11-01-2024
Annenin yaratıcı annelik işleviyle özdeşleşen çocuk, annesiyle aynı olmadığını, aynı işlevi ancak kendi yöntemiyle yerine getirebileceğini örtülü olarak kabul eder. Bu, farklılıkların, içsel çalışma ihtiyacının, başarısızlık olasılığının farkında olmayı, diğerinin ihtiyacını kabul etmeyi ve yardıma şükran duymayı gerektirir. Annelik nesnesiyle ve annenin somut kişiliğiyle olan birliğin kaybının yasını tutma kapasitesini içerir.
Kaybettiğimiz bir şeyle özdeşleşiriz. Mesela çocuk kendisiyle annesinin ayrı varlıklar olduğunu kabullendiğinde, daha önce olan, ikisinin bir olma halini kaybetmiş olur ve o kayıp da anneyle özdeşleşerek telafi edilmeye çalışılır. Özdeşleşimde, kaybettiğimizi içimize alıp ona dönüşerek kaybı telafi etmeye çalışırız ki bu yasta da olur. Sevgi nesnesinin ölümünden sonra identifikasyon hızlanır. Yas sona erdiğinde ister kız ister erkek olsun, kaybettiğimiz sevgi nesnesinden daha fazla özellik almış oluruz. Böyle bir denklem var; kaybedilen yeniden içimizde oluşturulmaya çalışılır. İnsanoğlunun kayba karşı bulduğu çözümlerden bir tanesi bu.
Erkek çocuklar ve erkekler de annelik kapasitesini içselleştirebilirler ve içselleştirirler; annelerini veya partnerlerini taklit ederek veya onlarla rekabet ederek değil, bireysel bir yaratıcı kapasite olarak.
Annelik, anne olmuş, çocuk doğurmuş bir varlık olarak çocuğun dünyasında belirir. Dolayısıyla kız çocuğu istese de istemese de, ileride çocuk sahibi olmak isteyebilir ya da istemeyebilir ama annesiyle özdeşleşimin bir parçası doğurgan olmak, hamile kalabilen, çocuk doğurabilen bir kadın olmak arzusunu barındırır. O kapasitenin kabul edilmesi ve istenmesi özdeşleşimin bir parçasıdır. Özdeşleşimin bir parçası da kadın bedenini kabul edebilmektir, çükü olmayan bir bedeni benimsemek. O da ayrı bir özdeşleşim ama burada bahsettiği, annenin anneliğiyle özdeşleşim. Zaten bunu da çocuğun bebeklerle oynamasında görüyoruz. Oynuyorsa, çocuk annenin annelik kapasitesiyle özdeşleşmiş demektir. Çocuk bebeklerle oynamıyor ama gidip annesinin makyaj malzemeleriyle makyaj yapıyorsa…
Kaybolan nesnenin (anne ile bebek arasındaki bir olma hali) yasını tutmak mümkün değilse –çok fazla ambivalans nedeniyle- çocuğun özdeşleşmesi tamamen taklide dayalı olabilir. (Gaddini 1969).
Eğer çocuğun anneye yönelik dürtüsü fazlaysa, anneyle özdeşleşemeyebilir. Özdeşleşimin temeli aslında bir varlığı içine alıp onu içinde üretmek olduğundan, temelinde haset vardır. Çocuk, anneyi yiyip yutup anne gibi olmak istiyor. Hasedin özünde bu var. İnsanlık kültürünün başında, klandaki erkek çocuklar babayı yiyip onun gibi olmaya çalışıyorlar. Freud’un Totem ve Tabu’da anlattığı öykü bu. En ham haliyle haset de bunu getirir. Çocuğun hasedi çok fazlaysa, anneyle özdeşleşmek yerine onu yiyip yutmak ister. Siz de onun sizi yiyip yutmak istediğini hissedersiniz, rahatsız eder, hatta korkutur. Mesela yamyam olma korkusu veya et yediğinde kişinin midesinin bulanması, arka planda böyle yiyip yutmak isteyen bir haset varsa ve yasak olarak algılanıyorsa olur. İnsan eti yemek çocuğun içine yasak olarak yazıldıysa, o zaman et yerken midesi bulanmaya başlar çünkü annesini yiyormuş gibi gelir.
SORU: Ya da az pişmiş et yiyememek.
Burayı geçtikten sonraki aşamada bahsettiği şey oluyor; çocuğun anneye olan öfkesi fazla ama yiyip yutup içime alayım kadar da değil, ikisinin arasında bir yerdeyken anneyle özdeşleşmez ama anneyi taklit eder, diyor. Bu da şundan oluyor; mesela dokuz aylık çocuk annesinin yürüdüğünü görüyor ve kendisinin yürüyemediğini fark ediyor, böylece emeklemeye başlıyor. Bu aslında taklitle başlıyor ve ona benzedikçe hasedinin azaldığını algılıyor. Hasedinden kurtulabilmek için anneyi taklit etmeye yöneliyor. Dil de öyle öğreniliyor. Kelimeleri, sesleri çıkarmaya çalışmak aslında anneyi taklit etmenin bir tezahürü olarak çocuğun gündemine geliyor. Sonra da bunun bir iletişim aracı olduğunu keşfedip kendini ifade etmek için kullanıyor. Öfke çok fazlayken henüz özdeşleşimden bahsedemeyiz, introjeksiyondan bahsedebiliriz çünkü içine alma, haset enerjisiyle yapılan bir şeydir.
Anneye karşı saldırgan duygular tam olarak kabul edilmemektedir. Halberstadt Freud’un hastası (bkz. 10. Bölüm) doğum sonrası depresyondan mustaripti, ancak analizinde annesine olan öfkesinin o âna kadar tamamen gizli kalmış olduğunu fark etmesi, onun annesi ile sembiyotik ilişkiden kurtulmasına izin verdi. Eğer ayrılma (annenin ve bebeğin ayrı varlıklar olduklarının kabulü) gerçekleşmezse, tüm spontan yaratıcılık bundan zarar görür ve çocuk az ya da çok başarılı bir taklitçi olur. (Mariotti 1997). Kadın anne olduğunda aynı veya benzer modeli çocuğuna (özellikle ama sadece kız çocuğuna değil) empoze etmeye çalışabilir ve süreç nesiller boyu tekrarlanır.
Daha ağır vakalarda, kızın annesiyle taklit yoluyla özdeşleşmesi, Anna Freud’un (1936) saldırganla özdeşleşme olarak tanımladığı şeyin bir varyasyonu halini alır. Welldon, Nesiller Boyunca Bedenler ve İstismar Döngüleribaşlıklı bu cildin 14. Bölümündeki makalesinde, çocukluğunda istismarcı ve zalim davranışların kurbanı olan bir kadının, çocuklarını nasıl benzer deneyimlere maruz bırakan bir anneye dönüştüğünü anlatıyor. Daha hafif biçimlerde taklit, anne imajıyla daha yaratıcı bir özdeşleşmeyi oluşturan bir dizi faktörden biridir. Örneğin Balsam (2000), annesinin takıntılı özelliklerini eleştiren yeni bir annenin, muayene odasında bebeğiyle bilinçaltı bir şekilde bu saplantılı davranışı nasıl tekrarladığını göstermiştir. Balsam ayrıca, bu hastanın bir rüyasında bazı Rus oyuncak bebeklerinin kız bebeği, hastayı ve anne/analisti yaratıcı bir biçimde temsil ettiğini ve onları birbirinin içinde olarak sembolize ederek, içe yansıtma ve dışa yansıtmanın (introjeksiyon, projeksiyon) etkinliğini vurguladığını anlatır.
Anna Freud, saldırganla özdeşleşim diye bir savunmadan bahsediyor. Mesela bir çocuk dişçiye korkarak gidiyor, dişçi de biraz canını yakıyor, sonra eve gelince annesine, ben dişçi oldum, senin dişini çekeceğim, diyerek dişçi olmaya çalışıyor. Veya bir erkek çocuk, dürtülerini annesinden çekemediği için ceza bekliyor ve polisin gelip ona ceza vereceğinden korktuğu için, polis olacağım, diyor. Veya çocuk kendini yeterince koruyamıyor ve annesine de dürtüsü var, asker olacağım, diyor veya tabanca tüfek alıp ha babam sağa sola ateş ediyor. Bütün bunlar ortaya şunu çıkartıyor; çocuk dişçiden zarar görmüş, niye dişçi olmaya çalışıyor veya niye polis ve jandarma olmaya çalışıyor? Anna Freud, içimizde güce karşı bir çekim vardır, kim güçlüyse onunla özdeşleşmeye bir eğilim duyarız, hatta bu güç sahibi bize zarar verdiyse onunla özdeşleşme eğilimimiz artar, diyor. Çok ezilen annelerin kızları babayla özdeşleşme eğilimi gösterirler, mağdur edilen, üstünde tepinilen anneyle özdeşleşmek istemezler. Veya erkek çocuk, anne evin hâkimiyse, evi yönetiyorsa, babadan çok anneyle özdeşleşme eğilimi gösterir. Mesela böyle bir durumda olan bir erkek çocuk annesiyle özdeşleştiyse ona yemek yapar, gidip buzdolabında ne eksik varsa onu alır. İlişki kurma biçimi annesinden aldığı şekildedir. Baba zavallı durumda olduğu için babayla özdeşleşememiş, annenin yaptıklarını yapıyor. Bir insana sevdiğini göstermek için annesinin ona yaptıklarını o da ona yapıyor. Burada şu net olarak görünüyor; bütün canlı varlıklar, ister aslan ister balık olsun, güçlü olmaya ve kendi varlıklarını sürdürmeye yönelik bir programa sahipler. İnsan da böyle, o da kimin gücü varsa onunla özdeşleşme eğilimi gösteriyor.
Bir de daha sonra okuyacağımız bir makalede Weldon’ın hastası olan bir kadın var, çocukken babası tecavüz etmiş, annesi babasından yana olmuş, annesi kızı harcamış; o makalede insanı sarsan bir hikâye göreceğiz. Bu kadın çocuklarına da aynısını yapıyor. İyi anne olmak istiyor ve bu iddiayla çocuk doğruyor ama dönüyor dönüyor annesinin ona yaptıklarını çocuklarına yapıyor. Burada bunun arkasında ne var? Acaba saldırganla özdeşleşim mi var, kendisine güç kullanmış ve suiistimal etmiş olan insanlarla özdeşleştiği için mi bunu yapıyor yoksa annesini iyi yapmak için mi yapıyor? Annesinin ona yaptıklarını çocuklarına yapıyor ve benim annem kötü değil ki, bakın ben de yapıyorum mu diyor? Bana sorarsanız bu ikincisi daha etkin. Çocukken bir sürü travmaya maruz kalmış bir insan bakıyorsunuz, aynı travmayı kız kardeşine yaşatıyor. Bunu niye yapıyor? Bana sorarsanız annesini veya anne yerine koyduğu kişiyi aklamak için yapıyor. Ama bunlar suyun altında.
SORU: Malzeme de önemli.
Bunların hepsi bir faktör. Acaba çocuğun aldığı malzeme bu ve mecburen o malzemeyi mi kullanıyor? Peki çocuk birçok yerden malzeme almasına rağmen niye bu malzemeyi kullanıyor? Acaba bunun arkasında saldırganla özdeşleşim mi var? Acaba güç göstermek onun çocukken hayran olduğu bir şey mi olmuş da o da gücünü mü göstermeye devam ediyor? Bunlar gibi bir sürü soru akla gelebilir ama bana sorarsanız insan kendine yapılmış olanı yaparken ona bunu yapanları aklıyor. Bir şeye kızma hakkınızın olması için onu sizin yapmıyor olmanız lazım. O kendindeki kızma hakkını ortadan kaldırıyor. Böylece onlara öfkelenmemiş ve onları kabul etmiş oluyor.
SORU: Kendisi de sorunun parçası olmuş oluyor.
Bakıldığında kuşaktan kuşağa aktarılan, çocukların devamlı travmatize edildiği nesiller arası bir geçiş oluyor. Böyle bir durumda aktarım tanığı oluyoruz.
SORU: Taklitle özdeşleşimi niye öyle ayırdığını tam anlamadım.
Şundan; özdeşleşim olması, yani bir insanın benzerini içinde yaratıyor olman için o insanı benimsemen lazım; benimseyeceksin ki özdeşleşeceksin. Ambivalans fazla olduğunda, yani bir tarafınla benimseyip bir tarafınla reddettiğinde, içindeki çatışma çok fazlaysa öfke fazladır. Sevgiyle öfke arasındaki çatışmada sevgi öne çıkamamışsa ya da öfkeyle sevgi eşitse, bu bir çatışma yaratıyor. Böyle bir durumda çocuk özdeşleşemez çünkü öyle olmak istiyor muyum istemiyor muyum karar veremez çünkü ona kızıyor ve kendine de kızacağını algılıyor. Demek ki öfke düzeyi yüksekken beğenmediği, hoşnut olmadığı bir şeyi içinde oluşturmak istemiyor. O zaman özdeşleşmez ama taklide başvurur, diyor.
SORU: O zaman saldırganla özdeşleşme taklit olmaz mı?
Hayır. Saldırganla özdeşleşimde bence oradaki gücün çekimi fazla. Evet, orada da dediğin gibi bir çatışma var, dişçinin canını yakarak çekmesi çok beğendiği bir şey değil ama oradaki gücü çok abartarak algılıyor ki o gücün sahibi olma arzusuyla saldırganla özdeşleşiyor, diyor.
SORU: İktidar merakı da bununla mı alakalı?
İktidar merakı daha çok narsistik bir ihtiyaçtır. Malım mülküm olsun vs. gibi insan tabiatında her şeyi kendine istemek gibi bir eğilim var. O eğilim nedeniyle de iktidarlarını olabildiğince geniş tutmaya çalışan, açgözlü, elindekiyle yetinmeyen, hep daha fazlasını isteyen insanlar oluyor. Normal, aklı başında insan iktidar sahibi olmanın aslında sorumluluk olduğunu, yük olduğunu bilir. Yani keşke herkes kendini doğru idare etse, birbiriyle savaşmadan, itişip kakışmadan, beraber ahenk oluşturabilse de bu kadar iktidar ihtiyacı olmasa. Aklı başında insan çocuklarını büyütmeye çalışır; büyüteyim de kurtulayım diye büyütür.
SORU: O zaman iktidara ihtiyaç duyuyor olmak çocuksu bir düzlem mi?
İktidar düşkünü olmak normal şartlarda korunma ihtiyacından kaynaklanır, senin üstünde iktidar olan insandan seni korumasını beklersin. Onların iktidarı biraz özgürlüğünden vazgeçmek de olsa sonuçta korunmayı mümkün kıldığı için bir insan iktidar isteyebilir ya da bazen insanların bir yere, bir şeye ait olma ihtiyaçları vardır, ipsiz sapsızlık, ortada kalmışlık, bir yere ait olmamak acı veren, gerginlik yaratan durumlardır. Biz bunu annesiz babasız, yani adları var ama kendileri yok durumunda olan insanlarda çok fazlasıyla görüyoruz. Bir insanın hayatında onu doğruda tutacak iktidar yoksa insan savrulur, abuk sabuk, saçma sapan yerlere varır. Artı, bir insan herhangi bir iktidar alanının içindeyse megaloman olur. Kendini dünyaları fethedecek ve biricik olan bir varlık zanneder. Oysa doğru bir iktidar kendi alanındaki varlıkları büyütmeye çalışır, buna da bence bütün insanların ihtiyacı vardır. Kişi belli bir noktaya geldikten sonra kendini doğru idare ediyorsa tabii ki bu ihtiyaç kalmaz ama bu oluşana kadar her insanın onu doğruda tutan, büyümeye ve gelişmeye mecbur eden, iten birilerine ihtiyacı vardır. Büyüme her zaman bir emek, çaba ister ve bir şeylerden vazgeçe geçe olur. Bir bebek annesinden ayrı bir varlık olduğunu kabul edemiyorsa büyümüyor. Anneyle bir olma duygusunu kaybetmek acı veren bir şey, büyük bir kayıptır ama o kayıp olmadan kimse büyüyüp hayat kuracak insanlara dönüşemiyor. İşin özündeki şeyi kavramak lazım; hayat acı verici bir süreçtir; insan aslında kendisinin bir ve biricik olmadığını anlamak zorundadır. Bunu bir türlü anlamıyorsa bu ihtiyaç bütün hayatını bozar.
SORU: İnsanlar devletlere bu yüzden mi ihtiyaç duyuyorlar?
Elbette ama devletler bunu kötüye kullanıyorlar. Devletler adil değil, her şeyi kendi ihtiyaçlarına göre belirliyorlar, kendileri için çalışıyorlar, insanların ihtiyaçları için çalışmıyorlar ama teoride devlet ihtiyacını doğuran şey bu. Devlet aslında insanlara güvenli bir dünya sunma iddiasındadır ama bizzat kendisi en büyük güven sorunu haline gelmiştir.
Aileyle uğraştığımızda, ailede çok fazla iktidar boşluğu varsa, çocuğu bir türlü getiremezler, gelmek istemiyor, derler. Anne babası yok mu bu çocuğun, okula gitmek istemediğinde, peki evde otur, ilaç içmek istemiyorum, dediğinde peki içme mi diyorsunuz? O zaman ikna ediyoruz, diyorlar. Hakikaten bir sistemdeki otorite boşluğu çocukların şımarık, haddini bilmeyen, kendilerini doğru idare edemeyecek insanlara dönüşmesine sebep olur.
Anne imgesiyle özdeşleşmenin özel bir yönü, bir kadının kendi kardeşleriyle yaşadığı çocukluk deneyimlerini çocukları aracılığıyla bir şekilde tekrarlaması durumunda ortaya çıkar. Annenin özdeşimlerinin nesnesine göre, kardeşler temasının birçok varyasyonu vardır: Kendi annesi, kendisi ile aynı konumda olan kendi çocuğu, orijinal ailesi, kardeşleri olarak çocukları vb.
Bazen onu görürüz, anne, abla gibidir, anne değil. Bu bayağı da yaygındır. Böyle bir durumda çocukların birbirlerini sevecek yapıya gelmeleri çok zordur.
Günümüz dünyasında hiyerarşiden çok şikâyet ediliyor. Hiyerarşi deyince sanki faşizmden, despot bir şeyden bahsediliyormuş gibi algılanıyor. Tabii ki o şekilde olanlar da vardır, hiyerarşinin kötüye kullanıldığı, insanların fazla kısıtlandıkları, hakikatlerine bir saldırının olduğu durumlar da vardır. Fakat hiyerarşinin çocukları büyümeye, gelişmeye mecbur eden bir biçimde olması da mümkündür. Bizim burada çekirdek aile dediğimiz sistemde, anne-baba ve kendi çocukları vardır. Çocuklar hayata hazırlanmaya çalışılırken ortamda bir hiyerarşi yoksa çocuk hayata hazırlanmaz çünkü çocuk günlük hayatı en çok hoşuna giden şekliyle yaşamaya çalışır.
Çocuklardan biri az çok bilinçaltı olarak, annenin kendi çocukluğunda yaptığı gibi davranabilir, bir diğer çocuk da kardeşi gibi davranabilir. (Abarbanel 1993). Bu sorunlar anne olan (veya olmakta olan) kadınların analizinde mevcuttur. Kardeş rekabeti çoğu zaman analizlerinde hangi kardeşin daha fazla çocuğu olduğu, kimin çocuklarının daha başarılı olduğu veya kiminkilerin büyükanne ve büyükbaba tarafından sevildiği gibi konularla devam eder gider. Abarbanel, iki anne ve çocukları hakkındaki gözlemlerini aktararak kardeşlik deneyiminin önemini gösteriyor. Her iki durumda da kadınların anne figürüyle özdeşleşmesi biri kendisini, diğeri kız kardeşini temsil eden iki çocuğuyla olan ilişkileri aracılığıyla ifade ediliyordu.
Bir vakada anne, çocuğunu çocukluğunda çok kıskandığı kardeşiyle özdeşleştiriyor ve bu çocuk, çok uzun bir zaman neredeyse ölecek hale gelene kadar yeme bozuklukları taşıyan bir çocuk. Sonra terapide yavaş yavaş aslında çocuğunu bebeklik dönemindeki kardeşiyle karıştırdığı, onun yerine koyduğu, o yüzden bir türlü sevemediği, çocuğun da kendisine verilen gıdayı sürekli kusarak annenin sevgisizliğine tepki verdiği ortaya çıkıyor. Bunları anladıktan sonra kadının çocuğuyla ilişkisi düzeliyor.
Anne ve bebek arasındaki uyum
Anne ile çocuğu arasındaki uyum kavramını tanıtmak için burada bir parantez açacağım; bunun ilişkide karşılaşılabilecek herhangi bir sorunun ikilinin bir üyesini suçlama eğilimini ortadan kaldırmaya yardımcı olabileceğine inanıyorum. ‘Uygun’ derken, annenin ve bebeğin beklentilerinin ve tepkilerinin karşılaştığını ve etkileşime girdiğini kastediyorum. Benim görüşüme göre bu, bebeğin anneyi yeterince iyi bir nesne olarak ya da tam tersine tehlikeli, ‘yabancı‘, (8) ‘kötü’ bir nesne olarak deneyimlemesine yol açacaktır. Eğer ‘uyum’ zayıfsa, ruhsal ihtiyaçları karşılanamamış bebek aşırı bağımlılık ve kırılganlık konumunda olarak, annenin ilişki biçimine uyum sağlamaya çalışacaktır. Çocuğun kaynaklarına ve annenin esnekliğine bağlı olarak uyum sağlama davranışı özerk ve yaratıcı veya yabancı ve sahte olarak deneyimlenecektir.
Klinik uygulamada uyumun önemine ilişkin değerlendirmeler analistin örtülü modellerinin büyük bir bölümünü oluşturur -eğer hastanın sorunları kusurlu yetiştirilme tarzından kaynaklanıyor gibi görülüyorsa veya tam tersiyse, yalnızca hastanın iç yaşamında yer alıyor gibi görünse de uyum meselesi konuyla alakalı değildir. Bununla birlikte, çoğu zaman, bir analiz sırasında hastanın kendi dış gerçekliği olarak algıladığı şeyin ayrıntılandırılmasına ve kişinin kendi gerçekliğiyle ilgili olarak gördüğü şeyin, kendi içindeki en derin tarafların keşfedilmesine farklı bir vurgu yapılır. Uyum kavramı burada analitik çalışmayı suçlama ve suçluluk duygusundan uzaklaştıran ve süreci sabit değil açık tutan bir yere sahiptir.
Winnicott, Klein’dan çok farklı olarak yeterince iyi anneliği, bir çocuğun optimum kapasite ve optimum sağlık ve duyarlılık geliştirmiş olması diye tanımladığı bir çerçeveye oturtur; yani bir çocuğun yeterince iyi bir annesi yoksa, doğal olarak o çocuk problemler gösterir, der. Klein’a göre annelerin bir kabahati yoktur, çocuğun içindeki öfke ve haset doğuştan fazladır, bütün sorun, çocukların böyle doğmuş olmalarından kaynaklanır, yani biraz kötü tohum oldukları için kötü sonuçlar verirler.
SORU: Ben kötü anneyim diyememiş.
Üç çocuğu var, ikisi ölmüş; birisi kaza, diğeri intihar. Herhalde o da bunlar doğuştan böyleydiler, benim kabahatim değil, diye düşünüyor.
SORU: Aslında kendini aklamak için kullanır dediniz ya, sanki o çalışıyor gibi.
Bana da öyle geliyor. Kadının bu konudaki tutumu çok net, bunlar doğuştan getirilen özellikler yüzünden olur, diyor. Halbuki her birimiz hem kendi hayatımızda annelerimizle yaşadığımız deneyimden, hem de bir sürü hastanın aktardıklarından anlıyoruz ki, uygun koşullar yoksa, uygun olmayan koşullarda insanlar bir sürü deformasyon gösterirler. Biz buna inanıyoruz. Winnicott da bizim gibi bakıyor, koşulların önemini vurguluyor. Bu, çok temel tartışma konularından bir tanesidir. Gerçi artık yeni Klein’cılarda ‘doğuştan’ lafları kalmadı. Hemen hemen herkes bizimle aynı noktadan bakıyor ama bundan on beş, yirmi yıl öncesinde çok önemli bir tartışma konusuydu bu. Hatta şöyle bir şey var, 2. Dünya Savaşı sonrasında Bowlby diye, bağlanma teorisini oluşturan bir adam var. Bunlar Tavistoc’ta çalışıyorlar. Tavistoc da aslında Melanie Klein’cı diye bilinen ve o yönde bir sürü insan yetiştiren, çok kaliteli terapistler yetiştiren bir merkez. Dünyadaki psikanalizde Tavistoc’un izleri ve katkısı çok fazla ve büyüktür. Byon da orada çalışıyor. Bowlby ve kendi ekibi, uzun süre hastanede yatan çocukların psikolojilerini incelemeye çalışıyorlar ve de şunu görüyorlar; belli bir süre hastanede yatmak zorunda kalan küçük çocuklar bu süreyi annesiz geçiriyorlar, anneler servise alınmıyor, sadece haftanın bir-iki günü gelip çocuğu ziyaret edebiliyorlar. Bunun çocuklarda depresyona neden olduğunu kanıtlayacak filmler çekiyorlar. Sinemalarda, hastanelerin bu tutumu değişsin, anneler çocuklarıyla birlikte hastanelerde yatsınlar diye bir kampanya başlatıyorlar. Bu çok etkili oluyor çünkü çektikleri filmler çok çarpıcı ve dikkat çekici. Klein’cılar, olmaz, diyorlar, annenin çocuğun dünyasındaki önemini küçümsüyorlar. Byon diyor ki, sizin çektiğiniz filmdeki çocuğun depresyonu annesi yanında olmadığı için değil, çocuk annesinin hamile olduğunu öğrendi, kardeş gelecek diye depresyona girdi ki Byon da büyük bir isimdir ama bunları daha meslekte taze olduğu 1950’lerde söylemiştir. Bu, çok Klein’cı bir bakış açısını yansıtıyor. O zamanlar sanki annenin bir önemi yok, her şey genetikten geliyor diye bakıyorlar. Sonradan o da böyle demiyor zaten. 60’lı yıllardan itibaren, annenin en önemli işlevi çocuğu taşıyabilmektir, çocuğunu ancak, yaramazlık yaptığında ona öfkelenmeden problemini taşıyabiliyorsa büyütebilir, gibi lafları da sonra Byon’dan duyuyoruz. Şimdi geçerli olan o.
Winnicott’un ‘yeterince iyi’ annesi, belirli bir çocuk tarafından bu şekilde deneyimlenen, o çocuğun ihtiyaçlarını karşılayabilen ve tatmin edebilen ve kaçınılmaz olarak, çocuğun yaşına uygun olarak onun her istediğini de yapmayan veya yapamayan, çocuk için sinir bozucu davranışları da olan bir annedir.
Yeterince iyi annelik bu kavramları barındırır. Biriciklik isteyenler duysun, çocuğun her istediği olmaz.
Ancak çocuğun ihtiyaçları çok acilse, hayal kırıklıklarına dayanma kapasitesi sınırlıysa, içsel uyaranlara karşı duyarlılığı çok yüksekse, annesinin onu hemen ve tam olarak tatmin edememesini bir felaket olarak deneyimler. Bu durum çocuk için bir travma oluşturur ve çocuk, erken ve şiddetli bir şekilde aşırı savunma önlemleri uygulamaya koyulur. Böyle bir durumda, annesiz kalmıştır; her iki taraf da, umutsuzca birbirleriyle temastan mahrum hissettikleri bir durumun içinde kalırlar. Anne ve bebeği arasındaki etkileşim, benzersiz bir ilişki içinde gerçekleşir; ikisi de şekilsiz varlıklar değildirler; aktif, yanıt verici, son derece duyarlı katkıda bulunan ve yanıt veren varlıklardır. Birbirlerine özel ve ayrıcalıklı bir biçimde yönelmişlerdir. Ebeveynlik deneyimi hakkında yazan Benedek (1959) şunu belirtmektedir:(…)
Bu söylediği çok önemli bir şey; diyor ki, anne çocuğun her istediğini yaparsa çocuk büyümez. Çocuğun, annenin yerine getireceği ve getirmeyeceği istekleri vardır ama eğer çocuğun isteklerinin olmamasına tahammülü çok azsa ve içinden çok allak bullak edici bir öfke çıkıyorsa, istediğini yapmayan anneyi hızlı bir şekilde kötü anneye çeviriyorsa, o zaman çocuk için istediğinin yapılmamış olması bir travma oluşturur, onun için bir felakete döner, diyor. Peki o zaman bu anne ne yapacak? Yapsa başka bir tehlike var, çocuk hiç büyümüyor, şımarık oluyor, yapmasa anneyi kötü yapıyor, hastalanacak gibi oluyor, ortalığı ayağa kaldırıyor. Buradaki mesele şu; anneye akıl verip ne yapması ya da yapmaması gerektiğini söylemeye çalışırken tam da burada anlatılan tehlike durumu oluşur. Normal şartlarda bir anne çocuğunun iç dünyasını hissederse, projektif identifikasyon yoluyla çocuk anneye neyi kaldırıp neyi kaldıramayacağını iletir. Normal şartlarda anne, askeri bir disiplinle annelik yapmaya kalkışmıyorsa veya tedavicinin yanlış bir tavsiyesine uyayım derken çocuğu harcamayacak kadar çocukla arası varsa, genel olarak çocuğa karşı belirgin bir zaafı yoksa, annenin içinden gelen çocuğun durumuna daha uygundur. Dolayısıyla tavsiyede bulunurken bu ihtimal aklınızda bulunsun; kaş yapayım derken göz çıkartmak dediğimiz duruma ustalaşmamış tedaviciler çok fazla düşerler. Bazı anne, yapmam gerekiyor, öyle hissediyorum, der, bu, terapiste, dediğini yapmamama çocuk tahammül edemez, demektir. Böyle bir durumda anneye, sen içinden geleni yap, demek durumundasınız çünkü öbür türlü çocuk travmatize olacaktır. Mesela bazen çocuk kazık kadar olmuştur ama hâlâ anne babasının yanında yatar; ne yapıyorsunuz, kocaman çocuk olmuş, niye kendi yatağında yatmıyor, deriz ama sonra bakarız ki anne çocuğa yeterince annelik vermemiş, çocuk annesinin kokusu, sıcaklığıyla eksik kalan anneliği tamamlama ihtiyacında, daha ödipal döneme gelmemiş. Şunu öğrenin; her durumu ayrıntısıyla merak etmeyi, sormayı, anlamayı hedefleyin, söyleyeceğiniz bir şey varsa ondan sonra söyleyin, kalıplarla yapmayın işinizi. O kalıpların yüzde sekseni doğru olabilir ama yüzde yirmisi de duruma uymayabilir. Bu durumun hangi kategoriye girdiğinden emin olmanız lazım. Bu konuda çok hatalar yapılır. Bir hasta hatırlıyorum, abisiyle arasında iki yaş fark var, abi onu çok kıskanmış, neredeyse öldürecekmiş, çocuğu çok hırpalama eğilimi göstermiş. Anne baba, kıskançlık çok ağır, ne yapacağız, demiş, pedagog, bir şey olmaz, dikkat edin öldürmesin, onun dışında, bebek nasılsa unutur, aklında kalmayacak ki, demiş. Saçmalık. O çocuk unutmaz, o çocuk şimdi akıl hastası. Çok iyi biliyorsunuz ki, anne, abinin nasılsa unutacak diye onu hırpalamasına göz yumduğunda, o anne bebeğin iç dünyasında iyi anne olamıyor. Yaşadığı travmayı seyreden varlığı çocuk iç dünyasında kötü anne olarak tanımlıyor, sonra da akıl hastası oluyor. Çok mu şaşırtıcı? Basmakalıp laflar söyleyen o kadar çok insan var ki, onlardan biri olmayın.
(…)Her çocuk farklı bir şekilde ve farklı bir ölçüde kendi aşamalı gelişimi yoluyla ebeveynin buna karşılık gelen bilinçaltı gelişimsel çatışmalarını harekete geçirir. Ebeveyn, her çocukta kendi çatışmalarının yansımaları ile belirli bir şekilde karşılarır (s. 415).
Bir insanın kendi içinde çözemediği bir sürü problem varsa, çocuk sahibi olduğunda çocuğa aynısını yaşatır. Mesela bir annenin anal dönemle ilgili sıkıntıları var diyelim. Annesi onu çok sıkı bir tuvalet terbiyesine almış, kusursuz ve mükemmel, tertemiz bir çocuk yetiştirmeye çalışmış ve çocuk daha hazır olamadığı halde kakasını anneye bırakmak zorunda kalmış, kendi hakikatini sevemez bir varlık olmuş. İçinde kaka var, kaka üretiyor ya pis olmuş, kendini öyle tanımlıyor ve bu onun hayatına damgasını vurmuş. Bu insan kendi çocuğunu büyütürken ona kendisine yapılanın aynısını yapacaktır. Çocuğu pis, kötü gibi algılayacaktır ve kakası var diye onu sevemeyecektir. Bu sefer belki de sırf çocuğunu sevebilmek için, onu tıpkı annesinin kendisine yaptığı gibi aynı eziyetin içine sokup bir an önce kakasından kurtarmaya çalışacak, aynı travmayı çocuğuna işleyecektir. Ebeveynlikte bu kaçınılmaz, biz hangi gelişme aşamasında problemler yaşadıysak, o gelişme aşamasına geldiğinde çocuğa da aynısını yaşatırız. Mesela annenin, çocukla arasındaki sınırların oluşmaması gibi bir derdi var diyelim; çocukla kendisini karıştırıyor, çocuğu parçası zannediyor, çünkü kendi annesi ona öyle yapmış, o zaman annenin bir problemini yansıtmaya başlar. Bizim toplumda bu problem çok yaygın, yüzde seksen, doksan anne çocuklarını parçaları olarak tutma eğilimindeler ve böyle olunca da bebeklikten itibaren çocuğa kendi sınırlarını çizemeyeceği bir program yazmaya başlıyorlar. Dolayısıyla bir insan, problemi neredeyse, çocuk onun probleminin olduğu aşamaya geldiğinde aynısını çocuğuna yansıtmaya, kendisine yazıldığı gibi eksik ve yanlış yazmaya başlar. Çocukta bir problem gördüğünüz zaman bunun annenin bir problemi olduğunu algılıyor olmanız lazım, en azından bunu sorguluyor olmanız lazım. Çocuğa anne mi baktı, başka birine mi emanet edildi, bu sorunun kaynağı ne, niye o sorunu arkada bırakamamış, takılıp kalmış, bunları merak etmemiz gerek. Burada eğer annenin problemlerini görüyorsanız onu yardım almaya göndermeniz gerekir ya da belki birkaç tavsiyeyle geride bırakılabilecek bir şey mi diye tavsiyelerde bulunursunuz ama baktınız ki tavsiyeler bir işe yaramıyor, kadın bildiğini okuyor ya da elinde değil, kontrol edemiyor ve aynı şeyleri yapıyor, o zaman yardım almaya gönderirsiniz. Ebeveynin kendisinin vasıflarıyla çocuğunun problemleri ve vasıfları arasında birebir bağlantı vardır.
SORU: Eğer tedavici takılıp kalmışsa bunun çocuğa yansıması nasıl olur?
Diyoruz ya, i̇nsan kendi çözemediği sorunları hastalarında çözemez diye. Bir insanın kendi sorunlarını çözmeden bir hastaya yardımcı olması, ancak bu sorun kendisinde yoksa olur ama örtüşüyorsa, önce kendi sorununuzu çözeceksiniz ki bir hayrınız dokunsun. Biz bu yüzden gruba veya ona buna yönlendirmeden kimseye hasta vermiyoruz. Bu işe uygun musun, benliğindeki zaafların neler görelim çünkü i̇nsan fark edince aynı hataları yapmaktan kaçınabilir. Nerede yanlış yaptığınızı gördüğünüzde, yüzde seksen, doksan ondan kaçınma şansınız olur ama kendiniz sorununuzu çözerseniz bu yüzde yüz olur. Bizim yaptığımız iş, i̇nsanı büyümeye mecbur eden bir iş. Büyüme yoluna girmeyen, saçmalayan bu işi yapamaz.
Stern (1985), ikisi arasındaki ilişkinin şekillenmesinde bebeğin anneyle iletişiminin önemini vurgulamış ve bu bulgu, kapsamlı araştırmalarla da desteklenmiştir. (Beebe 2005). Stern bu konuda şunları söyler: Annenin kaynak kapasitesi ve çeşitliliği daha fazla olmasına rağmen, bebek bu alışverişte çok aktif bir katılımcıdır ve bağlantı arama ve kaçınma konusunda dikkate değer kapasiteler getirir. (Beebe ve Lachmann, 2002; Beebe ve Stern, 1977; Stern, 1971, 1985; Tronick, 1989). Her iki partnerin de alışverişin organizasyonuna olan katkısına yapılan bu vurgu, zorluğun kaynağını yalnızca bir partnerde veya diğerinde, örneğin annenin müdahaleciliğine veya bebeğin mizacına bağlama eğilimini ortadan kaldırır (s. 10-11).
‘Her ilişki benzersizdir’ başlıklı makalede şunu söylüyor; anneyle bebek arasındaki ilişki veya bütün ilişkiler en temelden i̇tibaren iki tarafın katılımıyla oluşur. Bebek, anneye yönelmiştir, anne bebeğe bir şey verme ve rahatlatma dürtüsüyle harekete geçer ama beraber nasıl bir ilişki oluşturacakları i̇ki tarafın katkısıyla olur. Bunlar çok örtük olarak bilinçaltında olur. Anne, bebeğin kendisinden ne istediğini, ne beklediğini bilinç düzeyinde algılamazken yaptığı şeyler doğru olur çünkü annenin bilinçaltı ya da annenin içindeki bebek ve bebeği, i̇lişkiyi beraber tanımlarlar. Ne olacak, ne yapacaklar? O tanımla, kalıp olmaktan çıkmış benzersiz bir ilişki oluşur. Eğer bir anne akılla, mantıkla ve bilgi ile annelik yapmaya çalışıyorsa bu olmaz. Bunun olabilmesi için, Winnicott’ın tarif ettiği gibi, anne ile bebek arasında özel bir durumun gelişmiş olması lazım, primer annelik meşguliyeti dediği durumun oluşmuş olması lazım. Bu durumda anne ile bebeğin müthiş bir i̇rtibatı var. Taraflar birbirlerine devamlı data aktarırlar ve o aktarımlarla anne, farkında olmadan çocuğunu doğru anlar. Bunu anlatıyor ve bunun i̇ki taraflı bir yaratım olduğunu, bütün gerçek ilişkilerde bunun meydana geldiğini söylüyor. Gerçek bir ilişki hiçbir zaman kurgusal değildir. Kurgusal oluyorsa gerçek olmaktan çıkar; i̇letişim olabilir ama ilişki haline gelmesi için i̇ki tarafın derin katlarının devamlı birbiriyle ilişki halinde olması ve ilişkiyi yeniden tanımlayarak mutabakat sinyali vermeleri gerekiyor. İlişki öyle yürüyor. Bunu söylerken şunu da söylüyor; bu ilişki ertesi sabah aynı ilişki olmayacaktır; ertesi sabah bu ilişkinin değiştirdiği yeni bir anne ve yeni bir bebek var, dolayısıyla ilişkiyi yeniden tanımlayarak başlayacaklar, diyor. Bir insan herkesle farklı ilişki kurar, bunlar birbirlerine benzemez, hatta aynı i̇nsanla kurduğunuz ilişki başka günlerde, başka zamanlarda farklı bir ilişki olur, diyor.
Burada Stern’in de söylediği benzer bir şey; ilişki, birlikte oluşturulan bir şey. Buradaki en büyük tehlike, anne ilişkiyi daha çok aklını kullanarak veya yanındaki birinin tavsiyelerine uyarak oluşturmaya çalıştığında ortaya çıkıyor. Dünyada büyük etkisi olan, çok geliştirici olan her şey spontandır, otantiktir, kurgusal değildir ve bir ilişkinin sağlıklı yürümesi, aslında i̇nsanların bu kapasitelerinin ortaya çıkması halinde mümkündür. İlişki bir kalıba sığdırılıp yaşanmaya çalışılırsa adı ilişki olur ama ilişki sıfatını kaybeder, diyor.
Sessiz bir bebek, kendisiyle çocuğu arasında biraz mesafe olmasını takdir eden, kendine hâkim bir anne tarafından sevinçle karşılanabilir, ancak aynı bebek, çocuğu ile daha yakın bir temas kurmak isteyen bir anne için bir hayal kırıklığı ve kaygı kaynağı da olabilir. Tam tersine, son derece fiziksel bir anne, canlı bir çocuğa zevk ve uyarım sağlar, ancak sessiz bir anne böyle bir çocuğu yorucu olarak algılayabilir. İlişkinin her halükârda hem anne hem de bebek için çok yakın ve önemli olduğu göz önüne alındığında, eğer uyum zayıfsa ve işler iyi gitmezse, durum çok hızlı bir şekilde kötüleşebilir.
Uyum dediği, i̇ki tarafın birbiriyle ilişkili olması ve karşılıklı verilen mesajların dikkate alınma halidir. Bebek bunu zaten otomatikman yapar, anneden gelen mesajları alır ve zaten ona uyma eğilimi vardır, çünkü anneye ihtiyacı büyüktür. Annenin de bebekten gelen mesajları alıyor olması lazımdır. Fazla akıl vermek, tavsiyelerde bulunmak tehlikelidir demiştik, bunun tehlikesini tekrar ayrıntısıyla ortaya koymuş oluyor.
SORU: Buradan şöyle anlıyorum, bebeğin doğuştan gelen bir mizacı da vardır diyor gibi değil mi?
Hayır, şunu diyor; bebek çok canlı bir bebek değil, depresif bir bebek; anneye verdiği mesajlarla aslında annenin onun durumuna uyum sağlamasının yolunu açıyor. Anne, kafasındaki bebeği karşısındaki bebekten beklerse uyum bozulur, bebek yalnız kalmış olur. Dolayısıyla annenin kafasındaki tahayyülleri, bebeğe yükledikleri onunla otantik bir ilişki kurmasını bozabilir. Mikro düzeyde bakıldığında neticede annenin bebeğine bir yatırımı var, onu seviyor, onunla bir şey yapmaya çalışıyor ama annenin yapısında diyelim ki o kadar büyük ihtiyaçlar var ki, bunları karşılamak üzere bebeğe yansıtıyor, yani kendi ihtiyaçlarını bebeğe yansıtıyor. Bu, bebekle anne arasındaki otantikliği bozan bir şey. Bir başka ifadeyle, anne, bebekle kendi ihtiyacına uygun bir ilişki kurmaya çalışıyor, bu da aralarındaki ahengi bozuyor. Yoksa dünyada, gerçekten ne oluşturulabiliyorsa beraber oluşturulur, bu bebekle anne arasında bile böyledir; ne oluşturulamıyorsa da beraber oluşturulamıyordur.
SORU: Mizaç, doğuştan getirdiklerimiz mi?
Bence bu konuştuğumuz mikro düzeydeki aksamalar çocuğun sessiz, durgun, depresif bir çocuk olmasına neden olabilir. Sebepsiz değildir. Çocuk orada yapayalnız bırakıldıysa, annenin yansıtmaları ahengi bozduysa çocuk doğal olarak durgun olacaktır. Dışarıdan baktığınızda, bu durgun bir çocuk, çok parlak olmayacak galiba, dersiniz. Halbuki bunun çocuğun parlaklığıyla ilgisi yoktur, anne çocukla ilgilenememiştir. Burada niye anne diyoruz çünkü bebek kendiliğinden, doğal ve bir refleks olarak annesinin kendisini rahatlatmasını bekler, yani anneye yönelmiştir, ondan rahatlatıcı bir şey bekler. Bu gelmiyorsa o zaman durgun bir çocuk oluyor.
SORU: İkiz olsalar, birisi daha durgun birisi daha hareketli oluyor. O zaman anne sadece biriyle ahenklenip diğeriyle ahenklenemiyor mu?
Olabilir. Annenin gücü sadece biriyle ahenklenmeye yetiyordur, dolayısıyla farkında olmadan birini seçmiştir. Hayvanlarda da onu görürsünüz; sekiz, dokuz yavru doğuruyor, bazı yavrular annenin seçtiği yavrular oluyor, onlar daha bol sütlü memeye gidiyorlar, daha canlı oluyorlar, öbürlerini ittirip kendilerine alan açmayı beceriyorlar, diğerleri daha durgun oluyor. Yani aynı anne aynı anda bütün çocuklara aynı tercihte bulunmayabilir. Anne bunu aklıyla yapmıyor. Köpeklerde de bilinir ki, hayvan bakabileceği kadar yavruyu canlı tutar. Bakamayacaklarını, ki onlar da en zayıflarıdır, onları kenara atar, ölmelerine razıdır. Diğerlerini iyi beslemek için feda ettiği yavruları olur. Hayvan bunu aklıyla yapmıyor. Refleks olarak, iç dünyasındaki türünün canlılığını sürdürme motivasyonu buna sebep oluyor.
Bebek mutsuz, kaygılı, yapışkan ve talepkâr olabilir ya da içine kapanık olabilir; anne kaygılı hisseder ve inkâr ya da geri çekilme, öfke ya da korkuyla karşılık verebilir, bu da karşılıklı giderek kötüleşen anksiyete ve mutsuzluğun arttığı huzursuz bir ortamı yaratabilir. Bebeğin, annesinin mesajına verdiği yanıtı kabul etmekten başka seçeneği yoktur. Eğer anne zorlukların varlığını tamamen inkâr ederse, bebek sorunların kabul edilemez olduğu mesajını alacaktır çünkü bu sorunların annenin zihinsel evreninde yeri yoktur. Eğer anne aşırı kaygılıysa, buradan bebeğe giden mesaj, sorunlarla başa çıkmanın imkânsız olduğu ve durumun dayanılmaz bir korku kaynağı olduğu yönünde olacaktır. Çok küçük çocuklardan bahsettiğimiz için, onların çevreye iç tepkileri elbette sözel değildir.
Bowlby (1969), çocuğun ‘içsel çalışan modeller’ olarak tanımladığı içsel ele alma kalıplarına sahip olduğunu, bunları annesinden içselleştirdiğini ve geliştirdiğini ileri sürmüştür. Elbette aynı kişinin zihninde her biri önemli duygusal değerlerle renklendirilmiş birden fazla model vardır. Bu modeller bilinçaltına ne kadar kök salmışlarsa o kadar çelişkili olabilirler. ’Özdeşleşme’ teriminin, duygulanımlar gibi zihinsel içeriklerle nasıl başa çıkılacağına ilişkin derinlere yerleşmiş iç modelleri (9) içerdiği görülebilir. Model, zor duyguları tutmak ve dönüştürmek için içsel (ve aynı zamanda dışsal) iyi bir nesneyle anlamlı temas kurma olasılığı veya inkârın kullanımı veya hoş olmayan zihinsel içeriklerden kurtulmak için fiziksel eyleme başvurma ile temsil edilebilir. Bu tür modeller bebek için ya kendiliğinden mevcut veya anneden elde edilen zihinsel süreçler kullanılarak oluşur. Bebeğin benliğinin oluşum sürecinde, anneyle çok erken dönem ilişkisinde introjekte edilmiş (içe alınmış) içeriklerdir ve benliğin bir parçası haline gelirler. Bu modeller, çocuğun daha sonraki hayat dönemlerinde yavaş yavaş onaylanır, değiştirilir veya reddedilir. (10)
Anne-çocuk ilişkisinin nitelikleri, bazen eş seçiminde tekrarlanan güçlü bir ilişki modeli sağlar; Freud’un belirttiği gibi, koca, bir kadının annesiyle ilişkisinin mirasçısı haline gelebilir. (1931: 231). Bununla birlikte, çocuk ve anne, bazı durumlarda çocuğun bebeklikten itibaren kendisine sunulan ilişki modellerini dönüştürmek için çok sınırlı fırsatlara sahip olmasına rağmen, ilişkilerinde birbirlerinin yansıtmalarının pasif alıcıları değillerdir.
Bebek sahibi olma isteği ve ödipal durum
‘Çocuk sahibi olma arzusu’, öedipal durum göz önünde bulundurulmadan anlaşılamaz; bu durum, sonunda yetişkin kadında çocuk sahibi olma ve ona bakma isteği haline gelebilecek veya gelmeyebilecek bir duruma evrilir. ‘Çocuk arzusu’ göründüğü kadar basit değildir.
Çocuk arzusunda birçok katman vardır. İlk katman şudur; az önce konuştuğumuz gibi, çocuk, annenin yaptığı anneliği içselleştirdiği için, bebeklerle oynarken annesi ona neler diyorsa o da onları tekrar eder, yani annenin annelik modelini içselleştirmiştir, içinde taşımaktadır. Bu da çocuğun anne olmaya hazırlanmasıdır; kız çocuk bebekle oynuyorsa kendini anneliğe hazırlıyordur diyebiliriz. Bu yanlış bir tanım değildir. Bu kız çocuğu diyelim ki iki yaşında ve daha ödipal döneme girmemiş olsun, iki yaşına gelmeden bebekle oynamaz diyebilir misiniz? Böyle bir şey yok. Bebekle oynamasının anlamları farklıdır. Beş yaşında bir kız çocuğunun o oyuna yüklediği anlam, bebeğe ve kendine biçtiği rol farklıdır, üç yaşında biçtiği rol farklıdır. Çocuğun bütün gelişimi oyununa yansır. Tek katman varmış, sadece ödipal dönemde anne olmayı istermiş gibi bir şey yok. Ödipal dönemdeki anlam farklı. Ödipal dönemde çocuk, sevdiği bir erkekle beraber çocuk oluşturma arzusunu ve o çocuğun ikisinin ürünü olduğu duygusunu, bilgisini hayata sokmaya ihtiyaç duyar. Yani daha yetişkin anlamda bir annelik yapabilecek kapasitedeyse biriyle beraber çocuk büyütmeyi, kendisi annelik yaparken başka birinin de babalık yapmasını bekliyorsa, bu, ödipal anlamda bir çocuk sahibi olma arzusudur. Ama anneyle özdeşleşimi sebebiyle bebeklerle oynuyor ve o sebeple anne olacağım diyorsa, bu onun anneyle özdeşleştiğini veya en azından annenin anneliğiyle özdeşleştiğini ve annesi gibi olmak istediğini gösteren bir şey.
Daha sonra bazı makalelerde göreceğiz, anne, kendi annesiyle sınırlarını iyi çizemediğinde, çocuk doğurup kendi annesiyle normal koşullarda koyamadığı sınırı koymaya çalışır, bu çocuk benim, senin değil, der. Lafta bu bebek benim, senin değil, demesi başka bir şeydir, bir cinsel deneyim içinde kız çocuğunun bu beden benim, senin değil, demesi başka bir şeydir.
Bebek sahibi olmaya yol açan bir sürü ihtiyaç olabilir. Bunların bir kısmı insanın annelik kapasitesinin belirtisi olarak algılanabilecekken, bir kısmı da kadının annesiyle normal koşullarda ayrılmayı becerememesi, onun uzantısı olma talebine karşı çıkamaması, ancak çocuk doğurarak karşı çıkması olabilir. Dolayısıyla kadın, belki de ruhen çok hazır olmadığı halde çocuk sahibi olur; çocuk sahibi olma arzusundan kaynaklanan bir annelik değildir bu, kendi annesiyle arasındaki sınırları çizme ihtiyacından kaynaklanan bir durumdur.
Birçok durumda şu da gözleniyor; kadın hamile kaldığında, ben doğurganım, çocuğum olabilir, ben de annem gibi çocuk doğurabilirim, diyor. Sonra aradan iki ay geçiyor, acaba bu çocuğu aldırsam mı demeye başlıyor çünkü ihtiyacı olan şey çocuk değil, doğurgan olduğunu görmek. Annesinin doğurganlığına haset etmiş, o da doğurgan olmak istiyor ama çocuk istemiyor. Bu sefer gündeme kürtaj geliyor. Bir sürü varyasyon var demek istiyorum. Dışarıdan bakılınca aynıymış gibi görünen, hepsi çocuk isteği gibi görünen bir sürü farklı neden var. Bu sebeplerden bir kısmı sağlıklı bir annelik yapmaya yetecek motivasyon oluşturmaz.
SORU: Şöyle bir şey olabilir mi; kadın babasından çocuk sahibi olamadığı için başka bir erkekten çocuk sahibi olarak aslında o arzusunu da yerine getiriyor olabilir mi?
Zaten Freud’un tarifi bu; ödipal dönemde kız çocuk babasından çocuk doğurmak ister ama sonra bunun onu annesiz bırakacağını algılar, annesiz kalmamak için, bari babama benzeyen başka bir erkek bulayım, der, ondan çocuk sahibi olmaya kalkar. Freud kız çocuğunun, erkekle ilişkisinin selameti açısından çocuk sahibi olma arzusu duyduğunu söyler. Yeni yazarlar da bu çok fazla erkek bakış açısına sahip; sanki dünya erkeklerin etrafında dönüyormuş gibi bir bakış açısının sonucu bu. Aslında kadının kimliğinin bir parçası doğurganlıktır, illa bunun için bir baba biçmesine gerek yok, kendi bedeninin doğurabilen bir beden olmasına ihtiyacı vardır, Doğuramama halinin, kısırlık veya tüp bebek gibi uygulamalara rağmen bebek sahibi olamamanın nasıl bir ruh hali yarattığını, ne kadar büyük bir eksiklik yarattığını gözlemişler ki, kadın kimliğinin bir parçası doğurabiliyor olmaktır, diyorlar. Kadın kimliği çükü olmayan bir varlıktan ibaret değildir, doğurabilen bir varlıktır, bunu olmak ve bunu görmek ister, diyorlar. Bana da bu söylenenler doğru geliyor, diğeri biraz yüzeyde kalıyor.
SORU: Erkeğe ihtiyaç duymadan, sperm bankalarından çocuk sahibi olmayı istiyorlar, burada böyle bir şey yok o zaman.
Var. Orada da çocuğu doğurtan bir ekip, yumurtayı dölleyen, her ay kontrol eden insanlar var, her ay bebeğin kalbi dinleniyor, iğneler yapılıyor vs. Kadının o personeli baba yaptığı söyleniyor. Yani o durumda çocuk sahibi olan kadın için o çocuğun kucağına verilmesinde etkili olmuş bütün çalışanlar baba sıfatına geliyorlar. Makul, saçma sapan gelmiyor, olabilir. Bir de orada öyle bir psikoloji oluşuyor ki, kadının kendisini çocuk sahibi yapacak olan doktorlara duyduğu duygusal bağ, teveccüh, başında bekleyip ter dökmeleri falan hepsi bir araya gelince oradaki hava zaten farklı bir hava oluyor, çok teknik, soğuk, steril bir hava olmuyor. Dünyaya yeni bir bebeğin gelmesi herkeste bir sürü duygu uyandırıyor.
SORU: Tek başına bebek sahibi olmak için omnipotan olmak gerekmez mi?
Bu yapaylığın, illa çocuğum olsun, derken bu kadar benimseniyor olması üstünde düşünülmesi gereken bir durum.
SORU: O zaman kiralık anne de böyle mi?
Elbette. Hepsi aynı yere çıkıyor. Bebeğin annenin karnındayken anneyi tekmelemesi annede bebeğin kendinden ayrı bir varlık olduğu bilincini uyandıran önemli bir uyarandır, diyorlar. Dolayısıyla kendi karnında taşımasıyla başka bir kadının karnında taşıması ve kucağına verilmesi aynı şey değil.
SORU: Taşıyıcı anne olarak bebeği verebilmesi acı verici geldi.
Eşya gibi. Evet… Hem o kadın nasıl bir psikoloji yaşıyor. Bunlar saçma sapan işler. Her istedikleri olsun diye ne numaralar çekiyor insanlar.
SORU: Bu bir de çok garip yerlere gitti, vücudu bozulmasın diye kiralık anne isteyenler var.
Pines (1982), hamile kalma arzusu ile dünyaya canlı bir çocuk getirip anne olma arzusu arasında belirgin bir ayrım olduğunu ileri sürmektedir (s. 97). Bir kadının annesinden ayrıldığını kanıtlamak için hamileliği kullanabileceğini öne sürüyor. Welldon (Bölüm 14’te), bazı kadınlar için bunun, vücutlarında iyi bir şeyler olduğuna dair kendilerine güven vermenin bir yolu olduğuna işaret ediyor.
Bir kadının annesiyle ilişkisi güçlü bir taklit bileşenine sahipse, onun amacı ve altında yatan hamilelik fantezisinin çocuğa bakmakla pek ilgisi olmayabilir; istediği şey, içindeki anne imajına uyum sağlamaktır; onu, içselleştirdiği anne imajına benzeme arzusu yönetmektedir. (Mariotti 1997). Öte yandan, eğer güçlü rekabet sorunları varsa, kadın annesinden daha fazla çocuk isteyebilir. Ya da bilinçaltı olarak annesiyle erken, belki de hayali bir ilişkiye geri dönmek isteyebilir; daha sonra bebeğiyle özdeşleşip onun mesajlarına son derece duyarlı görünebilir, fakat bebeğin ondan bağımsızlaşmasına ve kendine ait bir alan oluşturmasına izin vermekte büyük zorluklar yaşayacak olabilir.
Bütün bu durumlarda kadının bebek sahibi olma isteği kendi ihtiyaçları ve çözülmemiş sorunlarıyla renklenmektedir. Bu durumun en belirgin hale gelmesini kürtaj yoluyla gebeliğin defalarca sonlandırılması durumunda görürüz. Görünüşe göre çocuk sahibi olmak istemeyen bir kadının tekrar tekrar hamile kalması durumunda kürtaj yaptırmayı alışkanlık yapmak öne çıkmaktadır. (Pines 1982). Belki de daha trajik olanı, Weldon’ın hastaları anne olmaya son derece isteklidirler, ancak sonunda ’gerçek’ çocuklarını, yani fazla ambivalan bir annenin yerine getiremeyeceği ihtiyaçları ve talepleri olan bir çocuğu kabul edemezler ve etkili bir şekilde reddederler.
Bu, az önce konuştuğumuz mevzu. Annenin kendi içindeki ideal anneyi, kendi annesinden çok daha iyi bir anne olmayı fantezisinde oluşturması ve bu sebeple çocuk sahibi olması çok yaygın bir şeydir. Yani hamilelik, kadının, ben senden daha iyi bir anne olurum, deyip annesine olan öfkesini kusmasının bir yolu olabilir. Bunu yapan insan fazla çocuksuysa, çocuğu yük olarak algılayacaktır. Özellikle bebek anneliği kendi nefsini geri çekip öncelikle çocuğu düşünmeyi gerektirir. Bu kapasite öyle sık rastlanan bir şey değildir. Böyle bir durum bir süre sonra çocuğa fazla öfkelenmeye yol açar. Yine mi ağlıyor, duvardan duvara vurmak istiyorum, demeye başlar kadın. Bunlar internette var. Mesela, bana annelik kutsal dediler, ben bundan bıktım, sakın anne olmayın, diyenler de var. Hayal kurmak güzel, ben annemden daha mükemmel anne olacağım, demek güzel ama iş başa düşünce çocuğa kusursuz bir annelik yapabilmek büyük marifet ve bence eğer bir kadının desteği yoksa, annesi veya kocası, bir süre sonra çocuklarından bıkar, yorulur, tükenir. Annelik tek başına yapılacak bir sanat değildir, illa desteğe ihtiyacı olan bir şeydir.
Ergen kızlar çocuk sahibi olmak için güçlü bir istek duyabilirler ve bazen planlamadan hamile kaldıklarında çok sevinebilirler.
Bunlar annelerine öfkeli kızlar. Annelerinden bir an önce kopmak, ayrı bir varlık olma derdindeler. Kendi çocuklarıyla ayrı bir ünite oluştururlarsa kendilerini annelerine karşı daha korunmuş olarak algılayacak durumdaki çocuklar.
Ergenlik çağındaki çocuk, ilişkilerinde eksik olan özgüven ve sevgi kaynağını bebekte bulmayı umarsa, bu aşamada annelik başarısızlığa mahkûm bir proje olabilir (Pines;1988, 1993; Fraiberg ve Adelson 1987, bu ciltte yeniden basılmıştır, Bölüm 13). Eğer annesinden ayrılmayı başaramamışsa, genç bir kadın bilinçaltı olarak annesinin yaptığını tekrarlamaya ve kendisi de anne olmaya yönelmiş olabilir. Öte yandan, hamilelik ona vücudunun kontrolünün annesinde değil kendisinde olduğu hissini verebilir ve bunun bağımsızlığını kanıtlayacağını umabilir, bu yolla annesinden ayrılmaya çalışıyor olabilir. Lemma (Bölüm 11), çok genç bir annenin, bebeğini kendi muhtaç benliğinin rakibi olarak algılanabildiğini, ona sanki annesiymiş gibi hem haset, hem nefretle yönelip onu da kendisinden nefret ediyormuş gibi görebildiğini gösterir. Çok çocuksu annelerin kızlarından annelik beklemeleri sık görülen bir durumdur.
Hayvanları olanlar bilirler; mesela gece korktunuz, kötü bir rüya gördünüz, hemen hayvanınızın yanına gidebilir veya onu kucağınıza alıp yatağınıza taşıyabilirsiniz. Bunu yaparken hayvana içinizdeki bir ihtiyacı yansıtıyorsunuz. Sanki o anne oluyor, siz de o annenin yanında kendinizi güvende hissetmeye çalışıyormuşsunuz gibi bir durum oluyor. Bunu kedisiyle yapan niye bebeğiyle yapmasın? Bir insan çok ihtiyaçlıysa, otomatikman bebeğe yansıttıklarıyla ondan annelik bekler. Saçma gibi geliyor ama bu kendiliğinden olur ve bir süre sonra anne bebeğe çok öfkeli olmaya başlar. Sanki bebeğin onu mutlu etmesi mümkünmüş ama mutlu edemiyormuş gibi algılamaya başlar. Dolayısıyla bir insanın ya desteği olacak ya da kendisi annelik yapacak bir büyümüşlüğe gelmiş olacak. Bir de diyelim ki bir insan annelik yapıyor ama mesela kötü bir rüya görüyor ve bebekten annelik bekliyor, bu geçici bir şeydir ve o kadar önemli değildir. Yine de o an bir süre bebeğe öfkelenir ve onun dengesini bozar ama bu kalıcı bir zarar vermez, bebek, annenin kucağından düşüp canı yandıysa da aynı travma olur ama anne fazlasıyla çocuksuysa, bebekten devamlı annelik bekleyecektir, o zaman da yukarıda anlatılan vakalar ortaya çıkar, anne, bebeğe öfkelenir. Eğer annenin öfkesi çok artıyorsa bebek onu sömürüyormuş, iliğini kemiğini emiyormuş, onu öldürecekmiş gibi algılamaya başlar. Zor işler.
Welldon ve Fraiberg, çocuk sahibi olma arzusunun, çocuğun ihtiyaçlarını ve ayrıca ebeveynlerin birbirlerinden gerçek destek alma ihtiyaçlarını dikkate almaktan oldukça bağımsız bir fantezinin parçası olabileceğini vurguluyor. Bazen baba, partnerini ve çocuğunu terk etmiştir; o zaman terk edici, zalim veya işe yaramaz bir imaj olarak karşımıza çıkar. Veya etkisiz olabilir, şiddet uygulayabilir veya çok genç olabilir. Anne desteklenmemektedir ve kendisi ve bebeği için geçerli bir ebeveyn çifti yeniden yaratamamıştır. Fraiberg veAdelson (Bölüm 13), böyle bir kızın kendisini çok tükenmiş hissettiği bir durumda bebeğinin bakımını yapmak zorunda kaldığı, genç partnerinin de aynı derecede çaresiz ve kaybolmuş olduğu korkunç durumu anlatıyor. Bu vakalarda bile ödipal baba/eş tam anlamıyla yok değildir ama genç annenin ihtiyaçları çok fazlaysa ve kendi annesi hayatında ise, kızın ihtiyaçlarına cevap veren annenin varlığında baba bir kenara itilir veya aktif olarak dışlanır.
Böyle bir durumda eğer anne yardım edeyim diyorsa ve gerçekten yardımcı oluyorsa, bu sefer de kadının dünyasında kocası silinir, işe yaramaz bir şeye dönüşür.
SORU: Okuduğumuz makaledeki anneyi hatırlattı. Bebek ağlayınca kendi travmalarını hatırlayıp bebekle ilişkisini kestiğini anlatıyor. Bu da galiba çok yaygın olan bir şey.
Bana daha çok, annenin enerjisi kalmadıysa, tükendiyse bebeğin ağlaması anneyi çok öfkelendirmeye başlıyor gibi geliyor. Yine mi ağlıyorsun, daha ne istiyorsun, beni yedin bitirdin, gibi yakınmalar başlıyor. Mesela bu bir tipik taşıyamama hali. Ağlayan bebeği taşıyamayan anne bebeğe fazlasıyla öfkeleniyor. Annenin öfkelenmesi halinde bebekle anne arasındaki ilişki kopar, daha doğrusu, bütün insanlar öfkeleri arttığında ilişki kuramaz hale gelirler. İlişki aslında çok ince, yüksek ve rafine bir enerji ister. Bir insanın ilişki kapasitesi hem bir yandan vermeyi, hem karşısındaki insana duyarlılığı sürdürmeyi, hem de ondan gelen mesajları değerlendirmeyi, uygun ayarlamaları yapmayı gerektirir. Anne tükenmişken, yorgunken, bıkmış bir haldeyken bunu yapamaz. Yapamayınca da bebek daha çok ağlamaya başlar çünkü boşluğa düşmekten, paramparça olmaktan korkar; onu bütünlüklü ve güvende tutacak bir anne ihtiyacı içindedir. Anne bebeğe öfkelendiyse, onun ihtiyacına uygun bir annelik yapamaz. Bu sefer bebek de canhıraş bir şekilde bağırmaya başlar. Aslında yardım ister. Korkunç bir çıkmaz olur. Burada, ancak mesela baba adam gibi bir adamdır, bakar ki karısı yoruldu, tükendi, hadi sen git biraz uyu, der. Kendisi çocuğu taze bir enerjiyle yedekleyebilirse çocuk o fırtınadan zarar görmeden çıkar ama bunu beceremiyorsa çocuk illa bir zarar görecektir. Ne zarar görür? Bağlanma kapasitesi düşer, hayat boyu fazla bağlanmamak için bin tane cambazlık yapar, daha ne olsun…
SORU: Çocuğu büyüttü, emzirdi, ona annelik yaptı. Çocuk büyüyünce, ‘bana anne ol’u bekleyen bir anne olabilir mi?
Bence bir anne eğer kendi kızından annelik bekleyecekse en fazla zorlandığı dönem bebek anneliği dönemidir. Eğer o zorlanmanın altından kalktıysa, zaten istemez ama bebeği taşıyamadıysa, öfkelendiyse, zaten o sırada birinden annelik beklemeye başlıyor ama kimseden bulamadığı için bebeğinden bekliyor. İnsan olmak çok zor, çünkü uygun koşullara ihtiyaç var ve insanların da uygun koşulları yok, ellerinden gelen çok uygun koşullar yaratmaya yetmiyor, bu da bir gerçek.