28-12-2023

SORU: Aklıma çocukken oynarken, kız ya da erkek fark etmez, babam seni dövecek dediğimiz geldi. 

Bir de şu var; bazı sistemlerde, mesela Kürtlerde genel olarak akrabaları, yakın kuzenleri, gençleri, aynı sistemin içinde büyümüş olan çocukları birbirleriyle evlendirmeye bir eğilim vardır. O zaman diyebilirsiniz ki, o coğrafyada insanlar daha çok birbirlerinin parçası olabilecek insanlara yönlendiriliyorlar. Şunu görmek lazım; demek ki Kürt coğrafyasındaki insanlar dış dünyadan, yabancıya yönelmekten çok korkuyorlar, tanıdık ve bildik insan istiyorlar. Bu da akraba evliliklerine yol açıyor. Ama bunun en büyük sakıncası, bu insanlar bir şekilde birbirlerinin parçası gibi oluyorlar. Böyle sistemlerde bireyselleşme çok yavaş olur. Bu, bireyselleşmeyi durdurur. Bu, birbiriyle dayanışan ama sürekli olarak kendinden vazgeçen ve karşıdan da kendisinden vazgeçmesini bekleyen, ilişkilerin daha çok örfler, âdetler ve geleneklerle sürmesini sağlayan bir sistemdir. Biri hastaneye yatmış, illa ziyaretine gidelim gibi, bu kurallarla ilişkiler ayakta tutulmaya çalışılır ama bu, insanların içinden gelen şey değildir, mecbur edildikleri bir şeydir. Dolayısıyla bir insanın içinden gelerek yaptığı başka bir şeydir, mecbur edilerek yaptığı başka bir şey. O zaman akraba evliliklerinin ya da birbirinin parçası olmanın yoğun olduğu coğrafyalarda insanların bireyselleşmesi durur ve çocuk kalırlar. Devamlı bir şeyleri ertelerler, söz verirler yapamazlar, işbirliği yapmakta zorlukları vardır. İşbirliği önemli bir özelliktir. Baktığınız zaman, Batı toplumlarının sanayi, ilim, bilim yaratmış olmaları direkt olarak işbirliği yapma kapasiteleriyle bağlantılıdır. Elli kişinin çalıştığı bir yerde kaliteli bir ürün çıkartmak için oradaki insanların işbirliği yapabiliyor olmaları gerekir. Bizim toplumumuzda özellikle Kürtler işbirliği yapamıyorlar. Kendilerini heba etmeden, içlerinden gelenle yaşamayı öğrenmeden nasıl olacak bilmiyorum. Buradan kendine sahip çıkabilen bir toplum çıkmıyor, onlara hep bir kurtarıcı gerekiyor. Bunlar aslında baba eksikliğidir. Kürt coğrafyasındaki erkekler çocuksu olduklarında aslında sistemleri çaktırmadan kadınlar yönetiyorlar. Kadınlar mağduru oynuyorlar ama sistemi onlar yönetiyorlar. Erkeğin daha organize edici, işbirliği yapmaya zorlayan enerjisi olmaması bence onları çocuk bir toplum olarak tutuyor. Kadınlar Kürt coğrafyasında hayatlarını çocuklarının üzerine kuruyorlar, eşlerinin değil. Özellikle erkek çocuklar korunup kollanıyor, abartılıyor. 

SORU: Farklılığı kabul edememenin ve ayrışamamanın en büyük sorun olduğunu fark ediyorum.

Birbirinin parçası olunca bir türlü tam ayrışamıyorsun. Bu topluma nasıl güvenilecek, kendini başkalarının insafına bırakmadan kendi ayağının üzerine basacak hale nasıl gelecek sorusunun esas cevapları bu konuştuğumuz sorunsalın içinden çıkabilir. İnsan malzemesi bu alanda, yani ailede oluşuyor. 

SORU: O bölgede insanların sofraları geniş ya, bu korkudan mı kaynaklanıyor? Sofraları ve kapıları hep açıktır. 

Sofra açıklığı dediğin şey dayanışmacı sistemlerin bir özelliğidir. Mesela diyelim ki bir ölüm, kayıp olur, insanların içindeki dayanışma ihtiyacı artar, illa yemek verilir. Dayanışmanın öne çıktığı her durumda sofralar açık olur ama dayanışmanın bu kadar öne çıkartılması bireyselleşmenin eksik olmasından dolayı olur. İnsanların kendi ayakları üzerinde durup kendi sorunlarını çözecek bir kabiliyetleri olmayınca, mecburen fazlasıyla dayanışmacı bir noktaya kayılıyor. O, bir eksikliğin giderilmesi için bulunmuş bir yol. İnsanlar arasında dayanışma yok mudur? Vardır, ama daha çok bir hak hukuk ilişkisi vardır; arkadaşlık, dostluk, birbirine destek olmak dediğimiz şey. Dayanışmanın çerçevesini iki insanın beraber oluşturdukları hukuka bağlamak lazım. Dışarıdan dayatmacı, örf ve âdet şekline dönmüş bir dayanışmacılığın bence bir anlamı yok çünkü orada birey yok, sürü var. Bu, çocukların dünyanın zorluklarına, ilişki biçimlerine hazırlanmadığı anlamına gelir. Bireyselleşmiş bir dünyada çocukları bireyselleşmeden büyütüyorsanız, bu çocuklar bu hayatın altında ezilirler. Kendilerini kandırılmış, suiistimal edilmiş, baştan çıkartılmış, aldatılmış hissetmek mecburiyetinde kalırlar, öyle durumlara düşerler. Bu kadar dayanışmacı bir sistemde büyümüş insanlar bu dünyanın zorluğunun altından kalkamıyorlar. Şu çok net; karıkoca ilişkisinin altından kalkamıyorlar. Karıkoca ilişkisi iki kişinin birbirinden farklı olduğu ve birbirini tamamladığı bir ilişkidir. Farklılıkların problem gibi görüldüğü bir yerde nasıl olacak da bir kadın erkek ilişkisi sürdürecekler; mümkün olmuyor.  

SORU: O kardeşlik sisteminde sürekli birbirini taşıyorsun ya, karıkoca ilişkisi de tarafların diğerinden taşınmayı bekledikleri bir hale dönüyor. 

Kadın erkek ilişkisinin içeriği başka bir malzeme gerektiriyor. Çocuklara o malzeme verilmeyince, belki aşkla evlenen çocuklarda ilişki kısa bir süre sonra ya arkadaşlığa ya kardeşliğe dönüyor çünkü amir olan malzemedir. Sizin içinizdeki malzemenin, enerjinizin, frekansınızın, hassasiyetlerinizin, duyarlılıklarınızın içeriği neyse, ona göre bir dünya oluşturursunuz. İstediğiniz kadar daha iyisini yapmaya çalışın, malzemeniz neye izin veriyorsa o kadar olur. Ruhsal çalışma malzemeyi değiştirdiği için, çok üstünde durduğumuz bir şey. Malzeme değişmeden insan değişmez. 

Bizde şunu çok görürüz; on senelik evli bir çift gelir, ilişkileri aşk ve dürtüyle başlamıştır, dürtüler canlıdır. Aradan zaman geçince o dürtüler gider, ilişki vazifeye döner; diğeri başka birine yönelmesin diye güya birbirlerine cinsellik sunarlar ama içlerinden gelen azalmaya başlar. Bu aynı insan; bir dürtüsel kapasitesi vardı, aradan üç yıl geçti, bu kapasite söndü. Ne oldu, neden böyle oluyor? İlişkinin kalitesi, niteliği birbirinden farklı olmayı, birbirini tamamlamayı içermiyorsa ilişkiler bir süre sonra arkadaşlığa döner. Bu sefer ilişkiye canlılık katmak için bir sürü saçmalık, itiş kakış, cinselliği oyuna çevirmek gibi yollarla güya o kaybolan cinsellik ve canlılık yeniden oluşturulmaya çalışılır. Oluşmaz. İlişki sahte yollarla içten gelen gibi olmaz. Mesele geliyor, kadın erkek ilişkisinin karakteristiklerine, onları oluşturup oluşturamadığımıza bağlanıyor. Karşımızdaki insan bizim gibi düşünmüyor, bizim gibi algılamıyor diye kızıyorsak, orada kadın erkek ilişkisi biter. Bunu yapan erkek, farkına olmadan bindiği dalı kesiyordur. İlişkiyi yavaş yavaş iki kardeş, iki parça ilişkisine çeviriyordur. Bir insanın kendi eline duyduğu dürtüsel ilgi ne kadar olabilir? Onun senden farklı olması lazım ki ona olan dürtüsel ilgini sürdürebil. Kendine eş seçecek olanlar, karşılarındaki insanın farklılığı tolere ettiğinden emin olsunlar. 

Ya da en sık rastladığımız şey; bu neredeyse Allah’ın kanunu gibidir; bir erkek, eğer annelik bardağı kendi annesi tarafından doldurulmadıysa, ağzıyla kuş tutsa hava cıva, beraber olduğu kadını anne yapar. Ondan annelik beklemeye başlar ve onu sevmek ve beğenmek arka plana geçer, onun tarafından sevilmek ve beğenilmek öne çıkar. Böyle olunca anlarsınız ki kadını anneleştirmiş, bu durumda da cinsel hayat söner. Kadının, sapık değilse oğlu yerine koyduğu adama dürtüsel ilgi duyması imkânsız hale gelir. Yeni yetişen kuşakta kız çocukları için baba yok. Böyle olunca, eğer insanlık kendi kendini yok etmezse ve devam ederse işler iyice zor gibi görünüyor. 

Eğer erkek çocuk çok yeterli değilse mastürbasyon yapmak işine gelir; bir insanla cinsellik yaşmaktan çok mastürbasyona eğilimi artar. Burada şunu belirteyim; eğer erkek kadını anneleştirdiyse kendince çok bir şey kaybetmiyor, idare ediyor; kadın erkeksiz kalıyor.  

Yakın zamanda Guignard (2006), annelik ve cinselliğin iki farklı düzeye veya ‘küreye’ ait olduğunu, ancak bunların birbirinin düşmanı olmadığını söyledi: Birincil düzey olarak annelik durumunu, ikincil düzey olarak ise dişiliği tanımladıİlki, yani annelik alanı iki cinsiyette ortak, ancak farklı olan bir ‘zihinsel alan’a atıfta bulunur. Burada anne, bebekle ilişkisinin başlangıcını oluşturan yansıtmalı özdeşleşmelere açık bir durumdadır ve merkezde bebek bulunur. Bunun ardından gelen ikinci düzlem, birincil dişil alan, ‘nesne ilişkileri ve özdeşleşmelerin, ödipal dönemde oluşturulan özelliklerin ve cinselliğin, eşle işbirliği ve yakınlığın oluşturulduğu zihinsel alandır ve kadın burada bir erişkindir. (2006: 99). Bu alanda, Melanie Klein (1932) tarafından tanımlanan, anneye ait/dişil nesneyle özdeşleşmenin meydana geldiği birincil dişil aşama gerçekleşir. Guignard, bu, ‘annenin kadınsı arzusuyla özdeşleşmenin bebeğin içe yansıtma kapasitesini önemli ölçüde artırdığını‘ öne sürüyor. (2006: 99) (annenin eşinden aldığı enerji sayesinde, bebeğe daha fazla enerji aktarmasıyla ç.n.). Guignard’a göre, bu iki alan kadının yaşamında varlığını sürdürür ve gerçek anlamda bütünleşemez. Tam tersine, bunların yatırımları biri artarken öbüründe azalmaya yol açma şeklindedir ve annede suçluluk duygusuna yol açar. 

Bu çok doğru değil, şu ihmal edilmiş; aslında kadının bebeğine veya çocuğuna annelik yapacak enerjiyi kocasından alması gerekir. Elbette çocukluğunda annesinin ona yaptığı annelik kadının içinde bir annelik kapasitesi oluşturur ve çocuk annenin içinde sevgi uyandırabiliyorsa, bu, çocuğa yansır. Dolayısıyla anne çocuğa bir enerji vermiş olur ama sadece annenin enerjisiyle büyümek zorunda olan çocukların enerjisi düşük olur. Çocuğun anneden aldığı enerjinin çocuğun tüm gelişmesine yetebilmesi için annenin de kocasından enerji alması, yani kocasıyla sevişiyor olması lazım. Sevişme, ruhsal enerjinin en dolaysız biçimde karşınızdaki insana yönlendiği bir durum oluşturur. Bir adam kadını et olarak algılıyor ve ham dürtüyü yaşamaya çalışıyorsa, bu durumda kadına giden enerji yoktur. Enerji dediğimiz şey biraz sevgi enerjisidir. Dolayısıyla her cinsellik illa enerji getirecek diye bir şey yok. Hatta tam tersine, kadının içindeki öfkeyi artıracak bir şekilde, yani onu et yerine koyarak yaşanıyorsa, sonra unutulup gidiliyorsa, kadın öfkelenir ve sonra öfkesi kendisine döner. Dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olunur. Bebekler anneyle baba arasındaki bütün dürtüsel alanı, enerji alışverişini algılarlar. Anneyle baba arasındaki canlılık bebeğe iyi gelen bir şeydir. O zaman onların arasına girmek ister, o alanda denize girmiş gibi banyo yapmak ister. Klein, ödipal çekirdek bebekken oluşur diyor ya, bu dediği şey anneyle baba arasındaki enerji alanını çocuğun fark etmiş olmasıdır. Bu alanın içine girmiş olmak çocuğu anneli babalı yapmaya başlar, onun tohumu atılmış olur. Çocuklar annelerinin enerjisinin artmasından tabii ki çok mutlu olurlar çünkü pozitif enerji onları besleyen bir şeydir. Bir kadının hayatında doyumlu bir cinsellik yaşayabildiği, pozitif enerji alabildiği bir kaynak varsa annelik kapasitesi çok değişir. Anne babaların yaşamlarının iyi dönemlerinde büyüttükleri çocuklarla hayatlarının sönük olduğu, birbirlerinden kopuk oldukları dönemlerinde büyüttükleri çocuklar arasında bir fark olur. 

Guignard’a göre, bu iki alan kadının yaşamında varlığını sürdürür ve gerçek anlamda bütünleşemez. Tam tersine, bunların yatırımları biri artarken öbürünün azalması şeklinde etkileşim halindedir (2006: 104). 

Bunu diyorum; kadın, kocasıyla birlikte olduğu için enerjisi azalmaz, tam tersi olur. Babaya annelik yapmaya gitmiyor ki çocuk mahrum kalsın, babadan bir şey almaya gidiyor. 

Annelik ve dişillik arasındaki sınırın, annenin dürtülerinin çocuğa kaymaması için muhafaza edilmesinin önemine işaret eder (s. 105). Bu ‘sınır’, ebeveynlerin ve çevredeki yetişkinlerin ebeveyn cinselliğini çocuktan uzak tutarken yeni doğmuş bebeği karşılamalarına izin verir, Braunschweig ve Fain’in (1975) kavramını kullanırsak, belki de ‘sansürlenir’ (ancak bu sansürleme kavramı özellikle annenin cinselliğine atıfta bulunmak için kullanılır).  

Bu sansür dediği şey anneyle baba arasındaki cinselliği çocuk algılamaz demeye çalışıyor. Bebekse anlar. Belki üç yaşına geldiğinde algılayamıyor olabilir ama zannetmiyorum, üç yaşına geldi diye sezgileri bitmez. 

Çocuk da sınırını aklında tutar ve çocuklar genellikle ebeveynlerinin bir cinsel yaşamları olabileceğini kabul etmekte son derece isteksizdirler. 

İsteksiz olsalar ödipalize olamazlar. Yazar ödipalize olmamış. 

Bununla birlikte, eğer cinsellik ve annelik arasındaki sınır çok katıysa, belki de savunma amaçlıysa, birey kendisindeki veya partnerindeki iki imajı uzlaştıramayabilir:(…)

Burada bizim gördüğümüz, mümkünse her insan hayatı hazla, sevgiyle, doyumla, iyi bir cinsellikle yaşamak ister ama bunu oluşturamaz, derdi odur. Partner ya çocuklarına karşı şefkatli bir ebeveyn ya da heyecan verici bir sevgili olarak görülebilir; bu iki görüntü, sınır çok katıysa, hiçbir zaman tek bir kişide bir arada bulunamaz. 

(…)Cinsellik ve üreme arasındaki ayrım tarihsel olarak erkekler için daha kolay olmuştur. Doğum kontrolünün kullanılabilir hale gelmesiyle birlikte, kadınların üremeyle ilgili süregelen endişeler olmaksızın tam bir heteroseksüel yaşama sahip olmaları da mümkün hale geldi. Bunun tatmin edici bir cinsel ilişkinin en derin anlamı düzeyinde doğru olup olmadığı veya Guignard’ın ‘sınırının’ sürekli olarak çözülme tehlikesiyle karşı karşıya olup olmadığı açık bir sorudur. Kız çocuğunun anne imgesiyle özdeşleşmesi, cinsel hayatı olan bir kadın olarak annesiyle özdeşleşmesiyle ayrı tutulmalıdır, ancak aynı çocuk, bebekleri ile oynarken başka bir gün de ayna karşısında süslenmeye, kadın annesi gibi olmaya çalışır; dişiliğin bu iki tarafı bir arada var olmalıdır. Daha sonra göreceğimiz gibi, sınırın geçerli olabilmesi için ödipal yapının ebeveynlerin ruhunda sağlam bir şekilde yerleşmiş olması gerekir.

Şunu söyleyebiliriz; kadınlığın iki temel unsuru vardır. Biri kadın cinselliği, biri de annelik. Bunları birbirinden ayırmak mümkün değildir. Normal olarak kadınlar eğer çocuk sahibi olmuyorlarsa bile âdet görürler, vücutlarının isterlerse üretken olduğunu, bir şey yaratabileceğini bilmeye ihtiyaç duyarlar. Dolayısıyla bir kadın çocuk istemese bile, âdetten erken kesilirse bu onun dünyasında depresyona neden olur. Kendini realize etme kanallarından biri elinden alınmış gibi olur. Bize daha önce anlatılan kadınlık sanki insanlığın devamını sağlamakla görevlendirilmiş, anne olunca değerlenen, anne olmadıysa çocuk bile doğuramadı diye bir kenara atılan varlıklarmış gibi algılanırken, dünyanın geldiği noktada gelişmeler bize gösteriyor ki, kadınlıktan ayrılmayacak unsurlardan biri, çocuk doğurmaktır. Bunun eksik kalması seçilebilir ama bu kabiliyetin kaybı kadınlarda sarsıntı yaratır. ‘Ben çocuk istemiyordum zaten’ başkadır, istersen olabileceğini bilmek başka, istesen de olmayacağını bilmek başka. Dolayısıyla menopozla beraber kadın bilir ki, üreme kabiliyeti ortadan kalktı. Çoğu zaman bunu görürüz; kadınlar onlara anlamlı gelen, tatmin eden bir hayat yaşamadılarsa menopozları daha zor geçer. Bir şekilde vücudumuzdaki değişiklikler, yaşımız bizi her dakika kendimizle yüzleştirir. Eğer yaşadıklarından anlamlı bir şey çıkmadıysa, kadında şiddetli ateş basmaları vs. olur ve daha zor geçer. Her şey öyledir. Erkekler de doğru düzgün bir hayat yaşamadılarsa andropoza girdiklerinde genç kızlara yönelirler, küpe takarlar vs. Farkındayız ya da değiliz, yaptığımız veya yapamadığımız her şey bugünümüze yansır. 

ÖZDEŞİMDEKİ DEĞİŞİKLİKLER

Anneliğin erken gelişimine bedensel duyumlar açısından çok kısaca baktık; bu duyular, anneyle ikili ilişki bağlamında bebekte psişik unsurlara dönüşmeye başlar. Şimdi, anne ile bebek arasında yoğun bir yakınlık, aynı zamanda yavaş yavaş ayrılma ve özerklik imkânlarını da içeren bu ilişkiyi daha ayrıntılı olarak tartışmak istiyorum. Anneliğin şekillenmesini güçlü bir şekilde etkileyen bir özdeşleşme süreci bu bağlamda gelişir. Aynı zamanda idealize edilmiş bir anne figürüyle özdeşleşmeye de bakacağım ve bunu bundan kaynaklanan bir dizi sorunla ilişkilendireceğim. İdealleştirilmiş bir ebeveyn nesnesiyle taklitsel (imitative) özdeşleşme, idealize edilmiş ebeveynle veya ebeveynin işlevi ile olabilir; bunlar arasında bir bir ayrım yapılmasını önereceğim. Elbette küçük çocuğun içselleştirdiği ebeveyn imajı, annesi (ve babası) hakkında algılayabildiği her şeye dayanır; bu da az çok değiştirilmiş, çocuğun kendi hislerinden ve algısından yüklenmiş çeşitli renkleri de barındıran bir imaj olacaktır. 

Sembiyozis ve ilişkide olmak 

Sembiyoz, biyolojik bir kavramdır. Birbirini tamamlayan, aynı çerçevenin içinde var olan, büyük bir yakınlık ve az bir farklılaşma içeren bir ilişki biçimidir. Çok yakın, birbirinden tam ayrışmamış bir ilişki biçimini ifade etmek için kullanılır. Birbirinden ayrışmanın oluşması sembiyozu ortadan kaldırır ama şu söylenir; Baranger bunu güzel anlatmıştı; normal bir insan bebekken annesiyle yaşadığı sembiyozu unutmaz, bu onun içinde kalır ve bunu kendi geleceğinde, yakın ilişkilerinde tekrarlayabilmesi, büyük bir yakınlık oluşması için -öyle bir durumda bence zaten regresyona kayar, ‘ben’ silinip ‘biz ‘olunur ama sonra bizden bene çok kolay dönüşüyor olması, yani sınırlarının çok iyi çizilmiş olması gerekir ki yakınlık tehlikeli olmasın. Yoksa yakınlık ya kişinin beraber olduğu insanı kendisiyle karıştırmaya başlamasıyla hastalığa yol açar ya da yakınlık oluşmadan önce bir sürü direnç oluşur, kişi kendini bırakamaz, uzak olmak ister, bin tane yolla o sembiyozu engellemeye çalışır. Bir insanın kendi annesiyle bebekken yaşadığı sembiyozu hiç yaşayamaması hayatını çok kurulaştırır. Cinsellik bir boşalmaya dönüşür; içinde duygusal kalite veya insana iyi gelen bir hissi taşımadığından, kişinin sonradan midesi bile bulanabilir. Demek ki bir insanın bir insanla sembiotik duruma girebilmesi için onu kendine yakın hissetmesi, yabancılamaması, çekim hissetmesi ve sınırlarının da çok iyi çizilmiş olması lazım. Buradaki herhangi bir aksama adı cinsellik olan ama hiçbir anlamı olmayan bir şeye dönüşür. Onunla yattım vs. bunların hepsi palavra, bir şeyin gerçekten anlamlı bir şeye dönüşmesi için bayağı sağlam bir altyapı olması lazım yoksa sıradan ilişkilerle bir şey olmaz. 

SORU: Bu sembiyozun bebeklikte anneyle hiç olmama ihtimali var mı, varsa ne olur?

Çocuğun annesiyle sembiotik bir ilişkiye girmemiş olması, anneyle ilişkinin sadece bir bakım ilişkisine dönmüş olması demektir. Çocuğa yemeğini vermiş, üşümesin diye uğraşmış, fiziki travmalardan veya zorlanmalardan korumuş ama onunla ruhsal bir bağ kuramamış olması anlamına gelir çünkü bebek anne karnında zaten kendisini büyük bütünlüğün parçası olarak algılıyor, yani o bir birlik durumuna yatkın, bunu istiyor. Dünyaya gelince doğal arzusu anne karnındaki durumu tekrar yaşamak. Annenin onunla bütün olması bebeği sakinleştirip rahatlatıyor, bebek, anne karnındaki huzura geri dönüyor. Anne bunu yapamıyorsa mekanik bir durum oluyor. Otistik çocuk oranının çok yüksek olmasının nedeni, annenin öfkesinden dolayı çocukla sembiotik ilişki kuramaması veya çocuğun babasına nefret duymasıdır. Anne, çocuğu nefret ettiği adamın bir parçası olarak algıladığı için bebeği sevip onunla sembiotik ilişkiye giremez ama durum bu düzeyde değil de bir kapasite eksikliği şeklindeyse çocuk otistik olmaz, annesine ve hayal dünyasına sığınan bir yapı oluşturur. Otizmde çocuk kendi bedenine tutunur, yani fantezi dünyası bile oluşmaz. Sadece sert bir yere dayanmayı, bir yere tutunmayı, bir şeyi bırakmamayı öğrenir çünkü bunu vücudu gibi algılar. Mesela otistiklerde gayet belirgin bir özellik, sert nesnelere ilgi duymalarıdır, hatta bir kutunun içine konduklarında rahat ederler. O sanki onlara anne karnı oluyor. Somut bir nesne istiyorlar. Koku romanında da o somut nesne kokudur, romanın baş kişisi kokuyu anne yapmış oluyor. O yüzden otistik değil ama otizme yakın. 

Burada senin sorunun cevabı şu; eğer çocuk annesine yatırım yapamaz ama kendi bedenine dönmek zorunda da kalmazsa, çocukluk piskozu dediğimiz durum oluşuyor, yani çocuk hayal dünyasında kalıyor, dengesini, kurduğu hayallerle sağlamaya çalışıyor; dünyaya yönelmiyor ya da yarım yamalak yöneliyor. Dışarıdan bakınca bu çocuk geri zekâlı gibi görünür ama değildir. Dünyaya yönelimi yeterli olmadığı ve öğrenme ihtiyacı olmadığı için öyle kalmış oluyor. 

SORU: Otistik savunmalar da bu dönemle mi ilgili?

Yok… Diyelim ki bir bebeğin annesi ona tam anlamıyla yetmiyor, annelikte eksiklikler oluyor; bebek dengesini kurmak için hayallere sarılacaktır. Normal şartlarda insan, çocuklukta bir sürü hayal kurarak dengesini koruyor; bu, bebekliğimizden itibaren öğrendiğimiz bir yoldur. Bebek, annesine çok ihtiyaç duyuyor, diyelim o anda anne banyoda; bebek, annesinin fantezisini kuruyor, annesinin ona doğru geldiğinin, gülümsediğinin hayalini kuruyor. Bu ona iyi geliyor, rahatlıyor, bir süre fanteziyle idare ediyor ve böylece, zamanla fantezinin dengesini korumasına yardımcı olan bir etken olduğunu keşfediyor. Bu keşif sonradan zihin ve düşünmenin oluşmasını, yani bizim bir kültür oluşturabilecek bir varlık olmamızı sağlıyor. Bazı durumlarda annenin yetersizliği bunlarla dengelenemiyorsa, çocuk daha somut bir ihtiyaç hissediyorsa, mesela saçıyla oynamaya, saçını çekmeye, dilini, dudağını ısırmaya, parmağını emmeye, sallanmaya başlıyor. Yani bedenini, bedeninden gelen uyaranları yardıma çağırıyor. Çocukluk mastürbasyonunun, annenin yetersizliğine karşı çocuğun kendi kendini iyileştirme çabası olduğunu biliriz. Çocuk, annenin bıraktığı boşluğu kendi bedeninden aldığı hazla doldurmaya çalışır ve bunu yaparken de aslında kendisini annesine öfkeli olmaktan, annesini kötü yapmaktan korur. Kızlar da, erkek çocuklar da bunu yaparlar, bir yere sürtünürler vs. Burada çocuğun aldığı anneliği düzeltmeden, anneyi daha iyi annelik yapacak bir çabaya sevk etmeden çocuğa yasak getirerek çözmeye çalışmak, çocuğun annesini kötü yapmak zorunda kalmasıyla sonuçlanır. Bedenden aldığımız uyaranlar içimizdeki bozuk dengeyi düzeltmek için bulduğumuz yollardan bir tanesidir. Otistik belirtiler denen şeyler de bunlardır. Peki bunun insana ne zararı var? Çok faydası olduğu açık, anneyi kötü yapacağına mastürbasyon yapıyor. Zararı şu; eğer bir insanın otistik yollarla kendi dengesini kurma çabası fazla olursa insanlara bağlanma, onları sevme, insanlarla beraber bir hayat kurma isteği azalır. Biraz içine kapanık ve duyarsız olur, insanlarla ilişkilerini sağlıklı tutacak özellikler geliştirmez; alma verme dengesi kurmayı öğrenmek istemez, hep almak ister. Dolayısıyla otistik belirtiler insanlarla ilişkinin kapasitesini düşürür. Yoksa hastalanacağına böyle yapması iyi olmuş denebilir ama artık bu durumun yetişkin bir insanda getireceği sakıncaları da biliriz. 

SORU: Hayal dünyasında yaşayan bir çocuğun yetişkinliği nasıl olur?

Hayal dünyasında yaşayan bir çocuk yetersiz kalır. Kendini geliştirmeye çalışmaz. Normal bir çocuk optimum koşullarda, yani anne babası var, onlar çocuğun büyümesini istiyorlar, yani kendilerinde tutmak istemiyorlar, onun yeterli olmasını istiyorlar, çocuğun oyun oynamasını, arkadaş bulmasını kötü bir şey diye tanımlamıyorlarsa, çocuk için uygun koşulları sağlıyorlarsa çocuk yavaş yavaş anne babasının her an yanında olmayabileceğini algılamaya başlar ve onların sayesinde yapabildiği şeyleri kendi başına da yapmak ister. Dolayısıyla yeterliliğini artırır ve onlara duyduğu haset onu büyümeye ve gelişmeye mecbur eder. Normal yol budur. Çocuğa bu yollar kapalıysa, çocuk canının yanmasından çok korkuyorsa veya annesinin biriciği olmuş ve başkaları onu biricik yapmıyor diye öfkeleniyorsa, onlardan uzak duruyorsa yaşam deneyimi eksik kalır. Çocuk için yaşam deneyimi aslında arkadaşlık ve oyundur. Önce kendi kendine oynaması, sonra bunu diğer çocuklarla oynamaya çevirmesi normal olandır. Bunu yapamadığında dengesini bu yollara girmeden hayallerle kurmaya çalışıyorsa bu sefer yetersiz kalır, bu onu hayatın bir sürü alanında beceriksiz birisi yapar. Belki daha az tehlikeli alanlarda yeterlilik oluşturur, mesela kimi çocuğun akademik başarısı iyidir ama onun dışında arkadaş ilişkilerinde kedisine doğru düzgün bir yer açamaz, topa vuramaz, biraz çekingen olur. Hayal dünyasının fazlalığı gerçek dünyaya yönelimi azalttığı için sorun olur. Her şeyin hem faydasının hem de zararının olduğunu görüyorsunuz. Ölçü meselesi. 

Bebeğin kendisini annesinden ayrı bir birey olarak deneyimleme kapasitesi psikanalizde uzun süredir tartışılmaktadır. Küçük kızın anne figürünü içselleştirmesi bebeğin tümüyle anneye bağımlı olduğu bir dönemde başlar; bu, Margaret Mahler’in (Mahler ve ark. 1975) ‘sembiyoz’ olarak tanımladığı durumdur. ‘Ben’in henüz ben olmayan’dan farklılaşmadığı, anneyle bir ayrışmamışlık ve kaynaşma durumunu tanımlayan bir ‘metafor’dur (s. 44). 

Şimdi bu düşünce değişti. Mahler’in sembiyoz diye tarif ettiği şey şu; bebek doğduğu anda annesiyle kendini aynı bütünlüğün parçası zannediyor ve bir sembiyoz içinde; Mahler, henüz annesiyle hiç ayrışmamış diye en baştaki dönemi tarif etmiş. Sonra Daniel Stern -büyük laboratuvarlarda çalışan bir bilim adamı ve aynı anda da bir psikanalist- bir sürü testler, videolarla, tekniklerle, bebeğin doğduğu andan itibaren nasıl bir gelişme içinde olduğunu tespit etmeye çalışıyor. Son derece bilimsel bir şekilde, anneyle bebek arasındaki ilişkinin seyrini monitorize ediyorlar, görünür hale getiriyorlar ve onu tanımlayacak bir data biriktiriyorlar; kanıtlanabilir bilimsel bir veri oluşturuyorlar. Bir sürü bebekle yaptıkları çalışmanın sonunda şu noktaya geliyorlar; bebek daha doğduğu andan itibaren annesiyle kendisinin aynı olmadığını, aralarında bir fark olduğunu algılıyor. İkisi de başlangıçta bir yandan bu farklılığı algılarken bir yandan da aynılık matriksi içindeler. Zaten o sırada anne bebeğiyle bir bütünleşme içinde, onu kendi parçası olarak algılıyor çünkü onu karnında taşıdı, vücudunun bir parçasıydı. Daha hamilelik döneminin anıları çok canlı, karnındayken tekmelemesi, hareketi vs. ama bebek, kendi dünyasında bir yanıyla annenin parçasıyken bir yandan ayrı birisi. Yani en baştan itibaren içimizde bir ‘benlik çekirdeği’ ile doğduğumuz söyleniyor. Bu neredeyse kanıtlanmış bir bilgi; Mahler’inkiyse hipotez, 60’lı yıllarda çocukluk psikozlarını, otizmi gözleyerek oluşturulmuş bir somut bilgi. Diğeri ise 80’li yıllardan net bir bilgi olarak elimizde. Yani bebek daha en baştan itibaren annesiyle kendini ayrı varlıklar olarak tanımlayacak bir donanımla doğuyor ama annesiyle kendini aynı varlık olarak tahayyül etmek isteyen bir fantezisi var, yani bebek anne karnındaki durumu muhafaza etmeye çalışıyor; ayrı bir benliği olduğunu algılıyor olmasına rağmen o bütünlükten kopmamaya çalışıyor. Burada eğer anne problemliyse, o zaman çocuğun içindeki benlik annesiyle kendisini ayrı bir varlık olarak algılamasını bozuyor. Eğer annenin çocuğu kendi parçası olarak tutma eğilimi yoksa, çocuk zaten kendiliğinden bunu yapıyor. Annenin adam gibi bir kocası varsa ve adama yatırımı büyükse, o zaman zaten çocuk kendiliğinden annesiyle kendini ayrıştırarak büyüyor. Ama annenin hayatında bir boşluk varsa ve o boşluğu çocuğuyla tamamlama eğilimi varsa, o zaman çocuğun ayrı, bağımsız bir benlik geliştirmesi engellenmiş oluyor. Kim ne demiş olursa olsun, bu kanıtlanmış bir bilgidir.  

SORU: Matrix of Mind kitabında prekonsepsiyon dediği bu değil mi?

Yok, orada başka bir şeyden bahsediyor. Prekonsepsiyon dediği şu; zihin, beyin yarı yapılanmış; daha çok deneyimle yapılanacak olan, genlerle bize intikal etmiş olan bir yapıyla doğuyoruz. Bu yarı yapılanmış olan şey prekonsepsiyonlarla aynı şey. Mesela çocuk dili kolay öğrenmesini sağlayacak bir prekonsepsiyona sahiptir. Dünyanın neresinde olursak olalım, dili öğrenmemize yardımcı olacak bir iskelet var. O iskeletin, o matriksin içini bebekliğimizden itibaren dolduruyoruz, onu ete kemiğe büründürüyoruz ve o dili öğrenmiş oluyoruz. Veya öteki, üçüncü; anne bebek, bir de üçüncüyle ilgi bir prekonsepsiyon var, yani çocuk bir yandan anneyle ilişki kurarken etrafta üçüncü var mı diye de kolluyor. Sonra o üçüncünün yerine babayı oturtuyor. Bu mesela maymunda yok, insanda var ve insanın kültür oluşturmasında genetik olarak böyle bir şey olmasının payı büyük.  

SORU: Kastrasyon anksiyetesinin de aslında bir tür prekonsepsiyon olduğunu söylüyordu. 

O prekonsepsiyon olmayabilir. Deniyor ki, anneden kopuş, yani annenin ayrı bir varlık olduğunu algılayış ilk kastrasyondur. Buna ‘core self’, yani ‘benliğin özü’ deniyor. Benliğin özü seni ayrı bir varlık olarak tanımlıyor ama bebeğin anneyle bir olduğuna dair bir fantezisi var. Bazı insanlar anneden ayrı olmaya ancak biricik olurlarsa tamam diyebiliyorlar, yani ancak bir şey alarak bırakabiliyor anneyi. Çocuğun dünyasında bunun varlığı, çocuğun annenin kendisinden ayrı olduğunu buna hazır olduğunda kabullenmesi işlevini görüyor. Çocuk kendisini annesinden ayrı bir varlık olarak erken bir şekilde algılarsa gelişme duruyor çünkü bu sefer çok haset çıkıyor. Tabiat bunu çocuğa bırakmış. Winnicot, her çocuğun illüzyonları vardır, bunlara ihtiyacı olduğu sürece inanır, sonra bırakır ve annesinin ayrı bir varlık olduğunu kabullenir diyor; gerçeğe dönmüş ve illüzyonlardan kurtulmuş olur diyor ama bu illüzyonlar hayırlı bir iş görür, çocuğun gücüyle orantılı olarak anlamasını sağlar diyor. Hatta, ‘gücü kadar anlar’ diye bir laf vardır. Siz istediğiniz kadar anlatın, onun gücü neye yetiyorsa o kadarını anlar. Bu da psikanalizin düsturlarından bir tanesidir. Dolayısıyla insanlara kafalarına vura vura bir şey anlatamayacağınızı kabul etmenize dair bir tavsiyedir. Çocuk da annesiyle ayrı olmayı kabullenecek hale geldiğinde bir olma illüzyonunu bırakır. İllüzyon dediği, iradeyle vazgeçemeyeceği bir yanılsamadır ve buna ihtiyaç vardır. Yanılsama denen şey tam budur. Çocuk annesiyle ayrı bir varlık olduğunu algılıyor ama bunu kabul etmek istemiyor, onu içinde sürdürüyor. Çok yakından bakarsanız bunu anladığını ama kabul etmek istemediğini anlarsınız. Mesela bir kadın yaşlanır ama yaşlandığını kabul edemez, yirmi yıl önceki halinin illüzyonunu sürdürmeye çalışır. Veya bir sürü insan yakınının öldüğünü kabullenmek yerine rüyalarında onunla piknik yapar vs. Bunlar arka planda o insanın ölümünü kabul etmekte zorlandığını ve o illüzyonu sürdürmekte olduğunu gösterir. İnkâr etmenin hafif biçimi. Gerçeğin çok inkâr edilmesi halinde bu sefer hayalet korkusu başlar. Kişi, öldüğü söylenen kişiyi gördüğünü, onun geleceğini söylemeye başlar. Bunlar da illüzyonun değişik formları gibi görünüyor. Hayal, fantezi veya illüzyon, inkâr arasında gidip gelen bir şey olmuş oluyor. 

Her şey yolunda giderse bunu ayrışma-bireyleşme süreci takip eder. Diğer birçok yazar Mahler’in gelişim teorilerine katılmıyor. Örneğin Daniel Stern (1985), ‘bebeklerin doğumdan itibaren ortaya çıkan bir benlik duygusunu deneyimlemeye başladıklarını’ belirtmektedir. Stern’e göre başlangıçta ya da bebeklik döneminin herhangi bir noktasında kendilik ve ‘diğeri’ arasında hiçbir kafa karışıklığı yoktur’ (s. 10). Winnicott ise (1975) doğumun ‘muazzam bir altüst oluş’ olduğunu, doğumdan hemen sonra ‘doğum travması’ ile birlikte geçici olarak ‘kimlik’ denebilecek bir yapının kaybedildiğini söylerken Stern ile aynı fikirde gibi görünmektedir. Buradan, bebeğin anne karnında iken de bir kimliği olduğu anlaşılmaktadır. 

Kimlik dediği benlik, bir benlik çekirdeği olduğu anlaşılıyor. 

Ancak Winnicott, ‘bebek diye bir şey yoktur’ der ve bebeğin ancak çevrenin (annenin) sağladığı ortam içinde var olabildiğini, bu yüzden doğduğunda bir birey sayılamayacağını anlatır. 

Burada söylenen şey şu; bebek kendi başına var olamayan bir varlıktır, ancak annesi varsa vardır, yoksa sadece herhangi bir canlı varlıktır. Bebek hüviyetini kazanabilmesi için mutlaka bir annesinin olması lazım yoksa devamlı ağlayan, bir süre sonra susup içine kapanan bir varlık olur ve ona bebek diyemeyiz diyor. Bebeği bebek yapan, aslında ona verilen emektir. Böyle bir emeğin verilemediği ortamda bebek sadece canlı bir varlık olur ve zaten varlığını sürdüremez. 

Varlık, hayata bir birey olarak başlamaz, anne-bebek matriksinin bir parçasıdır. (1952: 99). (4) Winnicott’ın‘Birincil Annelik Meşguliyeti’ (Bu kitabın 1. Bölümü) başlıklı makalesine göre, anne-bebek ikilisinin arasındaki ilişki simetrik değildir, ancak aynı frekansta buluşmak zorundadırlar, aksi takdirde anne bebeği anlayamaz; anne de, bu anlamda, bir düzeyde bebeğinden tamamen ayrı ve bağımsız değildir. 

Eğer anne bebeğiyle sembiyotik bir bağ oluşturup onunla bütünleşemiyorsa, onu hissedemiyorsa, onunla aynı frekansa inemiyorsa, bebek karşısında ne yapacağını bilemez bir şaşkınlık içinde olur. Acıktı mı, susadı mı, ne yapacağını bilemez. Winnicott’ın birincil annelik meşguliyeti dediği şey aslında annenin bebekle aynı hizaya gelip onunla tam bir bağ oluşturduğu halin adıdır. Anne bunu yaparken dünyadan bütün yatırımını çekip bebeğe yöneltmiş oluyor. O ruh halindeki bir kadın tuvalete giderken bile endişelidir, suçluluk duyar. Bebekle o kadar derin bir bağ oluşturur ve o bağ bebeği çok iyi anlamasını sağlar, çocuğu içinde hisseder. Ortaya bebeğin ihtiyaçlarına ânında duyarlılık gösteren çok kaliteli bir annelik çıkar. Winnicot, dışarıdan bakınca bu durum hastalık gibidir, diyor. Anne dış dünyadan yatırımını çekip fazlasıyla bebeğe yönelmiş, onunla özdeşleşmiş, sanki bütün hayatı bir anlığına bebekten ibaretmiş gibi bir ruh haline girer diyor ama aynı zamanda bunu iyi anneliğin çok önemli bir parçası olarak tanımlıyor. 

SORU: Kesintili olabilir mi, bazen ahenklenip bazen ahenklenememek gibi?

Anne bunu yapamadığı zaman bu kesilmeler olur ama anlattığım durumda bu kesilmeler olmaz. Ama biraz tecrübesi olanlar, bir insanın bebeği hissedeceği o düzeye inmesi için onun içindeki bebeğin canlandırılmasının lazım olduğunu bilirler. Bir bakıma annenin, aynı anda hem bir erişkin hem de bir bebek olması lazım; bunu oluşturabilmesi için hastalanma tehlikesinin olmaması lazım. Gayet güçlü ve sağlam bir şekilde oluşmuş, kendini doğru idare edebilen, regresyona girebilen bir yapısı olması lazım ki bebekle o ruh haline girebilsin. Mesela bir insan gebelik psikozu yaşadıysa bunu yapamaz. Gebelik psikozu, bunu yapmaya çalışırken hastalanmaktır. Bunlar bizim için çok bilindik bir şeye dönüşmüş vaziyette, ‘ben anne-baba olacağım, bunu yapacağım’ demekle olmadığını biliyoruz. Gerçekte insana verilmiş olanların değeri çok yüksek; verilmemiş olanı insan kendisi tamamlamak için uğraşabilir, bu yönde bir emek ve çaba üretebilir ama bu eksikliği tamamlaması yıllar alır. İnsanın ayağını yere sağlam basma isteğinin hiçbir zaman dinmeden sürmesi lazım. Bu dünyanın ve insan olmanın zorluklarının altından kalkmanın kendini geliştirmekten başka bir yolu olmadığını anlaması lazım. Emek ve devamlı bir çaba ister. Burada koşulların uygun olup olmaması büyük önem taşır. 

Bu ruh hali kesinlikle hamilelik sırasında başlar ve doğumdan sonra da bir süre devam eder. Anne, hamile kalmadan önce bile çocuğuyla ilgili fanteziler besleyebilir; bazen en çok arzu ettiği niteliklerle, bazen de en korkutucu niteliklerle donattığı bir ‘fantezi çocuk’ (Deutsch 1933; Raphael-Leff 1993; Lax 2003) hayal edebilir. Bir kadının gerçek bebeğine kendi kişiliğinden ayrı bir birey olma duygusunu verebilmesi için hayalindeki çocuğundan vazgeçmesi gerekir. 

Bir kız çocuğu bebeğiyle oynarken muhakkak bir fantezi kuruyordur ve o fanteziyi aslında oyunla hayata geçiriyordur ve bunu yaparken de içindeki annesinin birçok özelliğiyle kendini özdeşleştiriyordur. Anne fazla sert ve cezalandırıcıysa bebeğini döver, giydireceğim derken kızar, yani bir bakıma kendisine yapılanı oyuna geçirir. Çocuk oynarken tahayyülünde bir bebek vardır ve o bebek tahayyülü de annesinin onu nereye oturttuğuyla çok bağlantılıdır. Annesi ona yaramaz muamelesi yapıyorsa o da bebeğinin gırtlağını sıkar. Dolayısıyla bir sürü insan o tahayyül ile ‘ileride ben anne olacağım’ der. Anne olduğunda bebeğine yönelen fantezi dünyasında o daha önceki tahayyülün izleri otomatikman olacaktır. Mesela oyuncak bebeğinin gırtlağını sıkan bir çocuk ileride bebek sahibi olmaya yöneldiğinde daha hamilelik döneminden itibaren çocuğun onu çok öfkelendireceğini, üzeceğini tahayyül etmeye başlar ve onu nasıl ıslah edeceğine, ona nasıl davranacağına, bu durumun altından nasıl kalkacağına dair kendi kendine bir sürü fantezi oluşturur. Bunların farkında bile değildir ama içindeki tahayyül, yaramaz bir çocuk olup onu yoracaksa -ki kendi annesi ona bunları söylüyor- bu onun için çok korkutucu olursa çocuk düşsün isteyecektir. Veya bu beni sömürüyor, içimde büyürken enerjimi, kanımı alıyor, beni mahvediyor diyecektir. Çocuğunu sevip sevemeyeceği o tahayyüle bağlı olarak ortaya çıkacaktır. Buradan şunu anlıyoruz ki, annelik kapasitemiz bize yapılmış ya da yapılmamış annelikle bağlantılıdır, onlardan ayrı değildir.    

Gebelik psikozu halinde annenin içindeki çocuğun bebekle ilgili tahayyülü o kadar bozuk oluyor ki, bu sebeple bebeği sevemiyor; sonra sevemediği bebeği öldürmek ve ondan kurtulmak istediğini anlıyor; bu sefer büyük bir suçluluk duyuyor. Ortalama bir kadına bu çok ağır gelir ve psikoza girer; taşınamayacak bir gerçeklik halini alır, kırılmasına, benliğinde parçalanmaya neden olur. Aslında her şey birbiriyle bağlantılıdır; çocuğum olsun demekle olmuyor, içinde nasıl bir çocuk tahayyülü ve anne var? Sana ne yapıldıysa ister istemez o tahayyül onlarla oluşmuş oluyor. Bir de gebelik psikozu geçiren kadın kendini acayip şekilde kötü, hiç sevme kapasitesi olmayan bir varlık zanneder. Bilmiyor ki bu aslında ona yapılanların sonucu. 

SORU: Kafam şurada karıştı; çocuk, annesiyle özdeşleştiğinde kendi annesinin ona yaptığını ve o tahayyülü taşıyor ya, annesiyle özdeşleşemediğinde de mi öyle olur?

Çocuk, annesiyle her halükârda özdeşleşir. Mesela otistik çocuk özdeşleşmiyor, anneyi yok sayıyor. Annelikle özdeşleşme dediğimiz şu; her insanın kendine yaptığı annelik onun annesinin ona yaptığı annelikle oluşur. Eğer anneniz sizi hiç yıkamadıysa sizin de aklınıza yıkanmak gelmez. Siz kendinize annelik yapmayı size yapılanlarla öğrenirsiniz. Bu da bir özdeşleşimdir. Burada söylediği, ister kız ister erkek çocuk olsun, primer özdeşleşim dediği bu, bize verilen ilk anneliği model olarak içimizde taşıyor olmamız. 

Bence şu önemli; hayvanı olanlar bilir, içimizdeki bir sürü ihtiyacı onlara yansıtırız. Eğer içimizde biraz annelik eksikliği varsa onu anne yaparız. Kendimizi çok yalnız hissettiğimizde anneye sarılır gibi gidip ona sarılırız, kucağımıza alırız. Veya içimizdeki bebeği canlı tutmak için onu sevmeye, kucağa almaya ihtiyacımız olur. Aslında hayvanı anne yapıp annemizin o anda bize yapmasını isteyeceğimiz şeyi hayvandan bekleriz. Bu çok çocuksu kadınlar bunu bebeklerine yansıtırlar. Çocuktan annelik bekleyen bir sürü kadın vardır; bu kadın kendi annelik ihtiyacını çocuğa yansıtmış oluyor. Kadın sonra bir de annelik yapmıyor diye çocuğa kızar, bu çok yaygındır. Bu kadar çocuksu durumdayken, kendisi daha annelik ihtiyacındayken, anne olduğunda kaçınılmaz olarak çocuğuna bir sürü şey yansıtır ve ondan bir türlü memnun olmaz. Annelerin çocuktan memnun olamıyor olmalarının nedeni, çocuğa yansıttıkları ve bekledikleri şeylerin olmamasıdır. Bir insan ne kadar çocuksuysa çocuğunu o kadar anne yapacaktır. Çocukların en önemli hırpalanma nedenlerinden bir tanesi budur. İster kız ister erkek çocuk olsun, anne çocuk ilişkisi büyük bir karmaşa ve zorluk alanıdır. Bunları iyi öğrendikçe karşınızdaki insanların nerelerde zorluk çektiklerini daha iyi anlayıp konuşma imkânınız olacaktır.