dile gelen, konuşulan bir şey mi yoksa sizin algıladığınız bir şey mi?

Bu dile gelen bir şeydi çok hasedi vardı ve dışarıya çıkamıyordu, çıktığında uyuyamaz hale geliyordu. Bebeksi dürtüleri sapkın içerikliydi dürtülerinin çoğu vücudunda ve kıçındaydı ve ister istemez sapkın fanteziler oluşturuyordu ve cinsel hayatı mastürbasyondan ibaretti ama mastürbasyon ondaki canlılığı muhafaza ettiği için bunu yapmazsa rüyalarında kendisini robot gibi, bilgisayar programı gibi görüyordu. Hakikilik eksikliği bir sürü insanın kendisini endüstriyel bir ürün gibi algılamasına neden olur. Mastürbasyon yaparken -ki kimliği sapkın değil kendini erkek olarak tanımlıyor ama kurduğu fanteziler anal doyuma itiyor, bu sefer benimsemediği bir kimliğe uygun fanteziler kurmuş oluyordu. Bunlar ister istemez benliğinde bölünmeye yol açıyor. Bu çocuğun kendisini yalnız başına idare etmesi mümkün değil. İlla bir uçtan bir uca kayıp, bir tehlikeden kurtulayım derken başkasına düşmek gibi son derece dinamik, tehlikelerin sürekli değiştiği ama ortadan kalkmadığı bir durum gösteriyor. Kendine kalsa kendinde nefret eder, atar kendini aşağıya zaten bu çocuğunda geçmişinde bunu denemişliği vardı. Bütün bunların farkında, bunların hepsi konuşuluyor. Bebeği çok öfkeli olduğundan kendi hoşnutsuzluğunu dışarıya yansıtıyor ve dışarı çıktığında insanlar bu ne garip bir insan, niye dışarıda dolaşıyor diyorlar gibi algılıyor. Dolayısıyla aynı yerlere kaymadan yaşamaya çalışması son derece saygın bir çaba ve ona bu konuda yardımcı olmayı kendimden bekliyorum.

SORU: Kaç senedir geliyor?

20 sene oldu; mesela benim ve anne babasının ölmesinden çok korkuyor çünkü dünyası 3-4 kişiden oluşuyor. Böyle durumlarda insan içindeki canlılığı dizi seyrederek muhafaza etmeye çalışıyor. Bir başka hastada Kavak Yelleri dizisindeki kıza âşık olarak kendisine hastalanmaktan korudu. Tutunacak bir şey bulmak zorunda; mesela bir sürü insan hayvanlara tutunur. Bir sürü çok ağır problemli insan 20-30 kediye bakarak veya köpeklere sürekli olarak mama taşıyarak hastalanmayı engellerler. Sevebilecek bir şeyin varlığı insanı hastalanmaktan korur. Kalıplarla bakmayın, her seferinde “bunu niye yapıyor, buna niye ihtiyaç duyuyor, ona katkısı ne?” diye bakarsanız kaş yapayım derken göz çıkartmazsanız. Sapkın bir mastürbasyon fantezisi bile insanın kendisini canlı, eti kemiği olan bir varlık gibi hissetmesini sağlayabilir. O yüzden yargılayıcı olmaktan kurtulup, insan hakikatine saygılı olursanız iyi olur bu da sizin kafanızdaki kalıplardan özgürleşmeniz anlamına gelir.

SORU: Gelen bir hasta bir şey hissetmediğini, regl olduğunda bile o ağrıyı hissetmediğini söyledi.

O içindeki bebeği gömüyor. O da tehlikeli bir şeydir. İnsanın içindeki bebeği öldürmesi akıl hastalığına yol açar, o; mesela heykel gibi üç gün durur ne acıkır ne susar ne tuvaleti gelir vs. içteki bebeğin tam öldürüldüğünde olan bir durumdur bu. Dolayısıyla içteki canlılığı muhafaza etmek çok önemlidir ama mastürbasyonla ama filmle ama fanteziyle. Bunların içinde daha iyi olanlar, daha kötü olanlar vardır ama en kötüsü hiçbir şey hissetmemektir. Akıl hastalığı bazen buzların içinde donup kalmışsın gibidir ve hasta bundan keyif alır. Donan insan terlermiş, beyin bulunduğu sıcağa göre kendini regüle ettiğinde sıcak gibi gelirmiş, hamamda rahatlamış gibi hissedermiş. Bazen hastanın yaşadığı gerginlik, korku ve endişe o kadar fazla olur ki kendisini dondurmaya kayar bu en büyük tehlikedir, çünkü öyle bir hale girdiğinde ne acıktığının ne kirlendiğinin ne ihtiyaçlarının farkındadır, donmuş gibi olur. Kronik şizofreni böyle bir şeydir. Dolayısıyla oraya kaymamasını sağlamaya çalışmak gerekir.

SORU: O zaman böyle bir kişiyi canlı tutmak için tavsiyelerde bulunabilir miyiz?

Tabii ki mesela şöyle şeyler oluyor; bir insan çok uzun süre evde oturup dışarıya çıkmadığı zaman, sosyal becerilerini kaybetmeye başlıyor. İnsanlara bakacak mı, nereye bakacak, bir şey derlerse ne diyecek, nasıl diyecek, yürüyüşü nasıl vs. gibi bir sürü sorgulama hücum eder. Kendi doğallığını sürdüremez hale gelir. Dolayısıyla aynı adaleler gibi hiç çalışmayan kaslar küçülür, hiç hareket etmezseniz eklemler kaskatı olur hareket etmekte zorlanırsınız. Ruhsal yapı da öyledir içindeki sosyal becerileri muhafaza edecek kadar dışarıya çıkamadığında bir süre sonra hiç çıkamayacak hale gelir. Belki bu özürlü çocuklarda daha sık görülüyordur. Dolayısıyla sizin de içinizdeki en büyük sorumluluklardan biri onların canlılığını muhafaza etmelerine yardımcı olmaktır. Birbirleriyle etkileşime sokmak sosyal becerilerini geriye çekmesini engeller. Müzik de bir uyarandır. Evde oturan bir insanın uyaranlarının kesilmiş olması tehlikesi vardır. Müzik de hiç yoktan iyidir. Canlılığı muhafaza edebilmek için aklınıza gelen her yol gerçekten gereklidir.